Suriye’de neler olduğunu takip eden herkes, meselesinin çıkmaza girdiğini görüyor. Mahir Esad komutasındaki 4. Zırhlı Tümen’in Humus’u kuşatarak adeta Ortaçağ’dan kalma muhasara yöntemleriyle şehri teslim almaya çalışması meselenin traji-komikliğini de, bu kuşatmaya cevaben yapılabileceklerin ne kadar sınırlı olduğunu da gösterdi. Peki bu kadar tartışma, toplantı ve gürültüye rağmen neden bir şeyler değişmiyor?
Bitmez tükenmez tartışmaların en önemli nedeni siyasa ile siyaset arasındaki farkın yeterince anlaşılamaması. Bir konuda hangi kararın alınacağı siyasi bir konu iken, o alınan kararın nasıl, hangi tedbirlerle ve kimler tarafından uygulanacağı ve sonuçlarının neler olacağı ise bir siyasaya ilişkindir. Sorun, siyaseten bir pozisyonu savunanların, bu siyasi tercihin nasıl bir siyasa seti ile hayata geçirilebileceğini düşünmüyor ya da bilmiyor olmaları. Suriye’de yaşanan trajedi konusunda pozisyonu olanlar, bu pozisyona uygun alınması gereken tedbirlerin hangi sırayla, hangi yetenek ve kabiliyetlerle ve ne tür bir planlama ile elde edilebileceğini konuşmuyorlar. “Esad gitsin!” gibi sloganik de olsa siyasi bir tercihi vaz eden pozisyonu sahiplenenler, neler yapılırsa, kimler tarafından ve hangi sırayla, nasıl bir zamanlama ile yapılırsa Esad’ın gidebileceği konusunda gerçekçi bir şey söylemiyorlar. Benzer şekilde “Esad kalsın” diyenler de neden, nasıl ve hangi şartlarla kalması gerektiğini ya da kalabileceğini söylemiyorlar. Karşılıklı sloganlara mahkûm edilen tartışmada gerçek sorunlar ise tartışılma imkânı bulamıyor. Buradaki siyasa sorununa üç ayrı konudan örnek verebiliriz.
Muhalefet birleşir mi?
Suriye muhalefetinin şu an için iki ayrı kanadı var: Suriye Ulusal Konseyi (SUK) ve Ulusal Koordinasyon Komitesi (UKK). Merkezi Paris’te bulunan, İstanbul’da da ofisi olan Ekim 2011’de liberaller, İslamcılar gibi unsurlardan oluşturulan SUK, Suriye’ye yabancı askeri müdahaleyi, güvenli bölgeler ve insani yardım koridoru oluşturulmasını savunuyor. Merkezi Şam’da bulunan, Eylül ayında oluşturulan ve ekseriyetle sol ve sosyalistlerden oluşan, İslamcılara yer vermeyen UKK ise yabancı askeri müdahaleye itiraz ederek, sorunun içeride çözülmesini savunuyor. Bu iki gruptan SUK Suriye’deki yerel ve dağınık askeri grup ve grupçukların ortak adı olan Hür Suriye Ordusu’nu (HSO) Suriye halkının savunucusu olarak görürken, UKK ise HSO ile herhangi bir ilişkiye girmiyor. Şimdi tekrar baştaki konuya dönersek, yani “Neden Suriye’de bir şey yapılmıyor?” sorusuna cevap arıyorsak, ilk adreslerden birisi muhalefetteki bu bölünmedir. Suriye muhalefeti kendi içindeki ihtilafları çözemediği için üzerinde uzlaşılmış bir yol haritası ortaya konulamıyor. Daha da önemlisi, muhalefetin ana akımından birisi dışarıda bırakıldığında yapılacak bir uluslararası müdahalenin meşruiyeti tartışmalı hâle geliyor. Herhangi bir tedbirin uluslararası hukuk açısından meşruiyeti Suriye halkını temsil edecek birleşik bir muhalefetin oluşturulması zorunlu. Türkiye’de düzenlenen Suriye muhalefeti toplantılarının amacı da, dağınık Suriye muhalefetinden temsil kabiliyetine sahip bir muhatap oluşturmaktı. Her ne kadar bu konuda mesafe alındıysa da, ‘Suriye’nin Dostları’ toplantısına UKK’nın gelmemesi, hem süreci yavaşlatıyor, hem de meşruiyet ve muhatap sorununun devamına yol açıyor.
Benzer bir siyasa sorunu da ilki 24 Şubat’ta Tunus’ta yapılan ‘Suriye’nin Dostları’ toplantısında neden karar alınamadığı üzerine odaklanmıştı. Bu sorunun cevabı çok basit: Bu toplantı karar almak için yapılmadı. Duygusal pozisyonu siyasi pozisyonla harmanlayanlar için bu cevap tatmin edici olmayabilir. Ancak hâlihazırda Suriye’de yapılabilecek olan herhangi bir uluslararası müdahale için gerekli yasal ve meşru merci BM Güvenlik Konseyi’dir. Şubat ayında Rusya ve Çin vetosu BM’den Esad yönetimi aleyhinde karar çıkmayacağını gösterdi. O halde muhtemel bir uluslararası müdahale hangi meşruiyetle yapılacaktır? Benzer bir durumda Libya konusunda BMGK’dan karar çıkmasına rağmen, kararı uygulama mercii olan NATO müdahalesini Türkiye engellemişti. Şu anda BMGK kararı olmaması, NATO’ya konunun havale edilmesini engelliyor. Daha da önemlisi ABD’nin de müdahale konusundaki tereddütleri NATO’dan beklentileri de azaltıyor. O halde ortada tek bir yol kalıyor: Suriye yönetimini belli kararları almaya zorlayacak uluslararası bir koalisyon. Bu koalisyonun meşru olması da yine hem katılıma hem de muhalefetin örgütlenmesine bağlı. BM Genel Kurulu üzerinden yapılanan Suriye’nin Dostları toplantısı işte tam da bu ihtiyaçtan dolayı örgütlendi. O nedenle toplantının yapılması başlı başına bir ‘şey’dir. Suriye yönetimine verilmiş son derece güçlü bir mesajdır. Toplantının sonraki ayaklarında muhtemelen muhalefet birleştirilmeye çalışılacak, katılımcı ülkeler arasında ortak pozisyon belirlenecek ve gelecekteki bir askeri tedbiri de içerebilecek adımlar için gerekli çalışmaların zemini oluşturulacaktır. Bu siyasa adımları düşünülmediği takdirde bu toplantı ile ilgili yorumlar da eksik kalacaktır.
Yardım koridoru ve güvenli bölge
Suriye’de rejimin şiddet kullanması konusunda duyarlı kesimlerden gelen taleplerden biri de insani yardım koridorları ve güvenli bölgelerin ihdas edilmesi. Türkiye’de bile önde gelen gazeteciler ve dış politika uzmanlarından bu konuda son derece hümanist/ahlakçı talepler duyulabiliyor. Oysa insani yardım koridoru ya da güvenli bölge hümanist bir eylem değil, askeri bir müdahaledir. İnsani yardım koridoru düşman güçten korunduğu takdirde bir anlam ifade eder. Bu nedenle de bu tür tedbirlerde sıcak çatışma ve doğrudan savaş ihtimali son derece yüksektir.
Oysa şu anda Suriye’de böylesi bir tedbiri almaya gönüllü herhangi bir askeri birlik ya da ülke yok. Bu konuda son derece sert konuşan Suudi Arabistan ve Katar’ın da bu konuda çekingen, başka bir ordu savaştığı takdirde bedelini ödemeye hazır ancak kendi askerini gönderme konusunda tereddütlü olduğunu söyleyebiliriz. Somut olarak konuşmak gerekirse, Türkiye’de İdlib’e oluşturulacak bir insani yardım koridoru, Suriye’nin iktidar alanındaki bir bölgede askeri koruma sağlayacağı için hasmane bir askeri tedbirdir ve Suriye’ye tek başına savaş açmak anlamına gelir. Bu da Türkiye’yi tek başına işgalci konumuna koyarak hedef haline getirir. Bu tür tedbirler ancak uluslararası meşruiyeti ve askeri sorumluluğu paylaşıldığında anlamlı bir öneri haline gelebilir. Rejimin şiddetinden kaçan sivillerin koruma altına alınacağı güvenli bölgeler oluşturulası talebinde de benzer sorunlar mevcuttur. Hâlen Humus, Hama ve İdlib gibi şehirlere saldıran ordunun şiddetinden kaçan sivillerin korunacağı güvenli bölgelerin de bu şehirlerin etrafında kurulması gerekir. Oysa bu tür tedbirler açık alanda, kırsal bölgelerde, sivillerin olmadığı, havadan ve karadan askeri korumanın olduğu durumlarda anlamlıdır.
Srebrenica’da BM tarafından oluşturulup korunamayan bölgede yaşanan trajedi hatırlanırsa, askeri tedbir olmadan güvenli bölge oluşturmak tam anlamıyla katliama davettir. Güvenli bölgeye sağlanacak koruma ise Suriye topraklarına doğrudan askeri müdahale anlamına gelir. Bunu üstlenecek ne bir ordu ne de bir ülke mevcut şu an uluslararası arenada. Tüm ülkelerin birbirine topu attığı ortamda, birilerinin bu yükü Türkiye’nin sırtına bindirmeye çalışması ise sadece basit bir kurnazlıktan ibarettir. Meclis Başkanı Cemil Çiçek’in Riyad’da bir gazetecinin sorusuna cevaben ‘Türkiye’yi gaza getirmeye çalışanlar’dan bahsetmesi aslında sorunu özetliyor. Bu iki tedbir de göründüğü gibi insani ya da ahlaki görünmelerine rağmen Türkiye’yi tek başına savaşa sokabilecek riskli taleplerdir.
Bu örneklerde de görüldüğü gibi, siyasi tercihle siyasa ihtimaller arasındaki kopukluk, sahadaki duruma verilecek tepki konusunda son derece akıl dışı talepler doğurabiliyor, durumun doğru değerlendirilmesini engelliyor. Türkiye’de son zamanlarda yapılan tartışmaların kör dövüşüne dönmesinin ardında da maalesef birçok alanda bu tür siyasa alternatiflerini düşünmeyen ya da bilmeyen aydınlar rol oynuyor.
Nuh YILMAZ
George Mason Üniversitesi
Kaynak: Star Gazetesi