Rusya’da geçtiğimiz hafta gerçekleştirilen seçimlerin ortaya çıkardığı siyasal tablo, bu ülkenin 1990’ların sonlarından itibaren köklü bir hal alan otoriter eğilimli “yönetilebilir demokrasi” anlayışının halk nezdinde sorgulanmaya başladığını göstermektedir. Vladimir Putin’in devlet başkanlığı koltuğuna oturması ile başlatılan siyasal, ekonomik ve toplumsal dönüşüm sürecinin üzerine yapılandırıldığı en önemli araç olan otoriter yönetim kalıplarının sarsılmaya başlaması, Rusya’nın liberal demokrasiye doğru yol alabileceğini ve bu ideolojiyi içselleştirebileceğini düşünenler tarafından olumlu bir sürecin işareti olarak algılanmaktadır. Ne var ki, bölgenin gerçeklerini ve Rus siyasal sisteminin dinamiklerini çok iyi hesaplayan uzmanlar, son parlamento seçimi sonucunda ortaya çıkan tablonun çok da abartılmaması gerektiğini kaydetmektedirler.
Dmitri Medvedev’in devlet başkanlığını yeniden Vladimir Putin’e devretmeye hazırlandığı bir dönemde, Rusya’da gerçekleştirilen parlamento seçimleri, halkın bu değişime ve Rusya’nın içerisinde bulunduğu siyasal ve sosyo-ekonomik duruma ilişkin yaklaşımını anlayabilmek bakımından çok büyük bir önem taşıyordu. Nitekim Medvedev ve Putin üzerinden yürütülen Rusya’nın siyasal görünümü, bu isimlerin tavırları ve eylemleri de dikkate alındığı zaman, otoriter ve baskıcı yönetimlerin özelliklerini tam manasıyla yansıtır hale gelmişti. Öyle ki, Mart 2012’de gerçekleştirilecek devlet başkanlığı seçimlerinin sonucu, daha şimdiden öngörülmüş ve Putin, şimdiki devlet başkanı olan Medvedev’i yeni başbakan olarak dahi tayin etmişti. Bunun yanı sıra, Rus başbakanı Vladimir Putin’in medyaya servis ettiği görüntüler ve fotoğraflar, kendi otoriter yönetimini ve hatta dikta anlayışını, önemli bir bölümü huzursuz olan halka sevimli gösterme girişimi olarak da görülebilir. Zira medya önünde yapılan bu tarz eylemlerin ve sosyal mesaj taşıma kaygısı gözetilerek gerçekleştirilen manevraların, diktatörlüklerde görülen ve liderin şahsını yücelten popülist gösterilerden hiçbir farkı bulunmamaktadır. Geçtiğimiz günlerde gerçekleştirilen parlamento seçimlerinin ortaya koyduğu tablo, Rus halkının yarısından fazlasının, demokrasinin lafzına ve doğasına aykırı olan bu tarz eylemlere ve gösterilere artık 1990’ların sonlarındaki kadar değer vermediğini ortaya koymaktadır. Bu durumun en önemli nedeni ise, Rusya’nın, Soğuk Savaş sonrası içerisine sürüklendiği siyasal, ekonomik ve sosyo-kültürel çöküş sürecinden kurtulmuş olmasıdır. Ne ilginçtir ki, Rusya’nın bu çöküş sürecinden çıkmasını sağlayan en önemli unsur da, Putin’in otoriter kişiliği ve Avrasyacı dış politika pratikleri üzerinde yükselen siyasal yapı olmuştur.
Rus halkının huzursuzluğunu arttıran bir başka önemli faktör de, Rusya’nın benimsediği dış politika anlayışının aşırı çatışmacı olarak görebileceğimiz karakteridir. Soğuk Savaş sonrası, Rusya halkının en önemli özlemlerinden biri de, AB ve ABD ile uyumlu bir Rusya görüntüsünün ortaya çıkması ve Rusya’nın işbirliği sürecini hızlandıran ve bu süreçten en iyi şekilde yararlanabilen uyumlu bir ülke olabilmesidir. Ne var ki, Rusya’nın bugün itibarıyla benimsemiş olduğu eski Sovyet topraklarını siyasal ve ekonomik kontrol altında tutmayı amaçlayan ve işbirliğini dışlayan saldırgan realist dış politika yaklaşımı, bu ülkenin uluslararası sistem bağlamında ABD ve hatta AB ile bölgesel denklemler bağlamında da Karadeniz Havzası ve Doğu Avrupa’da yer alan ülkeler ile ilişkilerini zedelemektedir. Bu durum, işbirliğinin geri plana itilmesine ve Rusya’nın özellikle ABD ile sürekli bir mücadele içerisine sürüklenmesine neden olmaktadır. Kuşkusuz bu durum en çok Rus halkını rahatsız etmektedir. Zira Rusya’nın sosyal refah düzeyini arttırabilmek ve gelir dağılımını dengeleyebilmek için askeri yatırımlara değil, daha çok yatırıma, üretime ve ekonomik işbirliğine ihtiyacı vardır.
Rus halkının en önemli huzursuzluklarından biri de, ülkenin hiçbir zaman kurtulamadığı geniş çaplı yolsuzluk dalgası ve hükümetin benimsediği aşırı merkeziyetçi ve ihtiyaçlarla uyumlu bir görünüm sergilemeyen işlevsiz politikalardır. Medvedev ve Putin’in kontrolündeki Rusya yönetimi, özellikle yolsuzluğu engelleyebilmek hususunda ciddi bir çaba göstermelerine karşın 2011 yılının ilk 9 ayı içerisinde başlatılan soruşturmaların sayısının 11 bin olması durumun vahametini göstermektedir. Aşırı merkeziyetçi yönetimsel uygulamalar ise, Vladimir Putin tarafından kendi liderliği ve partisi etrafında kurgulanan ve ulusalcı tezlerin de aktif olarak kullanıldığı otoriter yönetim anlayışının çok önemli bir parçasını oluşturmaktadır ve kısa bir süre içerisinde değişmesi beklenmemelidir. Rusya’da artan işsizlik oranları ve hayat pahalılığının sürekli bir yükseliş trendi içerisine girmesi de önemli birer memnuniyetsizlik nedenidir. Halkın hayat standardındaki yükselişin durması ve özellikle yatırım eksikliği nedeniyle üretim hacminin düşmesi de ekonomik farkındalığı arttırmaktadır. Rusya’nın son dönemde ciddi bir yatırım eksikliği yaşıyor olmasının en önemli nedenlerinden biri, AB’nin içerisine sürüklendiği ekonomik krizdir. Bu kriz, aynı zamanda Rusya’nın AB ülkelerine gerçekleştirdiği ihracatı da etkilemekte ve bu ülkenin ekonomik gelişiminin arkasında yatan en önemli faktör olan enerji ihracatına ciddi bir darbe vurmaktadır. Rusya’nın henüz yeterli seviyede bir pazar çeşitliliğine gidememiş olduğu da hesaba katılırsa durum daha net anlaşılabilir.
Yapılan parlamento seçimlerinin sonuçlarına göz gezdirdiğimizde, Putin’in liderliğini yaptığı Birleşik Rusya’nın oy oranının %64’ten, %49,3’e gerilediğini ve 450 sandalyeli Duma’daki temsilci sayısının da 315’ten 238’e düştüğünü görüyoruz. Kuşkusuz bu durum çok ciddi bir oy kaybına işaret etmektedir. Seçimler öncesinde Birleşik Rusya’nın oy kaybına uğraması bekleniyordu. Ne var ki, ortaya çıkan sonuç beklentilerin de ötesinde gerçekleşmiştir. Putin ve Medvedev, seçim sonucunu iktidar yorgunluğu ve demokrasinin gelişim seviyesini gösteren önemli bir delil olarak gösterseler de, bu açıklamaların kendi yönetimlerine olan ve birtakım önemli sebeplerine yukarıda değindiğimiz memnuniyetsizliği gizleyemediği ortadadır. Parlamento seçimlerine katılan diğer partilerin oy oranlarına baktığımızda, Komünist Parti’nin %19,19 oy oranı ile 92 sandalye, Adaletli Rusya’nın %13,22 oyla 64 sandalye ve Liberal Demokrat Parti’nin de %11,65 oyla 56 sandalye kazandığını görüyoruz. Seçim sonucunda muhalefet partilerinin Duma’daki sandalye sayıları toplamda 77 adetlik bir artış göstermiştir. Ne var ki, bu seçim sonuçlarının başta Komünist Parti ve meclise giremeyen Batı yanlısı Yabloko olmak üzere, muhalefet partileri tarafından tanınmadığını görüyoruz. Bu partilere ve muhalif hareketlere göre, seçimlerde özellikle Kuzey Kafkasya, Moskova ve St. Petersburg olmak üzere birçok usulsüzlük yapılmış ve Birleşik Rusya’nın oyları artış yönlü olarak manipüle edilmiştir. Açıkçası Rusya’nın otoriter ve baskıcı bir yönetim anlayışına sahip olduğu ve Putin-Medvedev ikilisinin çok önemli gelecek planları da olduğu hesaba katıldığında bu tarz usulsüzlüklerin yaşanabileceği çok açıktır. Nitekim ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton ve AGİT başta olmak üzere birçok siyasal aktör, Rusya seçimlerinde hile ve usulsüz işlemlerin gerçekleştiğini belirtmişlerdir.
Seçim sonuçlarının resmen açıklanmasının hemen ardından, sonuçları kabul etmeyen muhalefet partilerinin ve gruplarının başta Moskova olmak üzere Rusya’nın birçok bölgesinde geniş çaplı gösteriler ve eylemler düzenlediğini ve bu tepki eylemlerinin ülkenin en doğusundaki Vladivostok’tan, en batısındaki Kaliningrad’a kadar yayıldığını görebiliyoruz. Ancak 10 yılı aşkın bir süreden bu yana teşkilatlanmakta olan ve devletin tüm kurumları nezdinde çok başarılı bir merkeziyetçilik anlayışı oturtmuş bulunan Putin liderliğindeki otoriter siyasal anlayışın kısa vadede bu tarz eylemler ile bir değişim dalgasına tutulması beklenmemelidir. Zira halkın yaklaşık olarak yarısı hala Putin-Medvedev ikilisinin yanındadır. Bu nedenle parlamento seçimlerinde alınan hasara karşın, Mart 2012’de Vladimir Putin’in yeniden eski koltuğuna dönmesi neredeyse kesinlik kazanmıştır. Zira Rusya henüz yönetimsel bir değişime hazır değildir. Açıkçası, Avrasya coğrafyası ve Karadeniz Havzası’nın da bu tarz bir sistemik değişime hazır olduğu söylenemez.
Göktürk TÜYSÜZOĞLU
Giresun Üniversitesi
Uluslararası İlişkiler Bölümü Araştırma Görevlisi