Suriye ile Jet Krizi, Rusya’nın Rolü ve Türk Dış Politikası

Türk uçağının Akdeniz’de uluslararası sularda Suriye hava savunma sistemleri tarafından düşürülmesi beraberinde birçok tartışmayı getirdi. Bu olayın Türkiye – Suriye ilişkileri ve dolayısıyla Suriye’deki isyan hareketinin gelişimi açısından dönüm noktalarından biri olması beklenebilir. Jetin düşürülmesi Suriye konusunda çatışan güçler arasında yeni bir güç dağılımı yaratmıştır. Genel kanaat Suriye’nin ciddi sonuçlar doğurması beklenen bu düzeyde bir kararı tek başına alamayacağıdır. Bu noktada Esad yönetiminin en önemli destekçisi ve küresel rolünü yeniden tesis etme amacındaki Rusya ön plana çıkmaktadır. Dolayısıyla jet krizi,  Suriye isyanının gelişimi açısından doğuracağı etkilerin yanı sıra Rusya’nın Suriye sorunundaki rolünü daha önemli kılmış ve Türkiye – Rusya ilişkileri, Türk dış politikasının kapasitesi konusunda yeni tartışmaları beraberinde getirmiştir.

Suriye’de Son Durum

Suriye’de gelinen son durum tam bir kördüğümdür. Bir buçuk yıla yakın süredir devam eden olayların ortaya koyduğu gerçeklerden biri Suriye muhalefetinin Baas rejimini yıkacak kapasiteye ulaşamadığı ya da uluslararası müdahaleyi mümkün kılacak koşulları oluşturamadığıdır. Ancak bir diğer gerçek de Esad yönetiminin Suriye muhalefetini bastırma ve ülkeye istikrar getirme şansının olmadığının görülmesidir. Tersine Suriye askeri ve siyasal muhalefeti her geçen sürede güçlenmektedir. Dolayısıyla ülke içi çatışan güçler arasında nihai zafere ulaşamama ve karşı tarafı ortadan kaldıramama anlamında bir dengeye ulaşılmıştır.

Aynı denge Suriye’de çatışan tarafların yanında farklı pozisyon alan aktörler açısından da geçerlidir. Bir tarafta “Suriye Halkının Dostları Grubu” olarak sınıflandırabileceğimiz muhalif kampı destekleyenler, diğer tarafta Suriye yönetimine arka çıkan Rusya, Çin, İran yer almaktadır. Esad’ı destekleyenler grubuna Irak’ta Maliki ve Lübnan’da Hizbullah destekli Mikati hükümetini eklemek mümkündür. Bu aktörler arasında karşı tarafın iradesini köklü biçimde değiştirecek bir güç dağılımı ortaya çıkmamaktadır.

Bu denge halinin sonucu Suriye’de bitmeyen ve her geçen gün artan şiddet olayları, sivil ölümleri, terörün zemin kazanması, etnik-mezhepsel ayrışımların keskinleşmesi, ülkede fiili bir bölünmeye doğru gidiş, ülke topraklarının önemli bir kısmında devlet otoritesinin ortadan kalkmasıdır. Oluşan kördüğüm bütün aktörlerin pozisyonlarını gözden geçirmesine neden olmaktadır. 30 Haziran 2012 tarihinde Birleşmiş Miletler ve Arap Birliği Suriye özel temsilcisi Kofi Annan’ın çağrısı ile İsviçre’nin Cenevre kentinde Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin daimi üyeleri, Türkiye, Katar, Irak ve Kuveyt’in dışişleri bakanlarının katılımı ile gerçekleşen “Cenevre Toplantısı” pozisyon değişimini görmek açısından son derece çarpıcı olmuştur. Her şeyden önce bu toplantının gerçekleşmesi tarafların birbirlerini masaya oturmaya mecbur kıldığının yani karşı tarafın çıkarlarını dikkate almak zorunda kaldığının göstergesidir. Bir buçuk yıldır süren mücadelenin ortaya çıkardığı güç dağılımının pazarlık aşamalarından biri gerçekleşmiştir. Toplantı, tarafların kırmızı çizgilerinin dikkate alındığı bir orta yol bulma çabasıdır. Her iki kamp ilk dönemdeki maksimalist taleplerini revize etmek durumunda kalmıştır. Suriye’de değişimi uman herkes Rusya’nın pozisyonunda ilk döneme göre bir değişim olduğunu ve daha ne kadar Esad rejiminin arkasında durabileceğinin şüpheli olduğunu ifade etmektedir. Bu bir açıdan doğrudur. Rusya’nın Cenevre Toplantısı’nda muhaliflerin ulusal birlik hükümeti içinde olmasını kabul etmesi, Suriye’ye silah satışını durduracağını açıklaması, Suriye Ulusal Konseyi ve Ulusal Koordinasyon Komitesi gibi Suriyeli muhalif gruplarla Moskova’da görüşmesi söz konusu pozisyon değişiminin göstergeleridir. Ancak esas pozisyon değişimi Suriye’de değişimi savunan aktörlerde yaşanmıştır. İlk dönemde rejim değişikliğinden, askeri müdahaleden, güvenli bölgeden söz edilirken şu anda barışçı ve sınırlı bir değişimi öngören “Yemen Planı” veya Suriye’deki çatışmayı iki taraflı olarak tanımlayan ve soruna siyasal bir çözüm bulunmasını öngören “Annan Planı” kabul edilmektedir. Dolayısıyla “Suriye’nin Dostları” grubunun politikalarındaki değişim daha çarpıcıdır.

Cenevre Toplantısı ile beraber Annan Planı biraz daha eyleme dönük şekilde revize edilerek yeni bir diplomatik süreç başlatılmıştır. Kısa vadede sorunun Annan Planı üzerinden çözümünün mümkün olup olmadığı test edilecektir. Eğer bu siyasal süreç çökerse taraflar yeniden “bilek güreşine” tutuşmaya devam edecektir. Bu da Suriye’de uzun süreli istikrarsızlığın, çatışmaların, sivil ölümlerin, kutuplaşmanın sürmesi anlamına gelecektir.

Arap isyanları Suriye’ye sıçradığında çoğu analizci ve karar alıcı Tunus, Mısır ve Libya’da olduğu gibi çok da uzun olmayan bir süre içinde iktidar değişiminin yaşanacağı öngörüsünde bulunmuştu. Beşar Esad ve Baas rejimini diğer örneklerden farklı kılan ve bir buçuk yıl geçmiş olmasına rağmen iktidarını sürdürmesini sağlayan birçok faktör söz konusudur. Ancak çok fazla öngörülemeyen ve belki de Suriye yönetimini en fazla rahatlatan faktör Rusya’nın Suriye krizinde aldığı pozisyon olmuştur. Rusya, Birleşmiş Milletler’de sahip olduğu veto yetkisi, askeri kapasitesi ve caydırıcılığını Suriye rejimi lehinde kullanarak tüm dengeleri değiştirmiştir. Bu desteğin Türkiye açısından; Suriye politikasının başarısını etkilemesi, Türk dış politikasının etki kapasitesinin sorgulanması ve Türkiye – Rusya ilişkileri açısından önemli sonuçları olmuştur.

Suriye Krizinde Rusya ve Türk Dış Politikası

Rusya’nın Suriye sorununda nihai amacı muhtemelen Esad’ı ya da Baas rejimini korumak değildir. Rusya, Suriye’de bir değişim olacaksa bunun Rusya’nın hayati çıkarlarını dikkate alması gerektiğini ve Esad sonrası yapılanmada kendisinin baş aktörlerden biri olduğunu kabul ettirmeye çalışmaktadır. Esad ve Baas rejiminin korunması bir ön cephe olarak bu amaçlara hizmet etmektedir. Rusya’nın savunma sanayi anlaşmaları devam edecekse, Tartus limanında sahip olduğu ayrıcalıklar sürecekse, Müslüman Kardeşler ya da Selefilerin mutlak iktidarının olmayacağı garantisi verilirse, Suriyeli Ortodoksların çıkarları korunacaksa, ülkedeki yatırımları zarar görmeyecekse ve Suriye’de bir kaosun yaşanmayacağını düşünürse Esad’ın iktidardan ayrılmasına yeşil ışık yakacaktır. Dolayısıyla Rusya’nın Esad rejiminin yıkılışı karşına koyduğu direncin kırılması ancak bu ülkenin stratejik çıkarlarının Esad sonrasında da korunacağının garantisinin verilmesi ile gerçekleşecektir. Bu ise küresel aktörlerin de içinde olduğu bir büyük pazarlığı gerektirmektedir.

Yani Rusya “eğer Esad gidecekse de yeni yapılanmayı şekillendiren ana aktörlerden biri ben olacağım. Değişim ancak benim onayım ile gerçekleşir ve yeni yapı belirlenirken masadaki güçlü aktörlerden biri de ben olurum” mesajını vermektedir. Rusya, Suriye krizi ile beraber küresel ölçekte ve Ortadoğu’da gücünün sınırlarını görmektedir. Gürcistan Savaşı ile kendisi açısından stratejik öneme sahip Kafkasya’da en güçlü aktör olduğunu gösteren Rusya, Suriye meselesi ile “hala süper güç ve Ortadoğu’da önemli aktörlerden biri olduğunu” göstermeye çalışmaktadır. Dolayısıyla Suriye meselesi çıkarlarını korumanın ötesinde doğrudan dış politikası ile ilgilidir. Libya’da hata yaptığını düşünen Rusya Suriye’yi kaybederse Ortadoğu politikasında hiçbir etkinliği kalmayacağını bilmektedir. Ayrıca Rus savunma sanayinin gerçekleştirdiği ihracatın yaklaşık %10’u Suriye’ye gerçekleştirilmektedir. Rusya’nın Suriye’de 20 milyar dolara yaklaşan yatırımları bulunmaktadır. Bunların yanı sıra demokratikleşme ve parçalanma dalgasının kendi sınırlarına dayanmasını istememektedir. Bir diğer önemli neden ise Arap isyanlarının yaşandığı ülkelerde siyasal İslam’ın güçlenmesidir. Rusya, Suriye’de de olası bir rejim değişikliğinde Müslüman Kardeşler ve Selefiler’in iktidara geleceğini düşünmektedir. Rusya, siyasal İslam’ın yükselişini kendi Müslüman azınlıkları, Çeçenistan sorunu gibi konuları kendi adına olumsuz etkileyeceği ve güvenlik sorunu yaratacağı düşüncesiyle kaygı içinde takip etmektedir. Dolayısıyla Fas’tan başlayarak, Tunus, Libya ve Mısır’da iktidara gelen siyasal İslamcı akımların güçlenme ve belki de ilerde kendi sınırlarına içine taşınması sürecine Suriye üzerinden set çekmeye çalışmaktadır.

Batı kampını Suriye konusunda ikircikli davranmaya iten ve ortak bir duruş sergilemeye engel olan ise Esad sonrasının kestirilemiyor olmasıdır. Esasında Batı açısından İran ve Hizbullah ile yakın ilişki içindeki Esad yönetimi yerine Türkiye ve dolayısıyla Batı ile daha uyumlu olması muhtemel Sünni Arap iktidarı istenebilir. Irak işgalinin İran lehine yarattığı güç dağılımı Suriye’de gerçekleşecek bir değişim ile tersine çevrilmek istenebilir. Yeni Suriye’nin Batı ile yakın ilişki içindeki Sünni ülkeler kampına katılması tercih edilecektir. Ancak esas endişe kaynağı El Kaide’nin de Sünni bir hareket olması, olası bir rejim değişikliğinde El Kaide’nin istikrarsız ortamdan yararlanabilme olasılığıdır.

Son olarak,  Suriye sorunu ve jet krizi Türkiye açısından olumsuz sonuçlar doğurmuştur. Suriye’nin saldırısının arkasında Rusya’nın da olabileceği tespiti doğru ise, Rusya Türkiye’nin oynamaya çalıştığı bölgesel süper güç rolünü sorgulatmayı amaçlamaktadır. Suriye krizi sırasında sıkça tartışmaya açılan Türkiye’nin sert gücünün kapasitesi ve bunu kullanma iradesi yönündeki soru işaretleri jet krizi ile beraber artmıştır. Uluslararası Kriz Grubu analizcisi Hugh Pope ortaya çıkan bu gerçeği şu sözlerle ifade etmektedir: “Türkler Ortadoğu’ya mal satabilirler, Ortadoğu halklarının evlerinde Türk ürünleri bulunabilir. Ancak Türkiye’nin bölgedeki devletlere güç enjekte etme kapasitesi çok sınırlı.” Dolayısıyla; Arap isyanları, Suriye ayaklanması ve jet krizi Türkiye’nin dış politikadaki sınırlarını görmesini sağlamıştır. Sizin kurmak istediğiniz düzene karşı ortaya çıkacak meydan okumaların öngörülebilmesi gerekliliği anlaşılmıştır. Hepsinden önemlisi ise bu meydan okumalara karşı uygulayabileceğiniz etkin dış politika araçlarınız olup olmadığının hesaplanması gerektiği ortaya çıkmıştır. İstikrar olmayan bir bölgede istikrara dayalı bir dış politika önermek fayda sağlamamaktadır. Dolayısıyla bu süreç Türk dış politikasının daha gerçekçi bir zemine oturmasını sağlayacaktır.

Yazının İngilizcesi için tıklayınız…

 

Oytun Orhan

ORSAM Ortadoğu Uzmanı

A.İ.B.Ü. Doktora Programı

 

Kaynak: ORSAM

Sosyal Medyada Paylaş

LEAVE A REPLY

Please enter your comment!
Please enter your name here

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.

Tarih:

Beğenebileceğinizi Düşündük
Yazılar

Orta Güçler Çok Kutuplu Bir Dünya Yaratacak

Dani Rodrik - Cambridge Bu yazı ilk olarak 11 Kasım...

Amerika Bir Sonraki Sovyetler Birliği mi?

Harold James, Princeton Üniversitesi'nde Tarih ve Uluslararası İlişkiler Profesörü. Bu...

Stabil Kripto Paralar Doların Küresel Statüsünü Koruyabilir

Paul Ryan, ABD Temsilciler Meclisi'nin eski sözcüsü (2015-19), American...

Avrasya’da Kolektif Güvenlik: Moskova ve Yeni Delhi’den Bakışlar

Collective Security in (Eur)Asia: Views from Moscow and New...