Suriye’de, Birleşmiş Milletler destekli ateşkes planının yürürlüğe girmesinin ve gözlemciler aracılığıyla bölge gelişmelerinin izlenmeye başlanmasının ardından tam 1 ay geçti. Ancak bu süreçte görülüyor ki; şiddetin durması konusunda olumlu bir yol kat edilememiştir. Bir yıldan fazla süredir Beşar Esed yanlıları ve muhaliflerin çatışmaları devam ederken birçok Suriyeli, başta kadın ve çocuklar olmak üzere çok sayıda masum insan zarar görmüş ve acılarına terk edilmiştir. Günlük haberlerin çoğunda bombalama, yaralı ve ölü sayıları, Türkiye Hatay’daki mülteci kampına sığınanların sayısının her geçen gün artması vb. gibi olayları istinasız her gün okumakta ve bu süreci elemle takip etmekteyiz.
Peki, tüm bu çatışmalar sürerken, Suriye “gerçek anlamda” nasıl?
Açıkçası Suriye’de olup bitenlerle ilgili geniş bir çerçeve çizmek neredeyse imkânsız. Bir tarafta Dera, Humus, Rastan, İdlib gibi kentlerde yaşanan olaylar (en son, BM konvoyuna düzenlenen bombalı saldırıda 6 Suriyeli askerin yaralanması, Şam otoyolunda meydana gelen patlamada 55 kişinin ölmesi,372 kişinin yaralanması vb.), diğer tarafta ülke içi olayların bu kadar büyümesiyle komşu devletlere sıçraması (Rejim devirme olayının mezhep çatışmasına dönüşmesinin en güzel örneğidir bu belki de: Lübnan’da Esed yanlısı Alevîlerin, Sunnîlerle çatışması), olayın boyutlarının ne kadar geniş ve içinden çıkılmaz bir hale geldiğini göstermektedir. Uluslararası medyanın erişiminin kısıtlı olduğu ve BM gözlemcilerinin de bölgedeki sıcak noktalara ulaşmakta zorluk çektiklerini de göz önünde bulundurursak, nasıl bir “bataklık” ile karşı karşıya olduğumuzu anlayabiliriz. Ancak açık bir şekilde ateşkes söz konusu değildir. Londra merkezli Suriye İnsan Hakları İzleme Örgütü sadece geçen haftanın ilk üç gününde 60 kişinin öldürüldüğünü bildirdi. Ne acıdır ki; bu sayı “resmî”; bunun anlamı, sağda solda öldürülen, tecavüze uğrayan, işkence gören vb. nın yanında az bir rakam.
BM Barış Gücü Şeflerinden birinin, geçen hafta Güvenlik Meclisi’ne yaptığı açıklamada; askerî taktiklerde değişikliğe gidildiğini, ağır silahların kullanımında ve geniş çaplı operasyonların gerçekleşmesinde azalma olduğunu kaydetmiştir. BM ve Arap Ligi Özel Elçisi Kofi Annan da bu görüşü yinelemiştir. Ancak birçok diplomata ve yayılan haberlere göre, tutuklamalar ve işkenceler artmış, hükümet güçleri nüfus üzerindeki sindirme politikalarına devam etmiştir. Mart ayının ilk günlerinde Suriye Güvenlik Güçleri, Humus kentindeki Bab Amr yerleşim gölgesinden çekildiklerini duyurdular, fakat cinayetler devam etti. Hatırlarsak, insanî yardımların bölgeye ulaştırılması engellenmiş, aktivistlere toplu cezalandırılmalar, canlı kalkan dâhil birçok insanlık dışı yöntem uygulanmıştı. Tarih, tekerrürdür; 1982 yılında Baba Esed’ın ayaklanmaları katliam şeklinde durdurmaya çalıştığı Hama kentinde de işler değişmiş değil. Hiçbir kimse aksini iddia edemez ki; Suriye’de insanlık suçları işlenmekte ve çatışmalar, cinayetler, katliamlar, operasyonlar olağanca hızıyla devam etmektedir. Kanımca, ”göstermelik” durdurulan eylemler, yakın zamanda kaosun daha da büyümesine yol açacaktır, hatta açmaktadır. Liderlik kavgası, demokrasi isteğinin çok çok önüne geçmiş, iç dinamiklerin harekete geçmesiyle, farklı boyuta ulaşan bu “bahar”, yerini, mezhep çatışmasına bırakmıştır. Bu noktada Lübnan’a dönersek, Trablus’da meydana gelen olaylar bunlara muazzam bir örnek. Sünni ve muhafazakâr bir kent olan Trablus’ta küçük bir Alevi topluluğu yaşıyor. Kentteki Sünni militanlar, Suriye’deki Esed yönetiminin muhalefeti bastırma girişimlerine tepki göstererek, Alevilerin bulunduğu mahallede çatışma çıkardı. Durum, Şiî – Sünni – Alevî çatışmasına dönüşmüş ve hükümetlerin de yapabilecekleri bu noktada kısıtlı.
Başka bir konu da, terörist eylemler olarak adlandırılan muhalif saldırılar. Suriye İçişleri Bakanı Muhammed İbrahim El Şear, birçok sivilin zarar gördüğü terörist intihar eylemlerinden muhalifleri suçlamaktadır. Bu eylemlerin daha çok “cihad yanlıları tarafından uygulandığı” olasılığından da yola çıkarsak, Suriye’de “Cihadist” bir oluşumun başladığını da iddia edebiliriz. Kendileri el- Nusrah Cephesi olarak adlandıran bir örgütün geçen Ocak ayında Şam’da meydana gelen intihar saldırısıyla ilgili video görüntülerini yayınlaması, bu iddiayı destekleyen bir olaydır. Ayrıca bu örgüt, geçen hafta Şam otoyolunda meydana gelen bombalama olayından da sorumlu tutulmaktadır. Tüm bu iddialar, sadece birkaç olayla kanıtlanamaz tabi ki, fakat A.B.D. gözlemcileri de, Suriye’de giderek artan cihad sempatizanlığıyla ilgili endişe duyduklarını dile getirmişlerdir. Birçok protestocu, İslamcı militanlığa – Cihadizme ilgili olduğunu dile getirmiş, ancak protestolara “el-Kaide’ye Hayır” bayraklarıyla katılmışlardır. Kendilerini el-Kaide kadar şiddetli bir oluşum olarak göstermek istememişler. İronik! Suriye Ulusal Konseyi karşıtları çoktan bu kategoriye girmişlerdir bile.
Sokak protestocularının ısrarcı tutumlarına karşın, direniş her geçen gün askerî güç olarak daha da güçlenmekte ve bize, 2004 yılında Irak’taki ayaklanmanın ilk zamanlarını hatırlatmaktadır. Sonrasında yakalanan Saddam Hüseyin’in ardında karmakarışık bir ülke… “Değişim” adı altında başlayan bir süreç ve gelinen karanlık. Yazıktır ki; bir senedir devam eden bu çatışma hali, onlarca karar, yaptırım, müdahaleler vb. karşı kendini kapatmış bir ülke Suriye, ve maalesef uçuruma doğru hızla ilerliyor. Sabırla beklenilmekte; ancak dünya medyasında sıklıkla kullanılan bir ifadede de anlaşılacağı üzerine : “Beşar Esed kendi kendini vuruyor. “ Sonuç, pek de sürpriz olmasa gerek.
ERZAN AKTAR
UİÇ Yakındoğu Çalışmaları Direktörü