ABD’ye Rakip, Hâkim Güç Olma Mücadelesi Bağlamında Rusya Federasyonu’nun Avrasya ve Kafkasya Politikaları
« Kafkasya’da, onun şimdiye kadar dört kez yaralandığını duymuştum başkalarından; yine de annesine hiçbir şey dememişti… »
Lev Tolstoy, 1906, « Au Caucase : récits militaires » Paris, s.12
Öyle bir uluslararası sistemde yaşamaktayız ki artan bilgi ve iletişim teknikleri sayesinde haber almanın bu denli kolaylaştığı günümüzde, ülkelerin giderek artan sayıdaki kozlarını ve karşılaştıkları çok yönlü sorunları teşhis etmek aksine zorlaşmaktadır. İkinci Dünya Savaşı sonrasındaki dönemde ortaya çıkan ve XVII. Yüzyıldan beri süregelen Avrupa merkezliliğine son veren çift kutuplu sistemde Batı Bloğu ABD’nin, Doğu bloğu ise eski SSCB’nin kontrolü altında bulunmakta, bu iki kutba bağlı olmayanlar bağlantısızlar hareketini oluşturmaktaydı. Ancak olup bitenler âdeta yalnızca iki kutbun merkezinde dönmekte, nükleer caydırıcılığa sahip bu iki devletten biri diğerinin hareketlerini takip ederek kararlar almaktaydı. 1945-1954 yılları arasında atom ve hidrojen bombalarına sahip olma yarışı yaşanmıştı. Daha sonraki üç yıl boyunca, çevreleme politikası ile Sovyetler Birliği’nin etrafına bu ülkeyi vurabilecek kısa ve orta menzilli füzeler yerleştirme imkânına sahip olan ABD, bu imkânlardan yoksun olan Sovyetler Birliği karşısında stratejik bir nükleer üstünlüğe sahip olmuştu. Ancak bu durum 1957’de Sovyetler Birliği’nin Sputnik’i uzaya fırlatarak ABD’yi doğrudan vurabilecek uzun menzilli füzelere sahip olduğunu göstermesiyle sona ermişti.[1] Giderek yumuşama dönemine doğru ilerlenmekteydi. 1972’de imzalanan SALT 1 antlaşması her ne kadar saldırgan silahları (Kıtalararası Balistik Füzeler ve Denizaltılardan Atılan Balistik Füzeler) engelleyememiş olsa da iki tarafı artık savunma silahları (Füzesavar Füzeler) üretmemekle yükümlü kılıyordu. Aslında bu büyük bir adımdı, nitekim füzesavar füzelerin yokluğu durumunda karşıdan gelebilecek olası bir saldırıdan daha büyük endişe duyulacak ve bu da daha temkinli davranmayı gerektirecekti.
1991’de SSCB’nin dağılışı iki süper güçten biri olan ABD’nin diğer bir süper güç Sovyetler Birliği karşısındaki galibiyetini simgelemiştir.[2] Vladimir Putin, devlet başkanı olduğu sırada Münih Güvenlik Konferansı’nda çarpıcı bir konuşma yaparak “Tek kutuplu yönetim gayrimeşru ve ahlaksızcadır”[3] diye memnuniyetsizliğini ifade etmişti. Bazıları şu anda ABD, Rusya, AB, Çin, Hindistan ve Japonya gibi ülkelerden oluşan çok kutuplu bir sistemin varlığını savunurken, bazıları da tek kutuplu bir sistemde yaşadığımızı savunmaktadır. 1990 yılında daha henüz SSCB yıkılmadan Körfez Krizi esnasında George Bush “Yeni Dünya düzeni” kavramını ortaya atmıştı. Bu düzen, her ne kadar müttefikleri olsa da ABD’nin küresel lider olması gerektiği fikrini taşımaktaydı. Fakat 11 Eylül 2001 saldırıları ABD kontrolü altındaki sisteme şüpheyle bakılmasına sebep olmuştur. Afganistan ve Irak’ta zorluk yaşayan ABD’nin durumunun bir sonucu olarak çeşitli bölgesel güçler de söz sahibi olmaya başlamıştır. Bu çok kutuplu dünya düzeni, küresel dünyanın jeoekonomik, jeopolitik ve jeostratejik ağırlık merkezinin Atlantik’ten Pasifik (Batı’dan Doğu’ya) yönüne kaydığı, küresel jeopolitik güç mücadelesinin Afro-Avrasya (Afrika-Avrasya ekseni) coğrafyasında yaşandığı, enerji kaynaklarının ve güzergâhlarının daha da önem kazandığı, dinamik, dengeli ve çok aktörlü bir uluslararası yapıyı ifade etmektedir.[4] O halde Karadeniz-Kafkasya-Orta Asya üçgeninin ağırlık merkezini oluşturduğu Avrasya coğrafyasında Rusya-ABD-Çin arasındaki jeopolitik güç mücadelesi daha anlamlı hale gelmektedir.[5]
Çift kutuplu sistemin eski liderlerinden Rusya artık uluslararası sistemde kendisine biçilen rolü kabul etmekte, SSCB’nin izlerini silmeye çalışmaktaydı. 1985’ten beri serbest piyasa ekonomisi ile demokrasiye geçişte ilerlemeler kaydeden ülke, dönemin Devlet Başkanı Mihail Gorbaçov’un glasnost ve perestroyka politikalarıyla kendini süratli bir reform sürecinde bulmuştu. Ancak SSCB’nin yok olması, bastırılmış milliyetçilik ve bağımsızlık hareketlerini açığa çıkarmış ve günümüzdeki Rusya’yı saymazsak toplam 14 bağımsız cumhuriyetin kurulmasına sebep olmuştur. Ayrıca Kafkasya’da da dört tane çok ciddi ayrılıkçı bölge sorunu belirmiştir: Çeçenistan (Rusya), Dağlık Karabağ (Azerbaycan), Güney Osetya ile Abhazya (Gürcistan). Rusya, izi kalmış Sovyet yarasını kapatmaya ve hâlâ iç meseleleri olarak gördüğü eski SSCB ülkelerine nüfuz etme gücünü muhafaza etmeye uğraşırken ABD’yle mücadele edebilme konusunda yetersiz kalmıştı. Çekim alanı olan Avrasya üzerindeki kontrolü de zayıflamıştı. Halen Karadeniz-Hazar Denizi arasındaki istikrarsızlık ve güç boşluğu devam etmektedir.
Avrasya kıtası dünyanın en fazla nüfusuna, doğal kaynaklarına ve ekonomik etkinliğine sahiptir. Brzeziński, ABD’nin üstüne düşen bir görevden bahseder: ABD, çatışmaları ve ilişkileri öyle bir düzenlemelidir ki, hiçbir rakip süper güç Amerikan çıkarlarını tehdit edemesin[6]. Brzezinski Rusya’nın imparatorluk düşleri içerisinde olduğunun altını çizmektedir. Nitekim Rusya dört yüzyıl boyunca (SSCB dönemi dâhil) imparatorluğun genişleme politikası mirasını sürdürmüştür. Bu sebepten dolayı, Kafkasya ve Orta Asya bölgelerinde Rusya’nın hareketlerinin kontrol altına alınmasını önerir.
Pek çok araştırmacı Putin dönemi ağırlıklı olmak üzere Rusya’nın dış politikada Avrasyacılık doktrinini uygulamaya çalıştığından bahsetmektedir. Polonya kökenli Amerikalı politolog Zbigniew Brzeziński’nin “Dev Satranç Tahtası” diye adlandırdığı Avrasya’da oynanan büyük stratejik oyunlar dünyanın kaderini belirleyecektir. Bu yüzden Brzeziński bir röportajda şunları belirtmiştir: « ABD her ne pahasına olursa olsun Avrasya’nın kontrolünü eline geçirmeli ve Rusya’yı her tür imparatorluk hevesinden uzaklaştırmalıdır. Nitekim Avrasya, yani Avrupa-Rusya-Asya’yı kapsayan geniş alan, dünyanın merkezinde yer almaktadır: bu kıtaya hükmeden devlet, dünyaya da hükmeder. Avrasya tarih boyunca dünya hâkimi olma mücadelesi verilen bir satranç tahtası olmuştur. Soğuk savaşın bitiminden beri Avrasya’da öncelik ABD’nin olmuştur, ancak ne bu ne kadar sürecektir? Olası bir rakip veya rakipler grubu birkaç on yılda bu hegemonyayı sorgulayabilir ve bu elbette ki insanlığın yararına olmayacaktır [7]».
Oysa Avrasya nasıl ki ABD için dünya hâkimiyetini sağlamak için gerekliyse, Rusya’nın yaşamsal çıkarları için de aynı ölçüde değerlidir. 1722’de Çar I. Petro (aslında çar olarak bilsek de, kendisi çarlık unvanını kaldırmış, ilk defa imparatorluk unvanını getirmişti) şu sözleri söylemişti: “Rusya’nın çıkarları için mümkün olabildiği kadar İstanbul’a ve Hindistan’a yaklaşmak lazımdır. Buraları elinde tutan Dünya’ya hükmeder. Bunun için de ne gerekiyorsa onu yapmalıyız…” Avrasya’da tek vücut olmak her zaman öncelikli hedeflerden biri olmuştur. SSCB zamanında da Orta Asya ve Kafkaslarda uygulanan iskân politikalarıyla çoğunluk oluşturup devlete isyan edebilecek potansiyelde olan halklar daima karıştırılmış, başka yere göç ettirilmiş veya yok edilmiştir. Günümüzde homojen yapıya sahip olmayan bu bölgeler iç karışıklıklarını bu zekice hazırlanmış planlara borçludur. Azerbaycan’da Avarların, Dağıstan’da Azerilerin; Kırgızistan’da Özbeklerin, Özbekistan’da Kırgızların yer alması bu siyasetin bir meyvesidir. Aynı şekilde Kafkasya’daki özerk cumhuriyetlerden olan Kabardey-Balkar Cumhuriyeti ile Karaçay-Çerkez Cumhuriyeti tamamen bir Türk boyuyla (Karaçaylar, Malkarlar) bir Kafkas halkını (Kabardeyler, Çerkezler) aynı devlette birleştirip ikilik yaratmaktır. Böl, parçala, yönet politikası doğrultusundaki en başarılı stratejilerden biri ise Çerkezleri teşkil eden halkın Çerkez, Adığe, Kabardey olmak üzere üç ayrı isimde, üç ayrı cumhuriyette var olma mücadelesi vermeleridir. Bunlar Adigey Cumhuriyeti, Kabardey-Balkar Cumhuriyeti ve Karaçay-Çerkez Cumhuriyeti’dir. Bir de bütün bunlara Kuzeydoğu Kafkasya’da Dağıstan ve Çeçenistan’da daha etkili olan müridizm hareketi ile diğer Kafkas halklarının daha seküler bir seçimde bulunması da eklenince durum daha da zorlaşmaktadır. Her ne kadar Rus Ortodoks Patriği II. Aleksi’nin “Bize İslam terör, terör İslam dedirtemezsiniz” şeklinde bir çıkışı olsa da ve Putin bu görüşü desteklese de, medyanın terör gruplarını “cemaat” ve “emir” kelimeleriyle bağdaştırması halk arasında ciddi bir ayrılık yaratmaktadır. Bütün bunlar birleşince, bölgenin çatışma ve gerilimlerin odak noktası hâline gelmesi kaçınılmaz olmaktadır.
Kafkas sıra dağları enerjiye giden ve üzerinden muhakkak geçilmesi gereken bir koridor gibidir. Dolayısıyla bölgesel ve küresel güçleri cezbeden bir konumdadır. Bu mücadeleye günümüz uluslararası sistemindeki güçlü oyuncuların kapışmasının eklenmesi kaçınılmazdır. Kuzey Kafkasya’daki olayları iç işleri olarak gören Rusya Federasyonu, Batılı devletlerin direnişçilere destek verdiğini öne sürmekte, bu şekilde içeride “dış düşmana karşı birlik beraberlik duygusu” yaratmak istemektedir. Oysa ülkedeki azınlık halklar dış düşmandan korktuğu kadar Ruslardan da aynı şekilde çekinebilmektedir.
2004’te sona erdiği sanılan saldırıların Moskova’da bir metro istasyonunda ve Domododevo Havaalanında tekrarlanması halkın gözünde; sert tavırlarıyla bilinen, tek ve güçlü Rusya fikrini savunan Putin’in değerini artırmıştır. Putin geçmişteki değerlere bağlı, Ortodoks ve Rus kimliğini yücelten, ülkenin bütünlüğünü taviz vermeksizin savunan politikalarla tanınmaktadır. Bunun öncesinde, SSCB dönemi Tanrı inancını yok etmişti, şimdi ise yabancı ülkelerde Rus Ortodoks kiliselerinin inşası, bakımı ve onarımı Rus diplomatların talepleri arasında önemli yer tutmaktadır. Esasen Ortodoksluğa gösterilen hassasiyet Rus tarihinde hep var olmuştur. 1510’lu yıllarda Pskov Manastırı rahiplerinden Filoyev, yazılı olarak III. Vasili’ye sunduğu görüşünde “Dünya hâkimiyetinin merkezi önceden Roma, daha sonra ikinci Roma’yı temsil eden İstanbul olmuştur. Her iki Roma da düşmüştür. Üçüncü Roma ayaktadır; o da Moskova’dır.[8] Dördüncü Roma asla olmayacaktır” demiştir. Hıristiyanlıktaki teslis inancında Baba, Oğul ve Kutsal Ruh üçlemesi olduğundan toplam üç Roma olduğunu kabul eden görüş Moskova’nın dünyanın sonuna dek hüküm süreceğini öngörmektedir.
Rusya her ne kadar Batı’ya açık olsa da, bazı durumlarda düşmanlık güdebilmektedir. Örneğin Kuzey Kafkasya’daki özgürlükçü hareketleri besleyenlerin insan haklarını savunma bahanesiyle Rusya’yı bölmeye çalışan Batı olduğu görüşünü savunan kişiler vardır. Komünist düşünür Aleksandr Zinovyev “Soğuk savaş döneminde insanüstü propagandalarla milliyetçilik akımlarını uyandırmak isteyenler, Batılı demokrasilerdi. Çünkü SSCB’yi yok etmenin en iyi yolunun onu dağıtmak olduğunu görmüşlerdi” diyerek Batı’yı suçlamayı uygun görmüştür. 1922’de doğan yazar o dönemin ideolojisine sahip biri olarak aslında Stalin’in iç düşman söylevlerini hatırlatmaktadır. İçerideki düşmanı dışarıdan kışkırtmışlardır, amaç Sovyetler Birliği’ni bölmektir. Bu düşmanlaştırma, ötekileştirme fikri düşmanı bir araç olarak görüp ulusal bilinci güçlendirmek amacına hizmet etmiştir. Böylece devletin bekası sağlanacaktı. Tatar kökenli Rus olan Rusya Askerî Bilimler Akademisi Başkanı General Mahmut Gareyev 2007’de yazdığı bir kitabında bu görüşe arka çıkmaktadır: “İç tehditler arasından en tehlikeli olanı terörizm ve ayrılıkçılıktır. Bunları Rusya’nın birliğini ve toprak bütünlüğünü bozmak isteyen dış güçler körüklemektedir.”[9] Başka bir söylevdeyse Duma Güvenlik Komitesi Başkanı Vladimir Vasilyev 2009 yılında, insan hakları savunucusu Natalya Estemirova’nın suikasta kurban gitmesinin ardından düzenlenen bir basın toplantısında “Kuzey Kafkasya’da faaliyet gösteren teröristlerin yurtdışından yönlendirildiklerine ve finanse edildiklerine eminim”[10] şeklinde ifade vermiş, çözüm önerisi olarak bölgedeki ekonomik koşulların iyileştirilmesini savunmuştur.
Kafkas dağ sıralarını bir fiziki haritaya bakarak inceleyince bölgeyi Kuzey ve Güney diye ikiye ayırmak pek akla yatkın olmasa da, “Kuzey Kafkasya” kavramı (bazen “Rus Kafkasları”) Rusya’ya bağlı özerk cumhuriyetlerden, “Güney Kafkasya” ise bağımsız devletlerden bahsetmek için yaygın olarak kullanılmaktadır. Kuzey Kafkasya dünyanın en istikrarsız, etnik yapısı en karmaşık bölgelerinden biridir. Bir türlü çözüme kavuşamayan Çeçenistan sorununda 1994’te ilk Çeçen-Rus savaşının ortaya çıkmasından beri ne Rusya ne de Çeçenistan uzlaşıcı taraf olmamakta direnmektedir. Rusya, Çeçenlerin bağımsızlık isteğine çözüm üretmemekte, Çeçenler ise Rusya’nın toprak bütünlüğünü koruma arzusu konusunda sessiz kalmayı tercih etmektedir. Gerçi iki savaşın ardından halkın büyük bir kısmında bezginlik olduğunu söylemek mümkündür. Ancak Rusya; metro istasyonu, havaalanı gibi yerlerde yaşanan terör olaylarından dolayı gittikçe huzursuzlaşmakta, domino etkisiyle diğer Kafkas halklarının da ayrılıkçı eğilimler göstereceğinden endişelenmektedir. Şu anki ne barış, ne de savaş hâli uzun süreli bir istikrara ve bölgenin kalkınmasına engel teşkil etmektedir.
Gökçe Hubar
Galatasaray Üniversitesi
Siyaset Bilimi IV. Sınıf öğrencisi
[1] Faruk Sönmezoğlu, Uluslararası İlişkilere Giriş, Der yayınları, İstanbul, 2009, s. 39
[2] Tayyar Arı, Uluslararası İlişkiler ve Dış Politika, İstanbul, Alfa Yayınları, 2004, s. 521
[3] http://www.geostrategie.com/1991/ou-va-la-russie-moscou-a-la-recherche-d%E2%80%99une-identite-post-sovietique
[4] Nejat Eslen, “Çok Kutuplu Düzen”, Cumhuriyet Strateji, 15 Aralık 2008, s. 3
[5] http://www.bilgesam.org/tr/index.php?option=com_content&view=article&id=698:souk-sava-sonras-uluslararas-sistemin-analizi&catid=113:analizler-sosyo-kultur&Itemid=151
[6]http://books.google.com/books?id=RuQ8EbLlPD0C&q=Zbigniew+Brzezinski&dq=Zbigniew+Brzezinski&hl=tr&ei=fxNXTfqHM5DOswbAncGlCw&sa=X&oi=book_result&ct=result&resnum=1&ved=0CCgQ6AEwAA, “The Grand Chessboard: American Primacy and Its Geostrategic Imperatives”
[7] http://www.entrefilets.com/Brzezinski_Eurasie.htm
[8] “Novgorod Knezliği’nden XXI. Yüzyıla Rus İmparatorluk Stratejisi”, Doç. Dr. Mesut Hakkı Caşın, 2006, s.63
[9] M. Gareev, “La Russie sera l’arbitre géopolitique des conflits à venir”, 2007, s.5
[10] Ria Novosti, http://www.fr.rian.ru/russia/20090717/122378001.html