Türkiye’nin geleceğini ilgilendiren en önemli sorun olarak görülebilecek olan Kürt Realitesi’ne ilişkin tartışmalar yeni anayasa çalışmalarına paralel olarak son dönemde büyük bir artış göstermiş olsa da, gelinen noktada çözümün tarafları olarak görülebilecek aktörler arasındaki algıya dayalı yorum farklılıkları, sürecin olumlu bir yönde ilerletilebilmesine mani olmakta ve bu nedenle silahlar patlamaya devam etmektedir.
Hâlbuki Kürt Sorunu’nun demokratikleşme, insan hak ve hürriyetlerine saygı ile yönetimsel reform çabaları aracılığıyla çözülebileceğinden hiç kimsenin bir şüphesi yoktur. Zaten yeni anayasa tartışmalarının ortaya çıkmasına neden olan en önemli husus, toplumun tüm kesimleri ile oluşturulacak konsensüs bazında Kürt Sorunu’na kalıcı bir çözüm bulabilme duyarlılığı olarak belirmektedir. Zira Türk toplumunun 30 yıldan fazla bir süredir devam eden yaygın şiddet ve silahlı çatışma ortamından bezdiği, son dönemde özellikle şehit cenazelerinde ortaya çıkan görüntüler ve Van Depremi sonrası ortaya çıkan kardeşlik temalı söylemler ve uygulamalar ile yeniden gözler önüne serilmiştir.
Kürt Sorunu’nun çözümü noktasında, hükümetin özellikle 2009 yılından sonra ortaya koymuş olduğu açılım politikasının bir noktaya kadar oldukça başarılı bir sonuç verdiği söylenebilir. Her şeyden önce bu politika sayesinde devlet, ihmal ettiği ve etno kültürel farklılıklarını sürekli olarak bastırmaya çalıştığı Kürt halkının çok büyük bir çoğunluğu ile duygusal ve siyasal bağlarını yeniden tesis etmiş ve asimilasyoncu/inkârcı zihniyetten uzaklaşmıştır. Bu çok önemli bir noktaya işaret etmektedir zira geniş çaplı bir toplumsal/siyasal reform sürecine girmeden önce reform sürecinin üzerinde ilerleyeceği altyapıyı oluşturmak ve duygusal bağları tesis etmek oldukça zor bir aşamadır. Ne var ki, gelinen noktada devlet ile Kürt kökenli vatandaşları arasındaki temas alanı oldukça genişlemiştir ve bu zaman dilimi esnasında toplumu oluşturan diğer kesimler bazında çok büyük bir mağduriyet ya da şikâyet belirtisi ortaya çıkmış da değildir. Tabii aşırı milliyetçi ve hatta ırkçı zihniyetleri Türk ya da Kürt fark etmeden bu sınıflandırmanın içerisine koyabilmemiz mümkün değildir. Ancak şunu da belirtmek gerekir ki, sorunun taraflarından biri olan ve Türk milliyetçiliğini temsil eden kişi ve kuruluşlar, hükümetin açılım politikasını sürekli olarak eleştirmiş ve bu politikanın başarısızlığına vurgu yapabilmek için çoğunlukla popülist söylemlere ve eylemlere başvurmuş olmalarına karşın, pek de etkili olamamışlardır. Kuşkusuz bu durum, sorunun çözümü noktasında halkın önemli bir bölümünün inisiyatif almaya hazır olduğunu göstermektedir. Ne var ki, aynı durum devrimci/sosyalist tezlere sarılıyor olmasına karşın aslında otoriter Kürt milliyetçiliği tabanında hareket etmekte olan BDP/KCK/DTK ve tabii ki bu parti ve örgütlerin asıl kaynağı olan PKK için söylenemez. Zira bu kesim, açılım süreci esnasında Türkiye Cumhuriyeti’nin bütünlüğünü ortadan kaldıracak ve toplumsal ayrışmayı beraberinde getirecek söylemler ile eylemler içerisinde bulunmuş ve dünyada hiçbir bağımsız devletin kabul edemeyeceği “demokratik özerklik” adı verilen bir siyasal projeyi inatla hükümetin önüne koymuştur. İktidar, geçtiğimiz aylarda da ortaya çıktığı üzere geniş kapsamlı bir toplumsal/siyasal reform ve barışın tesisi için, 2009 yılından itibaren birçok kez BDP/PKK tarafı ile arabulucular eliyle temasa geçmiş olsa da, BDP/PKK kanadının demokratik özerklik denilen projeden hiçbir şekilde vazgeçmemesi temasların sona ermesine ve silahların yeniden patlamasına neden olmuştur.
Tam olarak içeriğinin ne olduğu anlaşılamamasına karşın demokratik özerklik projesinin bu haliyle bağımsız bir devlet tarafından kabul edilmesinin imkânı yoktur. Türkiye Cumhuriyeti, geçmiş dönemlerde, güvenlik eksenli endişeler, demokratik az gelişmişlik ve Soğuk Savaş döneminin oluşturduğu siyasal dengeler ekseninde, Kürt kökenli vatandaşlarının dilini, kültürünü ve en önemlisi etnik aidiyetini sindirmeye ve inkâr etmeye yönelik eylemlere girişmiştir. Zaten böyle bir politikanın uygulandığı, dönemin yetkili kişileri tarafından birçok kez itiraf edilmiştir. Şimdi tam da bu tarz politikaların tamamıyla terk edilmek üzere olunduğu ve bu çabayı anayasal güvenceye de kavuşturmaya yönelik girişimlerin ön plana çıktığı bir dönemde, hiç de gerçekçi olmayan bir tarihsel/siyasal hülyanın ürünü olarak ortaya konan demokratik özerklik projesi, şüphesiz ki kabul edilmeyecektir. Esas itibarıyla, Güneydoğu Anadolu Bölgesi ile Doğu Anadolu’nun bir bölümünde kendi yasama, yürütme ve yargı gücüne sahip olacak ve komünist idarelerde görüldüğü üzere halk komiteleri ve siyasal komiserlik usulüne tabi bir yerel yönetim tabanında teşkilatlandırılacak ve kendisine ait güvenlik kuvveti olacak bir siyasal aktör oluşturmayı hedefleyen demokratik özerklik projesi, içeriğine daha yakından bakıldığında tek parti/aktör tabanında oluşturulacak modası geçmiş bir totaliter-Stalinist bir yapıyı öngörmektedir. Demokratik özerkliği ortaya atan BDP/PKK’nın bir diğer emeli de, dış politika itibarıyla Kuzey Irak, İran ve Suriye Kürtleri ile ortak bir gelecek tasarlayabilmek ve bu yönde de konfederal bir siyasal yapı oluşturabilmektir. BDP/PKK, son genel ve yerel seçimlerde de görüldüğü üzere, siyasal anlamda iktidar partisi ile kendileri arasında sıkışmış olan Kürt halkını demokratik özerklik projesini hayata geçirerek tamamıyla kendi yanına çekmek ve Türkiye’yi öncelikle toplumsal anlamda bölmek istemektedir. Bu yapı hayata geçirildiği takdirde, PKK’nın şehir ve dağ kadrosu siyasal kontrolü tamamıyla ele alacak ve bölge halkı üzerinde, mevcut konjonktürde, illegal olarak uyguladıkları toplumsal, ekonomik ve siyasal baskıyı meşru temeller üzerinde kurgulama imkânına kavuşacaklardır.
BDP/PKK’nın bu projesine karşılık, iktidarın üzerinde durması gereken en önemli kriterler; yeni anayasanın etnik referanslar temelinde oluşturulmaması, açık bir anayasal vatandaşlık tanımının yapılması ve bu tanımın ayrıştırıcı değil, kapsayıcı olması, Kürt kimliği ve diğer etnik ve dinsel kimliklerin ifade edilmesi noktasında hiçbir soruna mahal verilmemesi, bölge farkı gözetmeksizin devlet okullarında, başta Kürtçe olmak üzere, yerel dillerin seçimli dil olarak Türkçe ile birlikte öğretilebilmesine yönelik bir düzenleme yapılması ve yerel yönetimlere sağlanan yetkilerin kapsamının dramatik bir şekilde artırılmasıdır. İfade ve örgütlenme hürriyetinin önündeki engellerin kaldırılması, yeni anayasanın temel ilkesi olması gerektiği için bu noktada fazlaca değinilmek istenmemektedir. Yani Türkiye Cumhuriyeti, ortaya koyacağı yeni anayasa ile Kürt Sorunu’nun çözümü noktasında Kürt kökenli yurttaşlarına tanımaya başladığı bireysel sosyo-kültürel hakları, daha kapsayıcı bir zemine oturtmalı ve bu hakların kullanımının önünde hiçbir hukuki engel tanımadan, demokratik yönetişimin en önemli parçası olan yerel yönetimlerin güçlendirilmesine öncelik tanımalıdır.
Hükümet ile BDP/PKK çizgisi arasında ortaya çıkmış olan bu derin siyasal algı farkı, kuşkusuz Kürt Sorunu’na barışçıl bir çözüm bulabilme çabalarını da olumsuz yönde etkilemektedir. Hükümetin attığı adımlara samimi bir cevap alamamış olması halkın özellikle BDP’ye olan tepkisini artırırken, aynı şekilde Kürt halkı içerisinde de derin kırılmalar meydana gelmekte ve BDP’nin temsil ettiği çizgi marjinal ve doyumsuz bir kitle olarak yaftalanmaya başlanmaktadır. Bu durum, yeni anayasa tartışmalarına da olumsuz bir şekilde yansımakta ve anayasada Kürtlerin haklarına ve temsiline ilişkin çok sesli bir ortamın oluşması engellenmektedir. Bunun en önemli nedenlerinden biri de, BDP/PKK çizgisinin Kürt aydınlarına ve sorunun çözümüne yardımcı olmak isteyen diğer aktörlere olan olumsuz ve baskıcı tavrıdır.
Bugün gelinen noktada, tarafların sorunun çözümüne odaklanma konusunda büyük bir sorun yaşadığını görüyoruz. Kuşkusuz bu sorunun ortaya çıkmasının en önemli nedeni, yukarıda bahsetmeye çalıştığımız farklılaşan siyasal çıkarlar ve algılardır. Hükümet, iyi niyetli olarak attığı adımların karşılığını göremediği için, Kürt açılımını şimdilik kaydıyla bireysel kültürel haklar temelinde sınırlı tutmuş ve BDP ile onun uzantısı olan KCK’ya karşı siyasal ve diplomatik itibarsızlaştırma girişimlerine yönelmiştir. Aynı şekilde PKK’ya karşı sınır içerisinde ve sınır ötesinde girişilen geniş çaplı ve etkili askeri operasyonlar da terör ile mücadelenin terk edilmeyeceğini gösterme bakımından önemli bir mihenk taşıdır. Hükümetin bu eylemlerine karşılık olarak ise, PKK’nın kırsalda ve şehirlerde ses getirecek yeni eylem olanakları araştırmaya başladığını görebiliyoruz. Aynı şekilde BDP de, sivil itaatsizlik ve meclis boykotu seçeneklerini yeniden masaya koyarak siyasal gücünü ve etkinliğini artırmanın peşindedir.
Kürt Sorunu’nun barışçıl çözümü noktasında devletin ortaya koyduğu tezler ile PKK/BDP çizgisinin aşırıya kaçan istemlerinin uyuşmuyor oluşu, terör belasının bir süre daha gündemde kalacağını gösteren önemli bir göstergedir. Ancak hükümetin attığı demokratikleşme adımları sürdüğü ve yeni anayasa bağlamında daha geniş bir alana yayıldığı müddetçe PKK/BDP çizgisinin toplumsal ve siyasal desteği daha da azalacak ve Kürt halkı ile bu aktörler arasındaki duygusal bağlar bir süre sonra kopacaktır. Bu süreçte tarafların yapmaları gereken en önemli şey, yeniden masaya oturabilme iradesini göstererek, devletin bütünlüğü ile demokratik haklar çerçevesinde en optimal çözümü ortaya koyabilmeleri olacaktır.
Göktürk TÜYSÜZOĞLU
Giresun Üniversitesi
Uluslararası İlişkiler Bölümü Araştırma Görevlisi