Suriye’de bilindiği üzere daha önce çoğu kimsenin dediği savaş olasılıkları bugünlerde Türkiye’nin gündemini oluşturmaktadır. Geçtiğimiz günlerde Şanlıurfa’nın Akçakale ilçesine isabet eden bombalar sonucunda ölen sivil vatandaşlarımızdan sonra Türkiye’de misilleme saldırılarında bulunmuştur. Bu saldırıların sonu nereye varacaktır? Bu sorunun cevabı aslında aylardır konuşulmakta ve herkesçe bilinmektedir. Bazı kesimlerin, küresel güçlerin bir maşası olmakla suçladığı, bazı kesimlerinse bölgesel çıkarları ve liderlik pozisyonunu tamamen kontrole almakla övündüğü Türkiye, önümüzdeki bu sancılı süreçte ağır yaralar alacağa benzemektedir.
Türkiye olası bir savaş durumunda -ki bu her ne kadar kendi iç savaşını vermekte olan bir ülke bile olsa- çok büyük zararlara uğrayacaktır. Bunların ilki muhakkak ki çok ince bir çizgide seyreden ekonomi olacaktır. Mevcut bulunan cari açık, az da olsa dış borçlanma ve iç borçlanma ve belki de en hazin sonuçlar doğuracak olan haklın mağdur olması… Türkiye bir savaş durumuna hazırlıklı mıdır değil midir? Aslında çoğumuz bu soruya ülkemizde zaten savaş yok mu diye karşılık verecektir. İşte tam da bu düşünüldüğünde Türkiye’nin girişebileceği bir savaştan alacağı zararların bir kat daha büyüme ihtimali göz önüne gelmektedir.
Mart 2011’den beri Suriye’de yaşanan olaylara karşı Türkiye tavrını hiç değiştirmedi. Olabildiğince sert, olabildiğince “büyük abi” psikolojisindeydi. Ancak ona karşı olarak hemen peşi sıra takipçisi olan İran, bu durumun tam da tersi düşünmekteydi. İşte bu tutumlar ve diğer etkenler, çekişmenin diğer Arap ülkelerinde olanlara nazaran daha sert, daha kanlı ve daha uzun olmasına sebep olmuştur.
Suriye’deki olaylara tepki en üst perdeden olunca, Türkiye’ye tepki de en üst perdeden olmak zorundaydı. Nitekim 90’lı yılların başından itibaren Hafız Esad dönemiyle Suriye, PKK ile olan ilişkilerini gizlemedi. 2000’li yıllara geldiğimizde ise bu durum daha az söylenir ve bilinir oldu. Suriye’deki olaylara Türkiye’nin bu tepkiyi vermesi Suriye için karşı tepki anlamında doğrudan PKK’nın kullanılmasıyla olabilirdi ki bu da oldu. Beşar Esad yönetimi Kuzey Suriye’de PKK’nın elini kolunu sallayarak aramalar yapmasına ve bölgesel bir güç olma yönünde adımlar atmasına sesini çıkarmadığı gibi bu durumun oluşturulmasında da başrolü oynamıştır. Benzer şekilde Suriye olaylarına Türkiye’den farklı, Suriye ile hem fikir olarak tepki veren İran da, PKK’nın bölgedeki hareketlenmelerine sessiz kalmıştır.
İşte bu gelişmeler değerlendirildiğinde Türkiye’nin gireceği bu savaştan alacağı zararların bilançosu daha kolay yapılabilmektedir. Türkiye, Akçakale saldırısının ardında Meclis Genel Kurulu’ndan çıkardığı tezkere ile yapmak istediğinin ne olduğunu tüm dünya kamuoyuna göstermiştir. Yalnız bu demek değildir ki savaş tek çıkar yoldur ve Türkiye savaşacaktır. Uluslararası Hukuk doktrinlerine göre Türkiye, yapabileceği en doğru şeyi yaparak caydırıcı güç olmaya çalışmaktadır. Ancak bu test daha önce Mavi Marmara ve RF-4 krizleriyle yapıldı ve Türkiye bu testlerden başarısız olduğunu gösterdi.
Sonuç olarak Türkiye için bu durum herkesin kavrayabildiğinden daha zordur. Yalnız savaşmak ya da savaşmamak meselesi olmamakla birlikte, atılacak adımın bundan sonraki 20 yılı etkilemesi çok muhtemeldir. Türkiye savaşırsa da kaybedecektir, savaşmazsa da. Çünkü bu süreçte yaşanan olaylar zinciri ve Türkiye’nin Dış Politika uzmanı sn. Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu’nun uygulamaya çalıştığı politikalar bu durumu kaçınılmaz kılmıştır. Bu durumun kaçınılmazlığının bize gösterdiği ise Neo-Osmanlıcılık anlayışının siyasi olarak başarılı olamadığı ancak devamı halinde askeri olarak başarılı olacağı muhakkaktır.
Onur YILDIZ
Selçuk Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü