Hizbullah’a yakın (8 Mart ittifakı) 10 Bakanın istifasının hemen ardından Cumhurbaşkanı Mişhel Süleyman’ın kontenjanından hükümete seçilen Devlet Bakanı Adnan Hüseyin Seyyid’in de istifasını sunmasıyla Saad Hariri liderliğinde (14 Mart grubu) kurulan milli Lübnan hükümeti 14 ay sonra çöktü. Bakanların istifası Başbakan Hariri’nin ABD Başkanı Barack Obama ile ikili görüşmesinden yarım saat önce gerçekleştirilmiş olması da Hizbullah liderliğinde 8 Mart grubunun ABD’ye ve Hariri’ye verdiği bir mesaj olarak algılanmıştır. Esasında Lübnan’daki hükümet krizin getirdiği istikrarsızlığı ortadan kaldırmak için son beş aydır Suudi Arabistan ve Suriye’nin yoğun bir çaba harcadığı ve sorunun en azından hükümetin düşürülmesiyle sonuçlanmadan aşılacağı beklentisi bulunmaktaydı. Ancak gelinen noktada taraflar arasında soruna konu olan Uluslararası Lübnan Özel Mahkemesi ile Lübnan hükümeti arasında nasıl bir ilişki kurulacağı konusunda derin farklılıklar olduğu görülmektedir. 8 Mart grubu Mahkemeyi İsrail’in yönlendirdiği bir kurum olarak görürken ve Hariri ise Mahkemenin soruşturma ve ardından da yargılama sürecinin tamamlamasından yana tavır belirlemiştir.
LÜBNAN’DAKİ KRİZİN KÖKENİ VE TARAFLARIN POLİTİKALARI
Hizbullah’ın hükümete verdiği desteği çekmesinde rol oynayan en önemli olay kuşkusuz Saad Hariri’nin Uluslararası Lübnan Özel Mahkeme ile işbirliğini sürdürmesinden kaynaklanmaktadır. nitekim 2006 başında başlayan ve son 2009 Eylülünde yeni bir birlik hükümetinin kurulmasıyla son bulan siyasi krizin temel nedeni de dönemin Lübnan hükümetinin BM Güvenlik Konseyi ile uluslar arası Lübnan mahkemesinin kurulması sürecinde işbirliği yapması olmuştu. Sinyora’nın Başbakanlığında gündeme gelen BM’nin Hariri suikastını araştırması ve ardından bir uluslararası mahkeme kurma girişimleri Suriye ve Hizbullah’ın yoğun tepkisini çekmiştir. Buna rağmen Sinyora hükümeti ilk önce Hariri suikastının araştırılmasını ve ardında da BM’nin yardımıyla bir uluslararası mahkeme kurulması girişimlerine açık destek vermişti. Ancak yargılama yetkisine sahip bir uluslar arası mahkemeden önce Hariri suikastının araştırılması için girişimlerde bulunulmasına karar verilmiştir. Bu çerçevede Güvenlik Konseyi’nin 7 Nisan 2005 tarihindeki oturumunda kabul edilen 1595 Sayılı Kararına istinaden kurulan Araştırma Komisyonu’nun temel amacı da ilk başlarda Hariri suikastını araştırmaktı. 16 Haziran da resmen göreve başlayan ve 2005 Ekiminde ilk raporunu Güvenlik Konseyine sunan Komisyon, suikastı kimlerin işlediği, kimlerin destekleyici olduğu, organize eden güçler ve diğer suç ortaklarının ortaya çıkartılması konusunda Lübnan otoritesine yardımcı olmayı amaçlamaktaydı. Kamuoyunda Mehlis Raporu olarak da bilinen birinci araştırma raporunda Suriye ve Lübnan’ın istihbarat örgütlerinin ve güvenlik güçlerinin yanı sıra Beşşar Esad’ın kayınbiraderi Asef Şevket ile birlikte birkaç isim daha suçlanmıştır. Raporun sonuç kısmında Eski Başbakan Refik Hariri suikastı kararının Suriyeli ve Lübnanlı üst düzey güvenlik güçlerinin bilgisi dışında organize edilemeyeceği ifade edilmiştir.
II. Mehlis Raporun 12 Aralık 2005 tarihinde Güvenlik Konseyine sunulmasından hemen ardından 13 Aralık 2005 tarihinde Lübnan hükümeti BM’ye başvurarak Hariri suikastına katılan kişilerin yargılanması için bir uluslararası mahkeme kurulmasını istemesi ise Lübnan’daki krizin derinleşmesine yol açmıştı. Lübnan tarafının talebi üzerine BM Genel Sekreteri Kofi Annan da, Hariri suikastıyla ilgili uluslararası bir mahkeme kurulmasını istemiş ve Güvenlik Konseyi’nden bunun için yetki talebinde bulunmuştu. 1664 Sayılı Karar ile Güvenlik Konseyi, BM’nin Beyrut hükümetiyle mahkemenin niteliği konusunda müzakerelere başlanmasına onay vermişti. Mahkemenin statüsü, suçluların yargılanması, Lübnan yasalarının geçerliliği gibi birçok konunun ele alındığı müzakerelere, söz konusu dönemde Lübnan Devlet Başkanı olan Emil Lahud başta olmak üzere muhalefet şiddetle karşı çıkmıştır. Ancak Lübnan hükümeti ile BM yetkilileri arasında süren müzakereler 2006 sonu itibariyle mahkemenin yargı yetkisi dahil olmak üzere tüm konularda bir uzlaşmayla tamamlandı. Taraflar karşılıklı olarak 23 Ocak ve 6 Şubat tarihinde Özel Lübnan Mahkemesi Anlaşmasını imzaladı. Lübnan Anayasasına istinaden anlaşmanın geçerli olması için parlamentonun onayı gerekiyordu. Fakat Meclis Başkanı Nebih Berri, böyle bir oturum için Meclisi toplantıya çağırmayacağını açıklamıştı. Birleşmiş Milletler’de Hariri suikastına ilişkin yargılamaların çerçevesini oluşturacak taslak planının müzakere edildiği günlerde Hizbullah ve Emel ittifakından 5 Şii Bakan hükümetin politikalarını protesto etmek amacıyla Bakanlıktan istifa ettiklerini açıkladılar. Bu istifaları Suriye yanlısı Cumhurbaşkanı Emile Lahud’a yakınlığı ile bilinen Çevre Bakanı Yakup Sarraf’ın istifası takip etmişti. İstifaların hemen ardından muhalefet tam Meclisin karşısında başlattığı oturma eylemlerini Sinyora hükümeti istifa edinceye dek sürdürme kararı aldı. Böylelikle Hariri süikastinin ardından kurulması öngörülen uluslar arası mahkemenin niteliği Lübnan’da yeni bir krizin de ana konusu olmuş oldu.
Diğer yandan muhalefetin sürece olumsuz yaklaşımı üzerine Saad Hariri 17 Mayıs’ta Birleşmiş Milletler Genel Sekreterliği’ne gönderdiği mektupta Meclis Başkanı’nın Parlamentoyu toplantıya çağırmayı reddettiğini, ancak milletvekillerinin çoğunluğunun mahkemenin hızlı bir şekilde hayata geçirilmesini desteklediğini, bu yüzden Güvenlik Konseyi’nin krizi aşacak çözümler bulmasını istemişti. 8 Mart grubu tüm bu girişimleri kabul etmeyeceğini açıklamıştır. Öte yandan 128 sandalyeli parlamentoda 70 milletvekili bu talepleri içeren mektubun altına imza atmıştı. Meclis Başkanı ve 8 Mart grubunun tavrı üzerine 30 Mayıs 2007 tarihinde BM Güvenlik Konseyi aldığı 1757 Sayılı Karar ile Özel Lübnan Mahkemesi Anlaşması’nın Lübnan tarafından 10 Haziran’a kadar onaylanması durumunda Mahkemenin doğrudan kurulacağını belirtmiştir. Nitekim Lübnan Meclisi’nin 10 Haziran’a kadar konuyu gündeme almaması üzerine, 1757 Sayılı karara istinaden Özel Lübnan Mahkemesi’nin 11 Haziran’da kurulduğu açıklanmasının ardından 1 Mat 2009 Mahkeme resmen çalışmalarına başlamıştır. Hizbullah tarafından yapılan açıklamalarda ise BM Kararının ulusal ve uluslararası alanda yasadışı olduğu, meşru olmadığı ve ülkeyi daha fazla şiddetin içine sürükleyeceği ileri sürülmüştü. Mahkemenin kurulmasına ilişkin kararın BM sözleşmesinin yedinci maddesine göre düzenlenmiş olması oldukça önemlidir. Bu madde, kararların uygulanması aşamasında nihai olarak askeri yollara başvurulmasına cevaz vermektedir.
Bu bağlamda Hariri suikastının ilk önce araştırılması ardından da uluslararası niteliğe sahip bir mahkemede soruşturma ve yargılama sürecinin talep edilmesi 8 Mart ittifakının sert tepkisine yol açmış, söz konusu tepki 2006 başında 8 Mart grubundaki bakanların istifası, ardından sokak gösterileri, Mayıs 2008’de Hizbullah ile Sünni ve Dürzi güçleri arasında bir iç çatışma, Cumhurbaşkanlığı krizi ve son olarak da Haziran 2009 seçimlerinden sonra Eylül ayına kadar yeni bir hükümet kurma krizine yol açmıştı. 12 Ocak 2011’de yaşanan istifaların arkasında yatan temel olguda Hariri suikastı sonrası dönemde BM’nin suikastın araştırılması ve soruşturulması sürecinde oynadığı rolün 8 Mart yanlısı ulusal ve bölgesel aktörler tarafından kabul edilmeyişi yatmaktadır.
Mart 2011’de Uluslararası Lübnan Mahkemesi’nin yayınlayacağı yıllık raporda ve iddianamede bazı Hizbullah üyelerini suikasta karışmakla suçlayacağının Arap ve Batı medyasında yer alması Hizbullah lideri Nasrullah’ın sert tepkisine yol açmış ve yaptığı açıklamada Hizbullah elemanlarına uzanan elleri keseceklerini ifade etmişti. Özellikle soruşturma aşamasından sonra ortaya çıkacak iddianame de Hizbullah üyelerinin yanı sıra Suriye’den bazı yetkililerin de adının geçmesi 8 Mart ittifakına destek veren grup ve ülkelerin tepkisine yol açmaktadır. Mahkemenin ABD ve İsrail tarafından yönlendirildiğini ileri süren 8 Mart grubunun temel talebi, a) Lübnan hükümetinin mahkemeyle işbirliğini kesmesi, b) Lübnanlı yargıçların geri çekilmesi, c) Mahkemenin bütçesine yapılan katkının kesilmesini ve son olarak da Lübnan hükümetinin Mahkemenin alacağı her türlü kararı tanımadığını resmen açıklamasını talep etmektedirler. Bunların dışında yalancı şahitlerin yargılanmasını, Lübnan’da Hariri suikastını araştıracak bir ulusal mahkemenin kurulması gibi talepler de dile getirilmektedir. Nitekim Hizbullah’ın dışında İran ve Suriye’de Mahkemenin tarafsız olmadığını açıklamaları dikkat çekicidir. Bu konuda öne sürülen en önemli delilerle ise yalancı tanıklar ve ilk araştırma raporlarını hazırlayan Alman Mehlis’in araştırmayı bilinçli bir şekilde Hizbullah karşıtı yönlendirmeleri olmuştur. Yalancı tanıklar dosyasında adı geçen İbrahim Carcura, Husam Tahir Husam veEs Sıddık yaptıkları açıklamalarda Hariri grubuna yakın isimler tarafından Suriye ve Hizbullah karşıtı açıklamalarda bulunmaları konusunda yönlendirildiklerini kabul etmişlerdi. Ekim 2010’de Beşşar Esad’ın Tahran’da bulunduğu bir günde Suriye Yüksek Mahkemesi aralarında Mervan Hamadey gibi milletvekillerinin de bulunduğu 33 kişi hakkında yalancı tanıklık ve soruşturma komisyonunu yönlendirmek suçlamasıyla tutuklama kararı almasından sonra 8 Mart grubu da yalancı tanıklar konusunu gündeme taşımış ve bu kişilerin Lübnan’da yargılanmaları için hükümetin özel bir karar almasını istemişti. Ancak yalancı tanıklar meselesini kabul eden Başbakan Hariri bunların Lübnanlı makamlarca yargılanması konusunda Hizbullah’a destek vermemişti.
Buna karşın Uluslararası Lübnan Mahkemesi üzerine başlayan krizin bir kez daha tırmanması üzerine Suudi Arabistan ve Suriye Lübnanlı gruplar arasında bir çözüm bulmak için Ağustos 2010’dan itibaren arabulucu rolü oynamaktaydılar. Bu süreçte iki ülke liderinin ortak Lübnan ziyaretine katılan Katar Emiri Thani de krizin çözülmesine katkı sağlamaya çalışmıştı. Ancak son istifalarla birlikte iki ülkenin arabuluculuk girişiminin başarısızlıkla sonuçlandığı ortaya çıkmıştır. 8 Mart grubuna göre Suudi-Suriye girişimin başarısızlıkla sonuçlanmasında rol oynayan asıl neden Hariri’nin ABD’nin baskılarına boyun eğmesinden kaynaklanmaktadır.
Saad Hariri grubu ise 8 Mart grubunun taleplerinin kabul edilmesi durumunda bunun siyasi bir intihar olacağını, Sünnilerin devlette ve Hariri’ye olan güvenini yitireceğini ve Hizbulah’ın hem hükümeti etkisizleştirme hem de Lübnan devletine hakim olma amacının gerçekleşeceği belirtilmektedir. Diğer yandan ABD tarafından yapılan açıklamalarda ise Hizbullah’ın taleplerinin kabul edilmeyeceği ve şayet Lübnan hükümeti Mahkemeye verdiği desteği kesse de Mahkemenin çalışmalarını sürdüreceği ifade edilmiştir.
Türkiye Ziyareti ve Ankara’dan Son Lübnan Krizindeki Rolü
Başbakan Hariri, ABD ve Fransa’daki ziyaretlerinin ardından Lübnan’a dönmek yerine Türkiye’ye gelmesi hem Lübnan hem de konuyla ilgilenen uluslararası toplumun dikkatini çekmiştir. 11 Bakanın istifasını sunduğu gün Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu bir yandan Hariri ile telefon görüşmeleri yürütmüş diğer yandan da Türkiye’de bulunan Suudi Arabistan Dışişleri Bakanı Prens Saud Al-Faysal konuyu görüşmüştür. Lübnan krizinin oldukça önemli olduğu ve kısa sürede tüm bölgenin istikrarını tehdit edecek düzeyde gelişmelere yol açabileceğinin farkında olan bölge ülkeleri de sorunun çözümünde rol oynayabilecek aktörlerin sürece daha fazla müdahil olmasını talep etmektedirler. Ancak bu noktada hangi aktörlerin arabulucu rolü oynayabileceği tartışılmaktadır. Suudi Arabistan ve Suriye’nin ortak yürütmüş olduğu arabulucu rolünün başarısızlığa uğramasından sonra gözler bir kez daha Türkiye ve Katar’ın üzerine çevrilmiş bulunmaktadır. Lübnan’daki Cumhurbaşkanlığı krizi ile buna bağlı olarak ortaya çıkan Mayıs 2008’deki iç çatışmaların sona erdirilmesi her iki ülkede başarılı bir sınav vermişti. Lübnan Başbakanı Hariri de Türkiye’nin hem Lübnan hem de bölgedeki gücü ve prestijinin farkındadır. Öte yandan Türkiye’de Hariri ile görüşerek krizde 14 Mart grubunun nasıl bir yol izleyeceğini ve hangi konularda pazarlığa açık olduğunu görmek isteyecektir. Dolayısıyla Hariri’nin Ankara ziyaretinde öne çıkan konuların başında 14 Mart grubunun Hizbullah’ın hangi taleplerini karşılayacağı sorunudur. Türkiye’nin de çözüm için Hariri üzerindeki etkisini kullanması gündemdedir. Çünkü, 11 Bakanın istifalarını sunmalarının ardından Hizbullah grubu yeni hükümetini kurma görevinin kendilerine verilmesini talep ederek Hariri liderliğinde yeni bir hükümet kurulmasına destek vermeyeceklerini açıklamışlardır. Özellikle parlamentoda 11 milletvekilliği ile temsil edilen Dürzi lider Velid Canbolat’ın da son dönemde Hariri yerine Suriye ve 8 Mart ile birlikte hareket etmeye başladığı dikkate alınırsa Hariri’nin tekrar başbakan olmak için bazı ciddi tavizler vermek zorunda kalacağı öne sürülebilir. Bu noktada da Türkiye’nin Suriye ve Hariri ile ilişkilerini kullanarak soruna bir çözüm bulmaya öncelik vereceği öngörülebilir.
Son Lübnan hükümet krizinin çözümünde rol oynayabilecek aktörlerin kimler olabileceği ciddi bir tartışmadır. Ancak gelinen noktada Lübnanlı gruplar dışında sürece dışarıdan müdahale edebilecek ülkeler arasında ismi geçen iki ülke olduğu görülmektedir. Bunlardan biri Türkiye iken ikincisi ise hiç kuşkusuz İran’dır. Bu iki ülkenin dışında Katar ve Suriye’nin de elbette bir etkisi vardır ancak bu iki ülkenin ortaya koyacağı çözümlerin Lübnanlı toplumsal gruplarca kabul görmesi oldukça zordur. Oysa içinde Türkiye ve İran’ın yer aldığı bir çözümü Şii ve Sünni liderlerin kendi tabanlarına anlatması daha kolay olacaktır. Bununla birlikte Suriye’nin kabul etmeyeceği bir anlaşmanın Lübnanlılarca kabul edilmesi mümkün değildir. Daha açık bir deyişle Şam’ın razı olmayacağı bir uzlaşma metninin hayata geçirilmesi mümkün değildir. Ancak gene de İran ve Türkiye’nin arabuluculuğunun sorunun çözümünde önemli olduğunun altını çizmek gerekir.
Bilindiği üzere 13 Ekim’de İran Cumhurbaşkanı Mahmut Ahmedinejat’ın Lübnan ziyaretinde binlerce kişinin katıldığı büyük bir karşılama töreni düzenlemişti. Yaklaşık bir ay sonra bu kez Başkan Erdoğan’ın Lübnan ziyaretinde benzer sahneler ve görüntüler yaşandı. İran liderini Şii kesimler karşılarken, Erdoğan’ı da Sünni gruplar karşılamıştı. Her ne kadar her iki liderde tüm Lübnanlı gruplarla görüşmüşse de sonuçta dışarıdaki karşılama törenlerine katılan kesimler farklı olmuştu. Dolayısıyla ortaya çıkan yeni Lübnan krizinin çözümünde her iki ülkenin Suriye ve Suudi Arabistan’ı dışlamadan bir arabuluculuk rolü oynamaları mümkündür. Ancak bu noktada İran’ın tavrı da belirleyici olacaktır. ABD, İsrail veya Batının Lübnan krizinin çözümündeki rolleri oldukça sınırlıdır. Özellikle Uluslararası Mahkemenin tarafsızlığına olan güvenin azaldığı bir dönemde söz konusu ülkelerin mahkemeye olan güvenlerini dile getirmeleri ve sürekli bir şekilde Hizbullah ve Suriye’yi suçlamaları ciddi bir sorundur.
Sonuç olarak 11 Bakanın istifasıyla ortaya çıkan Lübnan krizinin kısa sürede çözümlenmesi oldukça güç olmakla birlikte taraflar arasında yeni bir arabuluculuk rolünün Türkiye tarafından oynanabileceğini ancak bu rolün de başta İran olmak üzere bölge ülkeleri tarafından da kabul görmesi gerektiğinin altını çizmek gerekir. Böyle bir durumda Batılı ülkelerin de ortaya çıkacak mutabakatlara saygı göstermesi gerekecektir.
Veysel AYHAN
ORSAM Danışmanı
Abant İzzet Baysal Üniversitesi