İşleyen bir demokraside bir siyasi partinin/akımın iktidar olabilmesi, üstelik bunu sık aralıklarla ya da uzunca süredir aralıksız olarak gerçekleştirebilmesi, o partinin ya da hareketin toplum nezdinde kabul gördüğünü ve taban bulabildiğini, toplumla arasında kalıcı bir bağ yaratabildiğini gösterir. Bu nedenle, Türk siyasal yaşamında merkez sağ partilerin niçin bu kadar sık aralıklarla büyük çoğunluklar elde ederek iktidar olabildiklerini anlamaya çalışmak, aynı zamanda kendini solda konumlandıran partilerin, özellikle CHP’nin içsel olduğu sorunları teşhis etme fırsatını verecektir.
Çok partili siyasal hayata geçildiğinden bu tarafa, toplum, bir kez olsun bile kendini solda tanımlayan bir siyasal partiye tek başına iktidar olma izni vermezken, ilki Demokrat Parti (10 yıl), ikincisi Adalet Partisi (6 yıl), üçüncüsü Anavatan Partisi (8 yıl) ve dördüncüsü ise AK Parti (9,5 yıldır sürüyor) olmak üzere, 62 yıllık çok partili demokrasimizin toplamda yaklaşık 34 yılını, bir merkez sağ partiye tek başına iktidar olacak şekilde teslim etti. Kendini solda tanımlayan en örgütlü siyasal güç olan CHP ise, 14 Mayıs 1950 genel seçimleri ile başlatabileceğimiz çok partili demokrasi tarihimizde tek başına iktidar yüzü göremedi ve ancak belirli dönemlerdeki kısa süreli koalisyon ortaklıkları ile yetindi.
Aşağıdaki tabloda, 1950 – 2007 yılları arasında gerçekleşmiş olan genel seçimlerin toplu sonuçları yer almaktadır. Bu tabloya 2011 genel seçimlerini de dahil ettiğimizde, 1950’den bu tarafa tam 16 genel seçim gerçekleştirilmiş (CHP’nin kendini ancak 1965’ten itibaren ortanın solunda ilân etmesini akılda tutarak) ve bu seçimlerin sadece üçünde, kendini solda konumlandıran bir siyasal parti seçimleri birinci olarak bitirirken, kalan 13 seçimde de sağ eğilimli partiler seçimleri birinci olarak tamamlamışlardır. CHP’nin ilk sırada bitirdiği seçim sayısı ise, 2’dir.
Yukarıdaki tabloda dikkat çeken başka bir husus, sağ partilerin toplam oy oranının hiçbir zaman yüzde 50’nin altına düşmemiş oluşudur. Türkiye genelinde sendikal hareketlerin, öğrenci hareketlerinin, sol taleplerin en yoğun olduğu bir dönemde solun en güçlü girdiği ve CHP’nin yüzde 41,39 oy oranına ulaşabildiği 1977 genel seçimlerinde dahi, sağ partilerin toplam oy oranı yüzde 54’ü bulmuştur. CHP’nin ilk sırada tamamladığı 1973 seçimleriyle DSP’nin kazandığı 1999 seçimlerinde de bu durum değişmemiş, sağ partilerin toplam oy oranları yüzde 50’nin üzerinde seyretmiştir.
Salt genel seçim sonuçları üzerinden gerçekleştirdiğimiz yukarıdaki temel hatırlatmalar, 62 yıldır süren bir “vak’a” olduğunu açıkça ortaya koyuyor. Kendilerini siyasetin sağında tanımlayan ve sağ referanslarla siyaset üretmeye çabalayan partiler, esasında 62 yıldır aralıksız kazanırken, kendilerini siyasetin solunda tanımlayan ve sol referanslarla siyaset üretmeye çabalayan partiler de, 62 yıldır aralıksız kaybetmektedirler. Hatta diyebiliriz ki, solun kaybı o denli derindir ki, kazanır gözükürken bile aslında kaybetmektedir; solun seçimleri “kazandığı” her üç genel seçimin sonuçları da, matematiksel olarak bunu doğrulamaktadır.
Merkez sağ hareketleri sık aralıklarla iktidara taşıyan ilk faktör, siyasetin her döneminde bir şekilde “özgürlük” sorununu siyaset üretme süreçlerinin merkezine almaları ve toplumsal talepleri kamusallaştırıp siyasete taşıyacaklarını vurgulayan bir söylemi başarılı bir şekilde üretebilmeleriydi. Kapsayıcılığı ve uygulamada ne kadar sorun çözücü, tutarlı ve derinlikli olduğu tartışma götürse de dört merkez sağ iktidarın ortak özelliği, toplumu yakından ilgilendiren özgürlük sorunlarında “toplumun yanında” yer aldığı izlenimini vermeleri, “siyaseten sorunlu”, yani toplum – devlet geriliminin yüksek olduğu alanlarda çoğunlukla “status quo”ya da mesafe almış olmaları ya da en azından öyle gözükmeyi becerebilmeleriydi. Sözgelimi DP, “Yeter, söz milletindir!” söylemiyle iktidara gelirken, DP’den yarım asır sonra iktidara gelen bir diğer merkez sağ parti olan AK Parti de, yaygın bir demokratikleşme ve özgürlükçü söylemle seçmen karşına çıkacak ve beklediği desteği bulacaktı.
Burada, merkez sağın özgürlükçü söylemi merkezine alması ile ilgili tarihsel bir not, bir bakıma bir şerh düşmemiz ve bu vesileyle DP – AP – ANAP ile AKP arasındaki farkı da kalın bir çizgi ile belirtmemiz gerekiyor. AKP’den önce iktidara gelen merkez sağ partiler, esasında siyasal merkezden türemiş, siyasal merkezin ürünü olan partilerdi ve AKP’nin aksine, siyasal çevreye dayalı bir politik tabanları yoktu. Bu partileri soldaki partilerden, özellikle CHP’den ayıran temel özellikse, AKP öncesi merkez sağ partilerin en azından söylem düzeyinde “özgürlük” konusunu mesele etmiş gözükmesiydi. Nitekim bu partiler, siyasal merkezin partileri olduğundan, esasen hiçbir zaman idealist ve kapsamlı bir özgürleşme, demokratikleşme programları ve hedefleri olmadı. Bir önceki paragrafta vurguladığımız gibi, bu partilerin başarısı, popüler bir dil ve söylem kullanarak, toplumu özgürlükçü söylemleri referans aldıklarını ikna etme becerisine sahip olduklarına inandırabilmeleriydi.
İkinci faktör, sağ partilerin politik söylemlerini kurdukları “dil”in, toplumla bağ kurabilen, bizatihi toplumun içerisinden gelen bir özellikte olmasıdır ki, seçmen, böylelikle bu partilerde kendini görebilmektedir. Gerek lider söylemlerinde, gerek seçim dönemi üretilen ifadelerde, gerekse iktidar dönemlerinde sol partilerden farklı olarak merkez sağ partiler, toplumla doğrudan ilişki kurabilecek popüler bir dili kullanmayı tercih etmiştir ve bu tercih, sağ partilere toplum nezdinde popülarite kazandırırken, soldaki partilerin fazla bürokratik ve akademik olduğu, dolayısıyla toplumla bağının zayıf kaldığı algısı yaygınlaşmıştır.
Üçüncü faktör, entelektüel ve politik zeminde kapsamlı ve idealist bir özgürlükçü programın uzağında olan sağ partiler, kendilerinde içsel olan bu “demokrasi-özgürlük açığı”nı kalkınmacı bir söylemle perdeleyebilmişlerdir. Bu nedenle, sağ partilerin aynı zamanda “projeci” partiler olarak ön plâna çıkması, yine sağ partilerin sol partileri, özellikle sıkça CHP’yi “beceriksizlikle” suçlaması tesadüf değildir. Sözgelimi Demirel, “bu solculara sabah 5 koyun verseniz, akşama 4’ünü kaybeder dönerler.” derken, Başbakan Erdoğan’ın da CHP’ye yönelttiği eleştirilerde sıkça kullandığı ifade, “siz hayatınızda iki koyun güttünüz mü?” ve “bir dikili ağacınız var mı?” gibi, iş yapma/proje üretme odaklı eleştirilerdir.
CHP’ye dönecek ve saydığımız faktörlerle mukayeseli bir anlatıma gidecek olursak, CHP hiçbir zaman demokratikleşme ve özgürlük sorununu “tümden ve ayrım yapmaksızın” ele alıp toplum huzuruna çıkma cesaretini gösteremedi. Bunun iki istisnası olarak, Ecevit dönemi CHP’si ile özellikle son iki yıldır Kemal Kılıçdaroğlı ile değişmeye çalışan, “kısmen yeni” diyebileceğimiz Kılıçdaroğlu CHP’sidir. Sözgelimi 1990’lar ve 2000’ler CHP’si, doğal seçmen tabanı olan Alevilerin sıkıntılarını sahiplenirken ve bu sorunlara dönük çözüm önerilerini kimi zaman dillendirirken, geniş kitlelerinin varlığından rahatsızlık duyduğu ve pek çok gencin mağdur olduğu başörtüsü sorununu dert edinmedi, tam aksine bu sorunda devletçi statükonun sözcülüğünü üstlenmekten imtina etmedi.
Özgürlükçü ve demokrat olmanın ilk şartı, özgürlükler arasında bir hiyerarşinin ve ayrımın bulunmadığını teslim ederek, “herkes”in mağduriyetinin eşit ölçüde önemsenmeyi hak ettiğini kabul etmekten geçer. CHP’nin yıllardır tercih ettiği ve son iki yıldır terk etmeye çabaladığı alışkanlığı, özgürlüklerle mağduriyetler arasında bir hiyerarşi kurarak mağduriyetlerin bir kısmını sahiplenmek, diğer mağdurları da sahiplendiği mağdurların ve partinin temsil ettiği sistemin “öteki”si olarak tanımlamak, böylelikle hem statükocu pozisyonunu korumaya almak, hem de toplumsal düşmanlıklar üreterek bir kaos iklimi ile tercih odağı haline gelmek oldu. Dolayısı ile CHP’nin bu alışkanlığından kurtulma çabası, özgürlükçülüğü tutarlı ve ahlâki bir zemine oturtabilmek için başlı başına bir imkândır.
İktidara gelmek isteyen bir CHP, ya da daha geniş ifadesiyle belirtelim, iktidara gelmek isteyen ve toplumsal çoğunluğu ya da buna yakın bir desteği sık aralıklarla elinde tutmak isteyen bir sol hareket, öncelikle kitlelerin terbiye edilecek yığınlar olmadığını teslim ederek ve Aydınlanma Çağı ilkelerinin coşkuyla karşılandığı modernist zamanlarda yaşamadığımızı teslim ederek, daha açık bir ifadeyle, bugüne uyanarak işe başlamalı. Soldaki siyasal partilerin ve diğer hareketlerin kurtulması gereken hastalıklı alışkanlığın ilki, halâ kendini 19. yüzyılda sanan otoriter, tepeden inmeci toplum düşmanlığıdır. Daha yalın bir ifadeyle dillendirecek olursak, solun önce, kendi içindeki toplum düşmanlarını reddetmesi ve bu zihniyeti ait olduğu yere, tarihin tozlu raflarına göndermesi, bir tercihten öte, zorunluluktur.
Bunu becerebilen bir sol hareket, topluma, insana, siyasete, hayata ve diğer her şeye dair bir yanılma payının varlığını kabul edip, aşkın, mutlak ve evrensel doğrular üzerinden değil de, iknalaşma ve müzakere üzerinden seyreden bir akıl yürütmeyi alışkanlık haline getirebilecek, sol hareketlerin kitleselleşmesini engelleyen en önemli engeli aşarak, toplumla bağ kurabilir hale gelecektir. Kompleks sorunları, çözüm ve politika önerilerini yalın, net ve akıcı bir dille topluma aktarma da, bu sürecin tamamlayıcısı ve iktidar anahtarıdır.
Solun ve daha özelde CHP’nin yıllardır taşıdığı olumsuz özellikler, sistemli ve derin bir demokratikleşme programına sahip olmayan sağ partilerin, yeri geldiğinde “demokrasi kahramanları” olarak anılmasına yol açmasına rağmen şunu hatırlatmak gerek, solun hasta adamlığından kurtulması salt solu iktidara taşımayacak, aynı zamanda Türkiye sağının da içerisinden konuştuğu özgürlük ve demokrasi söyleminin ardının ne kadar boş olduğunu da gösterecek. Bu nedenle solun ciddi bir alternatif haline gelecek kitleselleşmeyi sağlaması, aynı zamanda Türkiye siyasetini de derinden etkileyecek sonuçlar yaratma potansiyeline sahip.
Ne diyelim? Zamanın ruhu, kendini ıskalayanları affetmiyor. Bekleyip, göreceğiz.
Emrah Aslan
Hamburg Üniversitesi
Uluslararası İlişkiler Bölümü Yüksek Lisans