Uluslararası sistem bağlamında çok önemli bir role sahip olan ve küresel hegemonyası gittikçe zayıflayan ABD’nin dahi kendi pozisyonunu koruyabilme ve konsolide edebilme noktasında çok büyük bir role sahip olduğunu açıkladığı Doğu Asya, sistemik kırılmaları beraberinde getirebilecek ve küreselleşmenin kuşatıcı etkisi sayesinde tüm dünyayı etkisi altına alabilecek çok önemli değişimlerin eşiğinde bir görünüm sergiliyor. Küresel ve bölgesel aktörlerin medya organlarında geniş çaplı bir yer edinen bu mücadelenin Türk medyasına yansımaması ise büyük bir gaflet ve ülkemizin içe kapanık görüntüsünün bir serencamı olarak algılanabilir. “Gözden ırak olan, gönülden de ırak olur”, ya da “bana dokunmayan yılan bin yaşasın” tarzı bir yaklaşımla hareket eden Türk medyası iç siyasete dair anlamsız tartışmalar ile sarmalanıp, dış politika haberi kontenjanını Arap Baharı ve ABD seçimlerine dair haberlerle geçiştirirken, uluslararası sistemik altyapıyı şekillendirmesi beklenen Doğu Asya’da dünyanın ikinci ve üçüncü büyük ekonomik gücü olan Çin ve Japonya’nın toprak tabanlı bir siyasal çatışmanın içerisine sürüklenmiş olması gözden kaçırılmaktadır. Hâlbuki bu iki dev ülke arasındaki çatışmanın içeriğinin ve bu çatışmanın yaratabileceği sistemsel yan etkilerin yakından irdelenmesi gerekmektedir.
Çin ile Japonya’yı derin bir siyasal çatışmanın tam ortasına iten neden, Doğu Çin Denizi’nde Japonya’ya bağlı Okinawa Adası’nın 370 km güneybatısında, Çin ana karasının ise 350 km doğusunda yer alan ve üzerinde insan yaşamayan adaların sahipliği meselesidir. Tarihsel bir boyuta sahip olan ve Japonların Senkaku, Çinlilerin ise Diaoyu adını verdiği 5 ada ile 3 kaya parçasından oluşan adaların yarattığı problem aslında 100 yıldan fazla bir süredir devam ediyor. Pekin Yönetimi, adaların 1400’lü yılların ortalarından bu yana kendisine ait olduğunu iddia edip bu yönde haritalar yayınlarken, Japonya 1900’lü yılların başında Japon balıkçıların adalarda çektirdikleri fotoğrafları ve Japon İmparatorluğu’na bağlı Okinawa Yönetimi’nin bölgede yaptığı çalışmaları, Senkaku Adaları’nın sahipliğinin kendisine ait olduğunu gösteren birer delil olarak sunuyor. Adalar üzerinde hak iddia eden bir başka aktör ise, BM tarafından bağımsız bir ülke olarak tanınmayan ancak Çin’den bağımsız hareket eden, Avro-Atlantik İttifakı’nın siyasal ve askeri destek verdiği ve belirtilen adalara Çin ve Japonya’dan daha yakın olan Tayvan (Senkaku-Diaoyu Adaları bu ülkenin 260 km kuzeydoğusunda yer alıyor)’dır. Nitekim adalar, 1895’e kadar, o dönem Çin’e bağlı bir yönetime sahip olan Tayvan aracılığıyla yönetilmiştir. Yani Tayvan’ın adalar ile tarihsel ve yönetimsel bir bağının olduğuna dair yaklaşımı anlamlıdır. Ne var ki, Tayvan o dönemde mevcut siyasal konumuna haiz değildi. Bugün de BM tarafından siyasal bağımsızlığı tanınmadığı için, adaların geleceğine ilişkin tartışmalarda kayda değer bir aktör olarak değerlendirilmemektedir. 1895’e kadar Çin’e bağlı Tayvan tarafından yönetilen Senkaku-Diaoyu adaları, o tarihte Japon işgaline uğramış ve İkinci Dünya Savaşı sonrasında da ABD tarafından Çin’e iade edilmemiştir. Zira Çin, o tarihlerde komünist ideolojiye geçiş yapmış ve ABD’nin başını çektiği “özgür dünyaya” muhalif bir ideolojik-siyasal görünümü benimsemişti. ABD, 1972 yılında, yani Çin Halk Cumhuriyeti’nin BM tarafından resmen tanınmasının hemen ardından Senkaku-Diaoyu Adaları’nı Japonya’ya bağlı Okinawa Yönetimi’ne devretmiştir. Ne var ki, Çin, bu kararı hiçbir zaman kabul etmemiş ve adaların Çin’e bağlı olduğunu her ortamda ifade etmeye devam etmiştir.
Senkaku-Diaoyu Adaları’nın bu denli önem kazanmasına neden olan faktörlerden biri, aynı zamanda siyasal birer rakip olan tarafların uluslararası sistemik yapılanma çerçevesinde rakip kamplarda yer almaları ve sorunun sistemik bir mahiyete sahip olması ise, diğeri de adaların bulunduğu bölgenin 370 km açıklarında çok zengin petrol ve doğalgaz yataklarının bulunmasıdır. Hatta bölgede yer alan petrol ve doğalgaz rezervlerinin Basra Körfezi ile yarışacak düzeyde olduğu belirtiliyor. Bu zenginlik, adalar 1972 yılında Japonya’ya devredilmeden önce de ABD’liler tarafından biliniyordu. Zira araştırmayı ABD şirketleri gerçekleştirmişti. Adaların Japonya’ya teslim edilmesi, bu enerji zenginliğinin ABD’nin siyasal, askeri ve sistemik müttefiki olan Japonya’nın elinde kalmasının istendiğini gösteriyor. Zira böylece ABD’li şirketler Japon devleti ile yapacakları karlı antlaşmalar ile ABD’nin çıkarlarının korunmasını sağlayabileceklerdi. Nitekim ABD ile Japonya arasında 1960’ta imzalanmış olan Karşılıklı İşbirliği ve Güvenlik Antlaşması’na göre ABD, yabancı saldırılara karşı Japon topraklarının güvenliğini sağlayacağını da kaydetmişti. Bu büyük taahhüdün Japonlar tarafından karşılıksız bırakılmadığı ve sistemik gerekçelerle önümüzdeki dönemde de bırakılamayacağı ortada. Çin ise, bu denli büyük bir zenginliğin tam ortasında yer alan ve bu zenginliği kontrol etme şansı tanıyan Diaoyu adalarını kontrol edebilmenin ne denli önemli olduğunun farkındadır. Çin’in içerisinde bulunduğu ekonomik büyüme ve bu büyümenin ihtiyaç duyduğu enerji ihtiyacı göz önünde bulundurulduğunda, küresel manada lider ülke olabilmeyi amaçlayan bu ülkenin Diaoyu ve çevresinde yer alan enerji zenginliğine nasıl yaklaşması gerektiği rahatlıkla ortaya çıkmaktadır. ABD, Çin’in bu yaklaşımını kolaylıkla öngörebildiği için 2004 yılında adaların Japonya’ya ait olduğunu tekrar açıklamış ve böylece Çin yönetimini uyarmıştır.
Çin ile Japonya, Asya-Pasifik Bölgesi’nde yaşanacak herhangi bir siyasal kırılmanın sistemi büyük çaplı bir çatışmaya sürükleyeceğinin farkında olduklarından şimdilik kaydıyla herhangi bir askeri mücadeleye girişmiş değildirler. Hatta iki ülke 2008 yılında imzaladıkları bir antlaşmaya Senkaku-Diaoyu ve çevresinde yer alan doğalgaz yataklarının ortaklaşa işletilmesini kararlaştırmıştır. Ne var ki, bu yönde henüz olumlu bir adım atılabilmiş değildir. Bu bağlamda Çin denizaltı ve gemilerinin zaman zaman Senkaku Adaları çevresinde Japon karasularını ihlal etmesi, bu ülkenin kendi tezlerini ve varlığını Japonya’ya hatırlatma gayesi taşımaktadır.
Geçtiğimiz hafta içerisinde Çin-Japonya İlişkileri’nin yeniden gerginleşmesine neden olan faktör de Senkaku-Diaoyu Adaları olmuştur. Zira Japonya, Japon bir işadamının (Kunioki Kunihara) özel mülkü olarak bilinen adaları 26 milyon dolara satın alıp millileştireceğini açıklamıştır. Bu durum Çin hükümeti ve halkı nezdinde büyük bir tepkiye yol açmış ve açıklamanın, İkinci Dünya Savaşı öncesinde Japonya’nın Çin’e bağlı Mançurya’yı işgal etmesini beraberinde getiren olayla (Mukden Olayı) çakışması sonucu Çin bağlamında büyük bir milliyetçi dalga oluşmuştur. Gösterilen tepki, Japonya’nın Çin büyükelçiliği ve Çin’de faaliyet gösteren Nissan, Toyota, Honda, Sony, Panasonic, Canon, Uniqlo, Aeon Marketler Zinciri, Mazda, vb. Japon şirketleri ya Çin’deki üretimlerini durdurmuşlar ya da belli bölgelerdeki mağazalarını güvenlik gerekçesiyle kapatmak zorunda kalmışlardır. Çin ile Japonya arasındaki ticaret hacminin yıllık 345 milyar dolar olduğunu ve Çin’in Japonya’nın birinci ihraç pazarı olduğunu hesaba katarsak durumun ciddiyeti daha iyi anlaşılabilir. Aynı şekilde Japonya, Çin’in üçüncü büyük ticaret partneridir ve Japon ekonomisinin ayakta kalabilmesi noktasında Çin’in çok büyük bir rolü vardır. İki ülke arasındaki kriz, dünya piyasalarında da ciddi bir kriz beklentisine yol açmıştır.
İki ülke arasındaki kriz derinleşme eğilimi gösterirken, Çin’i ziyaret eden ABD Savunma Bakanı Leon Panetta, özellikle Çin tarafına sükûnet tavsiyesinde bulunmuştur. Bu tavsiyenin arkasında, ABD’nin Çin ile olan sistemsel rekabeti ve bu bağlamda Japonya’ya verilen desteğin yeniden gözler önüne serilmesi amacı bulunmaktadır. Bilindiği gibi, Çin, ABD liderliğindeki Avro-Atlantik İttifakı’nın sistemik hegemonyasına başkaldıran küresel aktörlerden biridir ve bu yönde Rusya ile ortak bir inisiyatif geliştirme arayışı içerisindedir. Çok kutuplu bir uluslararası sistem arayışında olan Çin, bu bağlamda bölgesinde aktif bir tutum sergileyerek, Asya-Pasifik Bölgesi’ndeki Avro-Atlantik etkinliğini kırmaya çabalamaktadır. Çin, Japonya’yı, ABD’nin bölgedeki en önemli temsilcisi olarak görmekte ve son dönemde Takeshima (Dokdo) Adaları Krizi muvacehesinde ortaya çıkan Japonya-Güney Kore ayrılığını da göz önünde bulundurarak Japonya üzerindeki baskıyı arttırmaya çabalamaktadır. Japonya ise, sistemsel müttefiki olan Güney Kore ile yaşadığı Takeshima (Dokdo) Adaları Krizi’nde içerisine sürüklendiği pasif tutumdan uzaklaşmak ve etkisini giderek artan milliyetçi söylemleri baskılamak için Senkaku Adaları’na yönelmeyi ve bu sorunu kendi lehine tam manasıyla çözümleyebilmeyi tercih etmiştir. Ne var ki, bu tutum da büyük çaplı bir uluslararası krizi beraberinde getirme tehlikesi yaratmıştır.
Türkiye ve özellikle Türk Basını, uluslararası sistemin ve dolayısıyla Türkiye’nin geleceğini çok yakından ilgilendiren meseleleri göz ardı etmeyi sürdürdüğü müddetçe ülkemizin geleceği okuyan ve şekillendiren bir aktör haline gelebilmesi mümkün değildir. Zira basın toplumsal farkındalık yaratmak zorundadır ve bu farkındalığı yaratabilmek yalnızca iç gelişmeler ve olaylar ile sınırlı kalmamalıdır. Uluslararası ilişkilerin yalnızca komşu coğrafyalardaki gelişmeler, özellikle Arap Baharı bağlamındaki mücadele olmadığının anlaşılması, Türkiye’nin ve Türk Basını’nın dış politika eksenindeki miladı olacak gibi görünmektedir.
Dr. Göktürk TÜYSÜZOĞLU
Giresun Üniversitesi
Uluslararası İlişkiler Bölümü