Film adı: Ekümenopolis: Ucu Olmayan Şehir
Yapım Yılı: 2011
Yönetmen: İmre Azem
Süre: 88 dk
Türü: Belgesel
Ekümenopolis: Ucu Olmayan Şehir, modernleşmenin ve kapitalizmin ekonomik ve sosyal etkilerini İstanbul üzerinden ele almaya çalışan bir belgesel. Belgeseli kapsamlı ve başarılı bulmakla birlikte bitirir bitirmez aklımda şu başlık belirdi: Sürdürülemez Şehir İstanbul. Peki neden sürdürülemez? Bunun cevabını bulmak için öncelikle sürdürülebilirlik nedir diye bakmamız lazım. Sürdürülebilirlik Brundtland Komisyonu raporuna göre “Bugünün gereksinim ve beklentilerini, gelecek nesillerin kendi gereksinim ve beklentilerini karşılayabilme olanaklarından ödün vermeksizin karşılayabilmek” (WCED, 1987) anlamına gelmektedir. Ekolojik krizin fark edilmeye başlandığı dönemde ortaya çıkan bu kavram, bu krizin çözülememesi ve tam tersine artması ile hayatımızda önemli bir yer kaplar oldu. Giderek kavramsallaşması ile sürdürülebilirlik ve sürdürülebilir kalkınma; ekonomik kalkınma, sosyal gelişme ve çevre koruma olarak 3 boyutta incelenmeye başlandı. Ben de Ekümenopolis belgeselini bu üç başlık altında inceleyerek neden İstanbul’un neden sürdürülemediği konusunda fikirlerimi açıklayacağım. Öncelikle İstanbul’u bu noktaya getiren yakın tarihine bir bakalım.
Kapitalizmin pazar ihtiyacı küreselleşmeyi yarattı. Küreselleşmenin bir sonucu olarak dünyadaki büyük olaylar ve krizler aynı ekonomik sistemde olan her ülkeyi çeşitli şekillerde etkiledi. Türkiye’de de durum farklı değildi. İkinci Dünya Savaşı bitiminde dünya iki kutba ayrıldı. Bir tarafta süper güç olarak beliren Amerika varken öbür yanda ise komünist Sovyetler Birliği vardı. O dönemde liberal politikalar yürütmek isteyen Türkiye, Amerika’yı tercih etti. Bu tercih İstanbul’u, o zamanlar Sovyetler ile özdeşleştirilen demir yollarının tasfiye edilmesi ve onun yerine otoyollar yapılması şeklinde etkiledi. Bu, Marshall yardımları ile de desteklendi. Marshall yardımları ile tarımda makineleşme arttı ve bunun sonucunda iyice fakirleşen yoksul köylü nüfus, itici göç ile büyük şehirlere yöneldi. 60’lı yıllarda yapılan sanayi atılımları bu sefer çekici göç etkisi yaparak köylerden şehirlere göçü arttırdı. Bu göçü en çok alan şehir ise yine İstanbul’du. Kırdan gelenler ucuz işçi gücü olarak sanayileri doldurdu. Aynı zamanda da sanayilerin çevrelerine yerleşerek gecekonduları oluşturdular. Gecekondular, sanayiciler ve onlarla iyi ilişkiler kuran hükümet için mantıklı idi çünkü işçiye kirada kalabilmesi için yeterli para vermesine ya da işçi konutları yapmasına gerek kalmıyordu. 70’lerde Amerika’da patlak veren petrol krizi Türkiye’yi doğrudan etkileyerek ülkeyi ciddi bir ekonomik krize soktu. Bu krize cevap olarak Dünya’da ve Türkiye’de sermayeyi kurtarması için neo-liberalizm uygulanmaya başlandı. Neo-liberal politikalarla özelleştirilen devlet birikimleri üretici olmaya çalışan Türkiye’yi bu konumdan çıkararak hizmet sektörüne ve tüketime yönelmesine sebep oldu. Gelir uçurumu ve emlak rantı arttı. Bu, İstanbul’da vahşi bir kentleşmeyi beraberinde getirdi. İkinci köprünün yapılması, alışveriş merkezleri, yeni yollar, yeni binalar kenti hızla değiştirdi. Hala devam etmekte olan bu politikalar kenti aynı şekilde değiştirmektedir. Peki bu değişim ekonomik olarak sürdürülebilir midir? Bunu anlamak için şu an uygulanan politikaları daha detaylı incelememiz gerekir.
Ekonomik sürdürülebilirliğin ilk şartı sosyal ve çevresel faktörlere negatif etkisinin olmamasıdır. Yani sermayedeki artış doğal ya da sosyal sermayeye etki etmemelidir. Belgesele göre, modernizm ile bağdaştırdığımız inşaat ve otomotiv sektörleri ekonomik kalkınmamızın baş aktörleridir. İnşaat sektörü yabancı ve yerli yatırımcılara büyük projeler için kent alanları vaat etmekte ve buradan rant sağlayarak gelişmeye çalışmaktadır. Üçüncü köprü gibi projelerle arabaya bağımlılığın artması, otomotiv sektörünün de gelişmesini sağlamakta. Bu iki sektör de gelişirken sosyal ve çevresel kaynaklarımızı sonuna kadar sömürmekte, inşaat sektörü vadettiği kent topraklarını fakir halktan alırken otomobillere yol açacak mega projelerde kentin doğal alanlarını yok etmektedir. Bu yönelimler sürdürülebilir olmadığı gibi karlı da değildir. Bugün İstanbul’da hem konut sorunu hem de konut fazlası aynı anda bulunmaktadır. İnşaat sektörü ise giderek değersizleşmektedir. Bunu inşaat mühendisliğinin yerleşme sıralamalarına bakarak bile görebiliriz. 2002 yılında ODTÜ’nün taban sıralaması 7366 iken 2020 yılına geldiğimizde 43551 olmuştur. Diğer üniversitelerde de benzer sonuçlar bulunmaktadır.
Ekonomik sürdürülebilirliğin olmaması ve yanlış politikalar, sosyal hayatı ve şehir hayatını derinden etkiledi. Bu da sosyal sürdürülebilirliğin olmadığı bir şehir yarattı. Kentsel sosyal sürdürülebilirlik, bir kentin insan etkileşimi, iletişim ve kültürel gelişim için uzun vadeli, uygulanabilir bir ortam olarak işlev görme yeteneğidir (Bramley ve Power, 2009: 31). Belgeselde Ayazma, Sulukule ve Tozkoparan örneklerinden gördüğümüz üzere kentten yoksul kesimi uzaklaştırmaya yönelik bir yaklaşım var. Bu uzaklaştırma TOKİ’nin işlemediği bilinen toplu konut sisteminin kar edebilmesi, aynı zamanda da bu alanlara yeni konutların kurulabilmesi için yapılıyor. Bu durum kenti sınıfsal olarak parçalara bölerken kutuplaşmayı da beraberinde getiriyor. Aynı zamanda bu toplu konutlar izole, iletişimden ve eğlenceden uzak olduğundan yaşanabilir olmamakla beraber birçok aile için ekonomik açıdan da karşılanabilir değil. Aynı plansız uzaklaştırma durumunu bir başka örnekte görebiliriz. Modernizmin sonucu olarak bulunduğumuz tüketim toplumunda her tükettiğimiz şey bize bir plastik kapla beraber gelir. Bu durum büyük miktarda atık oluşturur ve her birimiz her gün poşetlerce atık oluşturup dışarı atarız. Bu atıkları çevremizde görmek istemediğimiz için atıklar şehirden uzakta bilmediğimiz yerlerde atık dağları olarak beklerler. Bugün modernizmin geldiği noktada insanlar artık atık konumuna gelmiş durumda. Vasıfsız olarak nitelendirilen insanların, yoksulluklarından dolayı barınma hakları hiçe sayılarak şehirden uzaklaştırılması bence ancak bu anlama gelir. İki durumda da uygulanan uzaklaştırma sürdürülebilir olmadığı gibi bir çözüm de değildir. Gecekondu mahalleleri bir sorun ise bu sosyal bir sorundur buna konut sorunu gibi yaklaşılmamalıdır.
Ekolojik açıdan da durum iç açıcı değildir. Doğal sınırlarını aşmış olan kent düzenli olarak büyümekte hem kendi hem de komşu bölgelerin doğal kaynaklarını tüketmektedir. Üçüncü köprünün yapılmış olması ve Kanal İstanbul Projesi gibi mega projeler kentin azalmış doğal yaşam alanlarına zarar vermektedir. Bununla birlikte bu projelerden gelen asıl zarar, bu yapıların doğal bir çıktısı olarak o bölgelerde nüfusun artmasıdır. Bu duruma kanıt olarak 1988’de yapılan Fatih Sultan Mehmet köprüsünün etkisi ile o hat üstünde bulunan Sultanbeyli gibi küçük köylerin bugün büyük yerleşim yerleri olması verilebilir. Nüfusun artışı yeni bölgelerde doğal kaynakların tüketilmesini beraberinde getirir. Aynı zamanda çevre etki değerlendirme raporları yapılmadan ya da dikkate alınmadan yapılan şehirleşme ve mega projeler afet riskini de arttırmaktadır. Doğal olmayan bu afetler insan yaşamı ve doğal hayat için büyük tehlikedir.
Sonuç olarak İstanbul şu an sürdürülemeyecek bir şehirdir. Bugün yapılan hataların sonuçları gelecek nesillerin yükü olmuş durumdadır. Bu durumun asıl sorumlusu ise insanı denklem dışına çıkaran yanlış politikalardır. Çözüm de burada aranmalıdır. Bunun için Kopenhag örneğine bakılabilir. Kopenhag her yıl dünyanın en yaşanabilir kentleri arasında olan bisiklet ve yaya dostu bir kent. Fakat 60’lı yıllara baktığımızda araba sayısı ve trafik açısından diğer modern kentlerden farkı olmadığı bilinmekte. Bugünkü başarısı, karar vericilerin sivil toplum tarafından etkilenmesi sayesinde değişen politikalarla oldu. Bugün Kopenhag’da araba ile şehir içinde yolculuk yapmak, toplu taşıma veya bisiklet kullanmaktan daha zor. Bunun bir sonucu olarak insanlar daha çevre dostu, daha sağlıklı ve sürdürülebilir bir kentte yaşıyorlar. Şehirleri bizler yaratıyoruz fakat devamında bu tasarımımız bizim hayatımızı doğrudan etkiliyor. Tam da bu yüzden belgeselde de altı çizildiği gibi şehirlerimizi korumak ve insan için olan şehirlerde yaşamak için örgütlenerek karar vericileri etkilemeliyiz. Ancak bu şekilde kendi kendine yetebilen ekonomik, sosyal ve ekolojik olarak sürdürülebilir şehirlerimiz olabilir.
Oğuz Emre Kabakçı
Sosyoloji Çalışmaları Staj Programı
Kaynakça:
Bramley, G., ve Power, S. (2009). Urban Form And Social Sustainability: The Role Of Density And Housing Type. Environment and Planning B, Planning and Design, 36(1), 30-48.
World Commission on Environment and Development. (1987). Our Common Future. Oxford University Press.