“Sivil Toplum ve Ötesi”, Gülnur Acar Savran’ın yazdığı, “sivil toplum” kavramının 20. yüzyılın sonlarına doğru kazandığı ivmeden ve günümüzde kullanılan anlamından ayrılarak siyaset teorilerinin içindeki sivil toplum kuramının açıklandığı kitaptır. Acar Savran, kitabında Rousseau, Hegel ve Marx’ın sivil topluma bakışını, sivil toplumu nasıl konumlandırdıklarını, sınırları ve eleştirileriyle beraber detaylandırarak inceler. Birbirinden ayrı üç bölüm gibi görünen kitap, aslında üç düşünürün de birbirileriyle benzerlik ve farklılıklarının gösterilmesi açısından bir bütün olarak düşünülmelidir. Çünkü kitapta da bahsedildiği üzere, Hegel’in Fransız Devrimine karşı olumlu, Rousseau’ya karşı olumsuz tavrını anlamak için önce Rousseau’nun sivil toplumu nereye konumlandırdığını bilmek gerekir.
Kitabın Giriş bölümünde sivil toplumun 1970 sonrası dönemde, gelişmemiş ülkeler tarafından ulaşılması gereken bir hedef, varılması gereken bir nokta olarak algılandığını görmekteyiz. İlerleyen paragraflarda sivil toplum, bir “sosyalizm umudu” olarak karşımıza çıkıyor. Bu umut kimi çevreler tarafından, az gelişmiş ülkelerde sıkça gözlemlenen güçlü devlet ve zayıf toplum dinamiğinden dolayı “romantik bir hayal” olarak da adlandırılıyor. Tam da bu noktada Gramsci’ye atıfta bulunan yazar, hegemonya kavramı ve sivil toplum ile olan ilişkisinden de bahsediyor. Gramsci’nin en yalın şekilde özetlenebilecek, sivil toplumda hegemonya sahibi olanların iktidarda da egemen (hegemon) olabileceklerine dair görüşü, azgelişmiş ülkelerin “sivil toplum” ve sosyalizm umutları açısından yeni bir tartışma başlatıyor.
Rousseau ve Sivil Toplum
Rousseau ve Sivil toplum bölümü, siyasi düşünceler tarihinin en temel kavramlarından olan “doğa durumu öğretisi” ile başlıyor. Hobbes, Locke ve Rousseau birbirinden farklı üç doğa durumundan ve bu doğa durumundan çıkıp devletin nasıl kurulacağından bahsederler. Hobbes, doğa durumunun bitmek tükenmek bilmeyen bir savaş olduğu düşüncesine dayanarak doğa durumundan çıkışın, insanın kendi gücünü istediği gibi pratiğe dökme yetisinden kurtulmak için tek çıkış görür. Doğal hak ve yasa pratikleri, doğa durumu dışında sivil toplumda da işlerliğini korur. Acar Savran’a göre, Hobbes’un içinde yaşadığı iç savaş ortamı ona, sivil toplumun çatışmalı yapısını anlamak için bir olanak sağlamıştır. (Acar Savran, 2013) Hobbes’un güvenlik eksenli şekillenen doğa durumu öğretisi Locke’da yerini mülkiyet, emek ve doğa kavramlarına bırakır. Locke’a göre belirli bir siyasi otoriteye bağlanana kadar yaşanan dönem doğa durumu olarak adlandırılır. Locke, mülkiyet kavramını insanın doğa üzerindeki emeği üzerinden anlatır. Bu, sadece insanın kullanacağı ve kendi için ortaya koyduğu bir emek, dolayısıyla mülktür. Ancak, paranın işin içine girmesiyle beraber mülkiyet, kümülatif bir kavram haline gelir. Locke, tam da bu yüzden paranın doğa durumuna ait olduğunu savunur. (Acar Savran, 2013, sf. 37) Tam da bu sebeple her bir insanın emeğinin, yani mülkünün, korunması amacıyla bir siyasal topluma gerek vardır. Rousseau her iki düşünürden de farklı olarak doğa durumundaki insanın basit bir yaşama sahip olduğunu ve yukarıda anlatılan kompleks sistem ve durumların içinde yer almadığını söyler. Bu sebeple doğa durumu ile sivil toplumu birbirinden tamamen ayırması tutarlı bir görüştür. Çünkü Rousseau’ya göre sivil topluma geçiş için büyük bir dönüşüm gerekir. (Acar Savran, 2013, sf. 67) Ona göre sivil toplum, öz çıkarların kendini gösterdiği bir yerdir. Çünkü siyasal toplum ortak bir çıkar için hizmet etmeli; eğitim yoluyla vatanseverlik inşasında bulunmalı ve bütün insanları ortak bir genel çıkara yönlendirecek motivasyona sahip olmalıdır. Din ve eğitimle sağlanması amaçlanan bu genel çıkara toplumları yönlendirmenin yolları da “sivil bağlar” olarak adlandırılır. Acar Savran bu durumu şöyle özetler: “Rousseau için törenler, bayramlar, yarışmalar, topluluğa özgü özel bir ruh durumu yaratmanın yollarından bazılarıdır. (Acar Savran, 2013, sf. 56). Bu bağlamlarda birey çok belirli bir bütünün parçası haline gelir ve bütüne somut bağlarla bağlanır.” Son olarak Rousseau, iktisat konusunda da Locke’dan ayrı bir çizgidedir. Locke’un parayı doğa durumu içinde tanımlaması karşısında Rousseau, doğal insanın basitliğine vurguda bulunarak ticaret, para ve diğer iktisadi ilişkilerin “biriken servetlere” ya da aşırı yoksulluğa yol açtığını söyler. Bunun yanında ekonomik olarak bağımsız ve diğer uluslara muhtaç olmayan bir ekonomi modeli çizer.
Hegel ve Sivil Toplum
Hegel’in sivil toplum anlayışında bir sivil toplum/devlet kopukluğu ya da karşıtlığı karşımıza çıkar. Ona göre doğa durumunda eşit olmayan insanlar, aynı şekilde sivil toplumda da eşit değillerdir. Gerçek özgürlüğü ve gerçek birliği devlette bulan Hegel, sivil topluma bile bu bakış açısından bakar. Hegel, Fransız Devrimi’ni ömrü çoktan dolmuş feodal sistemin bir yok oluşu ve “özgürlüğün kendini geliştirme sürecindeki en belirgin” olarak tanımlamasına rağmen Rousseau’yu eleştirir. Ona göre hükümdarın, yani siyasal toplumun dışında kalan sivil toplumda bir halk egemenliğinden bahsetmek saçmadır. Kurduğu devlet kuramı açısından Hobbes’u öven Hegel, tutarlı bir bakış açısıyla gerçek özgürlüğün devletle geldiğini ve öncesinde doğada bir özgürlükten bahsedilemeyeceğini öne sürer. Hegel sivil toplumu, eşitliğin olmadığı ve çatışmaların olduğu bir yer olarak tanımlar. Rousseau’ya ve onun öne sürdüğü sözleşme kuramına yönelttiği eleştiriler de bu doğrultudadır. Rousseau’nun ortaya koyduğu sözleşmede sivil bağlar, vatanseverlik ve din gibi konularla sağlanan genel çıkara yönelik yönetim, bir devlet tasviridir. Ancak Hegel, böylesi bir birliğin sivil toplum içinde var olabileceğini ve bunun devlette olması gereken birlik durumuna uymadığını söyler. (Acar Savran, 2013, sf. 169) Hobbes’un doğa durumu öğretisine yakın bir pozisyonda duran Hegel, insanın doğa durumunda özgür olmadığını ve emek ile doğa durumundan kurtulup, devlette özgürlüğü bulacağını tekrar yineler. Acar Savran’a göre: “genellikle köle-efendi diyalektiğinin, Hegel’in siyasallık öncesi, toplumsallık öncesi durumdan sivil topluma geçiş öyküsü olduğu kabul edilir.” (Acar Savran, 2013, sf. 191) Hegel sivil toplum eleştirilerinde, sivil toplum/devlet kopukluğunu bir sorun olarak tanımlar ve sivil toplumu bireyci bir alan olarak ortaya koyar. Sivil toplumda evrensellik yoktur. Bu da onu çatışma ve eşitsizlik bir alan haline getirir. Sivil toplum, servet birikimini arttırır ve “yoksullar yığınını” oluşturur. (Acar Savran, 2013, sf. 215) Meslek birliği ve zümrelerin en başta sivil toplum ile devlet arasında organlar olduğu görüşünü ortaya atsa da bu iki grup sadece sivil alan-siyasal alan kopukluğunu yeniden üretir. Sivil toplumu kendi içinde problemlere boğarak dış müdahaleye muhtaç bırakır.
Marx ve Sivil Toplum
Marx, kendisinden önce yapılan sivil toplum kuramları, sivil toplum ve devlet ilişkileriyle ilgili farklı bakış açısını en baştan ortaya koyar. Ona göre hem Rousseau’da hem Hegel’de kendini gösteren, sivil toplumun çatışmalı çözümlenemez yapısı ve kendi içinde giderek karmaşıklaşan sorunları ancak sivil toplumun aşılmasıyla çözülür. Bu da büyük bir dönüşümü gerektirir. Marx, bir siyasal toplum ve sivil toplum ayrımına girmeden sivil toplumu, kapitalist üretim ilişkilerinin bir sonucu olarak açıklar ve sivil topluma siyasal iktisadi perspektifinden bakar. O sivil toplumu, emeğin sömürüsü ve özel mülkiyet kavramlarının doğal bir sonucu olarak tanımlar. Marx’ın en temel farklarından biri “emek” kavramına verdiği ontolojik önceliktir. Bu onun sivil toplum anatomisini ve eleştirilerini tutarlı bir çerçevede birleştirir. Acar Savran, kitabın Marx’ın Sivil Toplum Eleştirisi isimli bölümünün Sivil Toplumun Anatomisi isimli alt başlığında sivil toplumla ilgili söyle bir tanımda bulunur: “Devletin, toplumdan kopuk bir ‘siyasal devlet’ olarak oluşması sivil toplumun kuruluşuyla aynı tarihsel sürecin ürünüdür; ya da tersinden bakıldığında ‘siyasal devletin’ varlığı, toplumu o özgüllüğü içinde yani sivil toplum olarak belirler.” (Acar Savran, 2013, sf. 263) Marx’ın Fransız Devrimi’ne bakış açısı Hegel’den farklıdır. Ona göre devrim, siyasal bir sivil toplumdan siyasal olma özelliğini almış, siyasalla sivili ayrı toplumlara koymuş ve ortaya siyasal olmayan bir sivil alan çıkarmıştır. Bu sebeple sivil toplum, kişisel ve ekonomik ilişkilerin yaşandığı bir alan olarak varlığını sürdürür. Bu belirli ilişkiler, sivil toplumu sivil toplum yapan en belirgin özelliklerden biridir. Marx’ın sivil toplumun anatomisini yaparken başvurduğu iki önemli kavram daha vardır. Bunlar, kapitalist üretim ilişkileri öncesinde görülen, bizatihi sivil toplum ve kapitalist sistemle ortaya çıkıp gelişen arı sivil toplum ayrımıdır. Emeğin metalaşması ve insanın kendisi için değil başka insanların amaçları için emek harcaması, metalaştırılan bu emek üzerinden bir iktisadi ilişki kurulması da insanı kendine yabancılaştırır. Yani kapitalist sistem hem bir sivil toplum kurucusu hem de insanı kendine yabancılaştıran bir mekanizmadır. Bir diğer önemli nokta, sivil toplumun altyapı ile üstyapının birleştiği nokta olmasıdır. Acar Savran’a göre Marx’ın sivil toplum eleştirisi, sivil toplumun dönüşümü için elverişli bir teori sunar. Sivil toplumu aşmak ve gerekli dönüşümleri sağlamak için ortaya koyduğu gerçeklik diğer düşünürlerden farklı olarak olanaklı ve gerçekçi olarak temellendirilmiştir. Marx’a göre dönüşüm, özel mülkiyetin negatif, emeğin ise pozitif temeli üzerine kurulmalıdır.
AYŞE DENİZ ÖZTÜRK
Sivil Toplum Okumaları Staj Programı
KAYNAKÇA
Gülnur Acar Savran, Sivil Toplum ve Ötesi, 1. Baskı, Ankara: Dipnot Yayınevi, 2013.