1) Öncelikle lisans eğitimim boyunca birçok kez dersinizi almış öğrenciniz olarak sizinle röportaj yapmanın benim için onur verici olduğunu söylemek isterim. Bize biraz kendinizden bahsedebilir misiniz?
1968 Alanya doğumluyum. Üniversiteye kadar eğitim hayatım Alanya’da devam etti, fen bilimleri mezunuyum. Normal şartlarda fen mezunları tıp gibi bölümler okumak ister ancak benim irademle gerçekleşmeyen durumlar neticesinde Uludağ Üniversitesi Uluslararası İlişkiler bölümünü 1985 yılında kazandım. 1989 yılında lisans eğitimim bitince İstanbul Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi’nde Yüksek Lisans ve Doktora programlarına devam ettim. Sosyal Bilimler alanında Yüksek Lisans ve Doktora yapmanın dezavantajları var ben de bunları fazlasıyla yaşadım. 1993 yılı Kasım ayında Kırıkkale Üniversitesi Siyasi Tarih anabilim dalında açılan araştırma görevliliği kadrosuna başvurdum, mart ayında görevime başladım. 1997-2008 yılları arasında Yardımcı Doçentlik yaptım, 2008 tarihinde Doçentlik ve en son 2013 yılında da Profesörlük kadrosuna atandım. Kesintisiz olarak 1994-2020 arasında en uzun süre görev yapan öğretim üyesi durumundayım. Görevime Uluslararası İlişkiler bölüm başkanı olarak devam ediyorum.
2) Kırıkkale Üniversitesi’nde 1994 yılından beri siyasi tarih anabilim dalında görev yapıyorsunuz. Röportajımız Balkanlar odaklı olacak ancak farklı alanlarda da çalışmalarınız var. Kısaca diğer çalışma alanlarınızı paylaşabilir misiniz?
1992 senesinde doktoraya devam ederken yeni üniversiteler açılmaya başladı. Bu da yeni kadrolar açılması anlamına geliyordu. Ben de bütün programlara başvurdum. Kırıkkale Üniversitesi’nde ise Siyasi Tarih açıldığı için o kadroya başvurdum ancak yapmış olduğumuz çalışmalar daha çok Türk Dış Politikası ve Uluslararası Politika bağlamında değerlendiriliyor. Doktora tezim Türk Dış Politikasında Kuvvet Kullanımıydı. Uluslararası Örgütler, Asya-Pasifik Bölgesi ile ilgili de çok sayıda makalelerimiz var. 1998-1999 yılları itibariyle Uluslararası Örgütler dersine girmeye başladım ve ciddi anlamda Türkçe kaynak boşluğu olduğunu gördüm. Özellikle 2002 yılından itibaren Balkanlar alanına yoğunlaşmaya başladım ve “Soğuk Savaş Sonrası Kosova Sorunu” kitabını yazdık.
3) Soğuk Savaş Sonrası Kosova Sorunu (1989-2000) isimli kitabınızda kitabı yazmanızdaki büyük etkenlerden birinin üniversitede vermiş olduğunuz Uluslararası İlişkilerde Balkanlar dersi olduğunu söylemişsiniz. Peki Balkanlar ile ilgili çalışmalar yapmanızın, bölgeye ilgi duymanızın sebebi olarak ne söyleyebilirsiniz?
1980’li yıllarda Uluslararası İlişkiler bölümünde bölge dersleri çok büyük müfredatlar tutmuyordu. Ortadoğu dersleri oluyordu ancak diğer bölgeler siyasi tarih dersleri içerisinde yer alıyordu. 1990 sonrası Yugoslavya krizinin patlak vermesi sebebiyle Uluslararası İlişkilerde Balkanlar, Uluslararası Politikalarda Balkanlar dersleri okutulmaya başlandı. Biz Kırıkkale Üniversitesi’nde ilk olarak 1996 yılında Balkanlar dersini koyduk. Ancak üçüncü sınıfa koyulmuş bir ders olduğu için ilk olarak 1999-2000 eğitim öğretim yılında öğrencilere okutuldu. Derse girmeye başladığımda bölge ile ilgili Türkçe akademik çalışmaların olmadığını gördüm. 2006 tarihinden sonra Türkçe basımı gerçekleşen Barbara Jelavich’in Balkanlar Tarihi, aslında Jelavichler diyebiliriz çünkü eşi de akademisyen, her iki yazarın da kitaplarını Bilkent Üniversitesi kütüphanesinden çoğaltarak elde ettim, James Wolf’un Zamanımızdaki Balkanlar isimli kitabını, süreli süreksiz yayınları topladım ve bunları derledim. Bu çalışmalar çerçevesinde dersi yürüttüm ve bunları kitap çalışmasında birleştirmek istedim. Soğuk Savaş Sonrası Kosova Sorununun alt yapısını bu şekilde oluşturdum.
Balkanlar, Türkiye açısından son derece önemlidir. Türkiye’nin ardılı olduğu Osmanlı İmparatorluğu, Balkan merkezli bir imparatorluk olarak kurulmuştur. Özellikle 19. yüzyılda yapılan savaşlar neticesinde (1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı ile başlar, Balkan savaşları ve Birinci Dünya Savaşı ile devam eder) çok sayıda Osmanlı tebaası bölgeyi terk ederek Anadolu topraklarına gelmiştir. Balkan kökenli çok sayıda Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı bulunmaktadır. Balkanlar jeopolitik ve jeokültürel açıdan da önem taşır, bu da bizim Balkan ülkelerine vermemiz gereken önemi belirtir. Balkanlar bölgesinde de Türk ve Müslüman nüfus çok fazladır. Benim bu alanda çalışma yapmış olmam, daha çok bir ders yürüttüğüm ve dersin çerçevesini çizerken toplamış olduğum materyalleri değerlendirmeye yönelik olmuştur. Elimizde çok sayıda yayın olduğu için ve konu üzerine kafa yorulduğu takdirde kendinizde bir şeyler yapabiliyorsunuz ancak tabi ki Türkiye’de akademik yayınları yayınlama noktasında büyük sıkıntılar oluşabilmektedir. Bu sıkıntılarda daha fazla çalışma yapmanın önünde engel olarak durmaktadır. 2006-2007 yıllarında Kosova kitabının yayınlanma süresindeki yaşadıklarım daha sonraki dönemde pozitif yönde destekleyici değil negatif yönde engelleyici tarzda bir etki yaratmıştır.
4) Bölgeye genel olarak bakıldığında bir istikrarsızlık sorunu olduğu açık. Benim kendi fikrim bölgeyi değerlendirirken büyük güç konumundaki aktörlerin politikalarının göz önünde bulundurulması yönünde. Örneğin Soğuk Savaş sonrası dönemde Sovyetler galip gelseydi Balkan bölgesinin durumu sizce nasıl olurdu?
Balkanlar bölgesi doğu-batı, kuzey-güney aksında geçiş bölgesi olması ve güçlü deniz bağlantısı olması sebebiyle büyük merkezi güçlerin önem verdiği bir bölgedir. Tarihsel süreç irdelendiğinde büyük güçlerin bölgeyle olan ilişkisi, bölgeye yönelik olarak merkez ya da çevre bağlamı içerisinde değerlendirilebilir. Örneğin; Roma İmparatorluğu’nun doğuya ilerleme süresinde bölge merkez değil çevre rolündedir. Roma bildiğimiz gibi İtalyan yarımadası merkezli bir siyasi yapıdır ancak Bizans açısından bakıldığında tam Balkan merkezli bir imparatorluktur, Osmanlı da aynı şekildedir. Bu sebeple Balkanlar jeopolitiği oldukça önemlidir. Söz konusu merkezi siyasi yapıların güçlü olduğu dönemlerde Balkanlarda ki istikrar ve düzen daha kolay sağlanabilmiştir. Bizans için daha kısa bir döneme tekabül ederken Osmanlı için daha uzundur. Bizans yapısı zayıfladığında merkezkaç unsurlar bölgede ciddi bir istikrarsızlık kaynağı oluşturmuştur aynı şey Osmanlı içinde geçerlidir. Balkanlar istikrar unsuru olmanın ötesinde yavaş yavaş istikrarsızlık kaynağı olarak anılmaya başlanmıştır. Özellikle 19. yy. ikinci yarısında ve 20. yy. başlarında büyük güçler arasındaki mücadelenin yansıması olarak büyük oranda istikrarsızlık yaşayan bir bölge olarak resmedilmiştir. Bu durum 1990 sonrasında çok sayıda soğuk savaş sonrası dönemi değerlendiren yazarlar tarafından “küresel Balkanlaşma” gibi pejoratif bir kavramın kullanılmasıyla biraz daha ön plana çıkarılmıştır. Churchill açısından Balkanlar, tarih üreten değil tarih tüketen bir yerdir. Daha çok istikrarsızlık, çatışma, katliamlarla uluslararası camianın gündeminde olduğu algısı vardır. Fakat bu her zaman için doğru değildir. Özellikle Richard Hoolbroke’un “Bir Savaşı Bitirmek” kitabında vurguladığı gibi 19-20. yy itibariyle çatışma olgularıyla gündeme gelmesine rağmen Osmanlı döneminde birçok etnik grubun bir arada yaşadığı bir istikrar ortamına da sahip olmuştur. 1945 sonrasında doğu batı çekişmesinde Sovyetler Birliği bölgede hâkimdir. Sovyet modeli, bölgenin tümünde rızaya dayalı bir kabul görmemiştir. Yugoslavya’da Sovyet karşıtlığı vardır, Bulgaristan ise Sovyetlerle çok daha yakın bir ilişki içerisindedir. Burada Bulgar dış politikasının kendine özgü sebepleri etkili olmuştur. Fakat 1990 sonrası bölgede Sovyet tipi modelin egemen olduğunu varsayarsak yani tersinden düşünürsek, bölge halkları açısından 1945 sonrasının acı tecrübelerinin yeniden canlanması gündeme gelecektir. Çünkü 1945 ile 1990 yılları arasında bölgenin Sovyetler Birliği ile geçirilen zamanlarının hatıraları çok olumlu değildir. Büyük güçlerin Balkanlar’daki mücadelesi; bölge halklarını kendi dış politikalarını yürütebilmek için büyük güce yanaşma ihtiyacını doğurmuştur, halklar tarafından olumlu bir durum değildir. Halkların belki de asıl yapması gereken, kendi iç dinamiklerini ortaya çıkartarak daha sağlıklı çözümler bulmak ve büyük güçlerin müdahalesini engellemektir. Yoksa balkanlar gündemi ile büyük güçlerin gündemi çoğu zaman örtüşmeyebilir. Bu da çatışmaların derinleşmesine sebep olur. Örneğin 1919-1933 yıllarında Fransa’nın Balkan ülkeleriyle diplomatik yakınlaşması Almanya’yı çevrelemeye yöneliktir. 1933 sonrası Almanya’nın bölgede etkin olmasının amacı ise bölgeyi kendi ekonomik ve siyasal çıkarları için kullanmaktır. Yine bir örnek verecek olursak 1941 Almanya-Bulgaristan ittifak anlaşmasında açıkça belirtildiği gibi, Bulgaristan anlaşma ile Ege Denizi’ne çıkış elde edecektir ancak Yunanistan ile sorunların çözülmesinden ziyade çatışma ortaya koymuştur. En en uygun çözüm tarafların kendi tezlerine yakın çözümleri olabildiğince hayata geçirmektir.
5) O dönemdeki devlet içi çatışmalar göz önünde bulundurulduğunda insanlar bulundukları bölgelerden göç etmek/ettirilmek zorunda kalmıştır. Bu durum aynı zamanda bölgeye yönelik güvenlik çalışmalarının da artmasını sağlamıştır. 1999 yılında yaklaşık 2 milyon insan zorla yerlerinden edilmiş, peki devam eden yıllarda göç sorununun ortaya çıkardığı uluslararası sorunlardan bize biraz bahsedebilir misiniz?
Balkanlar bölgesi ile ilgili bir tanım yapmak gerekirse etnik, dinsel, jeokültürel ve siyasal açıdan parçalanmış ve bölünmüş bir bölgedir. Tarihsel süreç incelendiğinde bu tanıma temel teşkil eden pek çok sebep vardır. Etnik heterojen yapının oluşmasında, bölgedeki imparatorluk tarzı siyasal yapılanmaların varlığı son derece etkili olmuştur. Bir de özellikle 19. yüzyıldan itibaren dünya politikasında değişen güç dengeleriyle ilgili olarak, Avrupa merkez güçleriyle Osmanlı arasındaki çatışmalar bölgedeki temel dinsel ve etnik grupların yer değiştirmelerini ve sınırlarını büyük oranda etkilemiştir. Bu çerçevede baktığınızda etnik dinsel gruplar hem Osmanlı merkezi otoritesine hem de birbirlerine karşı mücadele içine girmişlerdir. Bölgede Osmanlı etkisinin yüksek olduğu dönemlerde Müslüman grupların etkileme gücü artarken, azalan Osmanlı merkezi otoritesinin etkisiyle Hristiyanların etkileme kapasitesinde ciddi bir artış meydana gelmiştir. Etnik Hristiyan unsurların yakınlaştığı devletler arasında zaman zaman farklılaşmalar olabilir. Bunların etnik heterojeniteyi çok fazla etkilediğini varsayamayız. Bu bağlam içerisinde baktığınızda Kosova için kritik tarihin 1. Balkan Savaşı sonrasından bölgenin Osmanlı yönetiminin ekinden çıkması, Sırplar tarafından işgal edilmesi ve 2. Balkan Savaşından sonra da yapılan anlaşmalarla süreklilik taşımasıdır. Bu çerçeve içerisinde bakıldığında 1878 tarihinde Osmanlı Devleti’nin Bosna-Hersek üzerindeki egemenliğini kaybetmesi ve bölgede Avusturya-Macaristan egemenliğinin hâkim olması ve arkasından Balkanlardaki son Osmanlıya bağlı olan toprağın bağımsızlığını ilan etmesi ve Kosova’nın da Osmanlı etkisinden çıkmasıyla burada Avusturya etkisine açık bir alan haline gelmiştir. Ancak 1918 sonrasında Avusturya dağılınca bölgede Yugoslavya’nın kurulabilmesinin zemini ortaya çıkmıştır. Yugoslavya 1928-1945 yılları arasında daha çok batılı ülkelerle yani başlangıçta Fransa daha sonrasında Almanya ile yakın ilişkiler kuran bir ülkedir. 1945-1990 yıllarında Tito önderliğinde Kosova ve diğer Müslümanların yaşadığı topraklar üzerinde denetim kurduğunu söyleyebiliriz. Yugoslavya örneği verecek olursak Tito iktidarı süresinde etnik temele dayalı olmayan bir Yugoslavya inşa etmeye çalışmış, etnik grupları dengeleme politikası izlemiştir. Balkanların 1918’e kadar var olan İmparatorluk geçmişleriyle uyumludur. Ben derslerimde çoğu zaman Yugoslavya’ya mikro imparatorluk benzetmesi yaparım. 1990 yılına gelindiğinde ise aslında Tito Yugoslavya’sının büyük oranda bütünleşmediği görülecektir. Bu çerçeve içerisinde 1990 yılında Sovyetler Birliği parçalanırken eş zamanlı olarak Yugoslavya’nın da parçalanma içerisinde olduğu gözlemlenir. 1991 Haziran ve temmuz aylarında Slovenya ve Hırvatistan’ın bağımsızlık ilan etmesi çatışmaları beraberinde getirmiştir. Slovenya’da çok fazla sık nüfus bulunmadığından (%1) göç çok kısıtlıdır ancak Hırvatistan’ın Krajina bölgesinden çok sayıda Sırp yer değiştirmek zorunda kalmıştır. 1991’deen itibaren Bosna Hersek krizi tırmanmaya başlamış ve 1992-1995 yılları arasında yaklaşık 2 milyona yakın insanlar ki bunlar sadece Boşnak değil diğer etnik gruplarda yer değiştirmiştir çünkü Yugoslavya’da ki Sırpların sadece %64’ü Sırbistan’da, geri kalanları Bosna Hersek, Sancak, Hırvatistan gibi bölgelerde yaşamaktadır. Balkanlarda etnik grupların bir diğerini asimile etme eğilimi son derece güçlü olduğu için ana ülke tarafından kendi vatandaşlarının diğer ülkenin azınlığı konumunda olması tehdit halini almıştır. 1991 sonrasında Balkanlarda ki Yugoslavya’nın parçalanma süresinde göç ettirmek etnik homojen devletler yaratmanın bir parçasıdır. Örneğin Bulgaristan’dan Türklerin göç ettirilmesi olayı. Aynı politika Sırbistan tarafından Kosova ve Bosna Hersek üzerinde görülmektedir. Dyton Anlaşmasıyla beraber yer değiştirmiş insanların ve mültecilerin geri dönmesi hakkında düzenlemeler yapılmasına rağmen sorun hala tam anlamıyla çözülmemiştir. Avrupa Birliği’nin bu noktada mali yardımları yetersizdir. Bu çözüm sürecinde ortaya çıkan siyasi yapı sorunları çözmek yerine kendi başına bir sorun haline gelmiştir. 2009 yılında Foreign Affairs dergisinde yayımlanan bir makalede başlık Dyton Anlaşmasının Ölümü şeklindedir. Anlaşmanın ortaya koyduğu çözümün idari anlamda çok ciddi sorunlar ifade ettiği belirtilmiştir. Göç sorunu tabi ki sadece Yugoslavya’nın parçalanmasıyla alakalı değildir. Bugün dünyanın çok farklı noktalarında krizler hala devam eder fakat biz Yugoslavya bağlamı içerisinde yer değiştirmiş kişiler ve mültecilerin sorunlara baktığımızda kesin sonuca ulaşıldığını söyleyemeyiz. Ortaya çıkan siyasi yapı etkin bir şekilde bu sorunları ele almamıştır. Yugoslavya’nın parçalanması sonrasında etnik gruplar arasında çıkması olası yeni çatışmalarda mutlaka göç sorunu önemlidir ama siyasi yapıların hedef olarak Avro-Atlantik kurumlara (AB ve NATO) girme hedefini ortaya koymuş olmaları onlar açısından yer değiştirmiş insanlar ve mülteci sorunlarının çözülmesi açısından daha yapıcı adımlar atmasına katkı sağlayabilecektir.
6) Göç ve güvenlik sorunları arasında bir bağ kurabilir miyiz?
Günümüzde uluslararası politikalarda en önemli sorunlar göç, mülteci ve yer değiştirmiş insanların sorunları olduğunu söyleyebiliriz. Bunun için uluslararası ilişkiler alanında çalışma yapıyor olmak gerekmez. Kısaca özellikle 1979 Sovyetler Birliği’nin Afganistan işgali ile başlayan sürece bakarsanız, 1979’dan 2020 tarihine kadar Afganistan ve 2001’den 2020 tarihine kadar Irak ve Suriye gibi ülkelere bakıldığında, çok ciddi göç, mülteci insan dalgasının ortaya çıktığını söyleyebiliriz. Bunlar gittikleri ülke açısından güvenlik sorunlarını ortaya çıkarabilirler. Uluslararası alanda da güvenlik sorunlarını ortaya çıkarırlar. Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği bu sorunları ele almaktadır. Kısa vadede çözüm bulunması oldukça zor konulardır. Özellikle Orta Doğudaki sorunların farklı boyutları olabilir. Günümüz itibariyle daha 1967 İsrail-Arap savaşındaki Filistinli mültecilerin sorunları bugün bile içinden çıkılması zor bir durum halindedir. Benzer şekilde Irak ve Suriye bölgesinde 2001’den itibaren meydana gelen sorunlar, sorunların bırakın küçülmesini artarak devam etmesine yol açmaktadır. Bunların dışında Afrika kabileler arası sorunlara ev sahipliği yapar ve mülteci sorunlarını çok daha büyük sorunlar haline getirir. Önümüzdeki dönemde de uluslararası politikadaki çalışmaların önemli bir kısmı güvenlik eksenli çalışmalara kaynaklık teşkil edecektir. Göç ve güvenlik sorunları birbirleriyle çok yakın sorunlardır ve gelecekte de bunların artarak devam edeceğini varsayabiliriz.
7) Yine soğuk savaş sonrası Sovyetlerin bölgeden ayrılmasıyla birlikte sosyalist olan ülkelerde dağılmalar gözlemlenmiştir. Yugoslavya bu ülkelerden biridir. Önce iç savaşa sürüklenip daha sonrasında parçalanmıştır. Değişen güvenlik algısının o dönemlerde Yugoslavya için milliyetçilik akımı ve azınlık sorunları üzerinden şekillendiğini söyleyebilir miyiz?
Uluslararası ilişkiler tarihinde bildiğimiz üzere 13. yüzyıldan itibaren meydana gelen gelişmeler, Kıta Avrupası’nda kademeli şekilde ulus-devletlerin kurulması sürecinin gerçekleşmesi sürecine zemin hazırlamıştır. Kıta Avrupa da en geç birliğini sağlayan iki ülke Germenler ve Latinlerdir. Prusya liderliğinde Almanya ve Piyemonte liderliğinde İtalya’nın kurulmasıyla süreç tamamlanmıştır. Bu süreç Balkanlar açısından son derece büyük önem arz etmektedir. 19. yüzyılın başından itibaren başlangıçta ekonomik ancak daha sonradan milliyetçilik temelli bağımsızlık hareketleri gözlemlenecektir. Ülkeler Osmanlı merkez otoritesine karşı ayaklanarak kendi kimliklerini oluşturmaya çalışmışlardır. İlk örneği Yunanistan’ın kurulmasıdır. Berlin Konferansından sonra Bulgaristan ve Arnavutluk hariç bağımsızlıklarına kavuşmuşlardır. 1908’de Bulgaristan’ın bağımsızlığını ilan etmesiyle Hristiyan kökenli halklar açısından bütün Balkanlar bağımsız ulus-devletlerin kurulmasına ev sahipliği yapacaktır. 1912 yılında da Arnavutluk’un bağımsızlığını kazanmasıyla beraber Osmanlının Balkan hâkimiyeti en aza inecektir. 1919 ile 1945 yılları arasında Balkan ülkeleri arasında kendi ulus-devletlerinin kurulması ve sonrasındaki başarısı üzerine odaklanmış, milliyetçi dozu oldukça yüksek siyasi kadrolar vardır. Fakat, en temel olan şeylerden biri özellikle Yugoslavya, Romanya ve Bulgaristan açısından içerisinde çok fazla etnik grup vardır bu da Balkanlarda oturmamış sınırların var olduğunun bir göstergesidir. Ancak bu sınırlar sağlıklı sınırlar değildir. Söz konusu siyasi yapılanmalar güçlü asimilasyon eğilimleriyle bir araya geldiğinde azınlık sorunlarının büyümesine yol açarlar onun için Yugoslavya içerisinde sadece Müslümanlar etnik gruplardan baskın olanların diğerlerini uyguladığı baskılardan rahatsız olmayacaklardır. Sırbistan ile Karadağ arasında da benzer sorunlar ortaya çıkmıştır. 1945-1990 arası Tito etnik temele dayanmayan bir Yugoslavya inşası hedef alsa da bir sonuç ortaya koyamamıştır. Ölümünden kısa bir süre sonra özellikle Sırpların izlemiş olduğu politikalar milliyetçilik ve azınlık sorunlarının içinden çıkılmaz bir hal almasına neden olmuştur. Tarafların birbirinden şüphelenmesinin, devletlerinin güvenlik sorununu dönüştürmesinin de tarihsel arka planı vardır. Barbara Jelavich’in Balkanlar Tarihi kitabını okuduğunuzda İkinci Dünya Savaşı sürecinde Balkan halklarının birbirlerine karşı izlediği politikalara dair şu tespiti yaptığını görebilirsiniz; “bölgenin işgalcisi konumunda olan İtalya’dan çok birbirleriyle çatışmayı ve öldürmeyi tercih etmişlerdir” der. Krajina bölgesinde Hırvatlar tarafından öldürülen Sırpların sayısı 300-700 bin arasında değişen rakamları bulunmaktadır. Aynı şekilde Arnavutlara yönelik olarak Sırp katliamlarının ve fırsat bulunduğunda Arnavutların Sırplara yönelik sayısı son derece fazladır. Yugoslavya ardılı gruplardaki barış ve istikrarının en önemli şartının kendi azınlıkları ile kurduğu sağlıklı ilişkiler üzerinden şekilleneceğini söyleyebiliriz. Yani, Avrupa Birliğinin vizyon oluşturması ve azınlık sorunlarının AB müktesebatı çerçevesinde çözümlenmesi Balkan müfredatı açısından önemli bir araç rolü oynayacaktır. Son 150 yıl derlendiğinde milliyetçilik ve azınlık sorunları, çatışma dinamiğini tetikleyen ve yeni güvenlik sorunları ortaya çıkaran bir husus olarak ortaya çıkmıştır diyebiliriz.
8) 17 Şubat 2008’de Kosova’nın Arnavut yönetimi, Bağımsızlık Bildirgesi’yle Sırbistan’dan bağımsızlığını ilan etti. Bağımsızlık ilanı belli bir süre meşru olup olmadığı konusunda tartışıldı. Son olarak Kosova’yı tek taraflı bağımsızlık ilanına iten süreçten ve etkili olan faktörleri bizlere anlatabilir misiniz?
19.Yüzyıldaki milliyetçilik akımı Osmanlı devletinin Balkan toprakları üzerinde yaşayan haklar üzerinde büyük etkide bulunmuştur özellikle bölgede Katolik veya Ortodoks fark etmeden Hristiyanlar batılı ülkelerin büyük desteğini almışlardır ancak 1878 Berlin Konferansından başlamak üzere Müslüman Osmanlı tebaasında bulunan Arnavutlar çoğu zaman batılı ülkelerin desteğini alamamışlardır. Milliyetçilik akımı Arnavutları da etkilemiş ve 1912 yılında bağımsızlığını ilan eden Arnavut toprakları Yunanistan Sırbistan Karadağ gibi komşu ülkeler tarafından işgal edilmiştir. 1912 Birinci Balkan Savaşında Arnavutların yaşadığı bölge olarak belirginleşen Kosova Sırbistan kontrolü altına girmiş ve 1918 sonrası kurulan Sırp-Hırvat-Sloven Krallığı içerisinde bu bölge Sırbistan kontrolünde kalmaya devam etmiştir. İkinci Dünya Savaşında, bölgeyi işgal eden Almanlar ile iş birliği yapan Arnavutlar kontrol etmeye başlamışlar ancak 1944’ten sonra bölgeyi Arnavutluk’a vermeyi vaat eden Tito komünist unsurların desteğini elde etmiş ancak Büyük Yugoslavya Projesi içerisinde Arnavutluk’a da yer vererek Arnavutlar komünistleri hayal kırıklığına uğratmıştır. 1946 anayasası ile beraber Kosova, kendisinden çok daha az nüfuslu ve daha heterojen bölgelere cumhuriyet statüsü verilirken özerk bölge statüsüyle Yugoslavya içerisinde yer almıştır. Tito bölgedeki Arnavutların desteğini alman amacıyla Kosova özerk bölgesine kendi gelecekleri ile ilgili konularda veto etme hakkı tanımıştır. Tito’nun vermiş olduğu bu hak Sırplar tarafından çok büyük bir tepkiyle karşılanmıştır. 1980’de Tito’nun ölümüyle beraber Kosova’ya yönelik Sırp liderlerin söylemleri sertleşmeye başlamış. Özellikle 1987’den sonra Miloseviç’in söylemleri Arnavut halk üzerinde tedirginlik yaratmıştır. 1989 Sırbistan devlet başkanlığı seçimlerinde Miloseviç’in Kosova savaşı ve Kosova’nın önemi üzerine konuşmalar yapması tedirginliği çok daha ileri boyutlara taşınmıştır. 1990 sonrasında Yugoslavya parçalanma sürecine girmiştir, bu süreç içerisinde özellikle 1991-1995 seneleri arasında Sloven, Hırvat, Boşnak ve Sırp temelli çatışmalar içerisinde, Slovenya, Hırvatistan ve Bosna-Hersek’in bağımsızlık ve çatışmalar sürecine Kosova dahil edilmemiştir. Kosova’daki liderliğin bağımsızlık hedeflerine pasifist temellere dayandığı görülmektedir. Ancak Kosova’daki İbrahim Rugova liderliğindeki çabalar sonuç vermeyecek ve 1996’dan itibaren Kosova Kurtuluş Ordusu olarak nitelendiren UÇK’nın faaliyetleri Sırplar ve Arnavutlar arasında şiddet sarmalı ortaya çıkmasına yol açacaktır ve bu çerçeve içerisinde 1998’de artan Sırp saldırganlığı neticesinde 800 bin mülteci ortaya çıkacaktır. Yugoslavya’nın bir parçası olarak kabul edilen Kosova sorununa çözüm bulunmak amacıyla Fransa’da bir konferans düzenlenecek ve bu konferansa Sırplar ve Arnavutlarda katılacaktır ancak bölgeye bir uluslararası gücün yerleştirilmesine karşı çıkan Sırpların anlaşmayı imzalamaması üzerine Kosova’ya 71 gün sürecek olan bir harekât başlatılacaktır. Haziranda Ahdesaari-Çernomirdin anlaşmasının imzalanmasıyla yeni bir döneme girilecektir. UNNIK diye ifade edilen BM Kosova misyonu kurulacak ve bu misyon çerçevesinde Sovyetler Birliği de dahil olmak üzere belirli bölgelere ayrılan Kosova uluslararası bir gücün kontrolünde 8 saf tamamlayacaktır. BM Genel Sekreterinin Süreci izleyecek ve bilgi verecektir. Ancak bölgedeki gelişmeler Sırplarla şiddetleri artıracaktır. 2004 yılında meydana gelen bu durumlar neticesinde önce meydanlar sonra statü denilen süreç tersine dönerek önce statü sonra standartlar halini alacaktır ve bu çerçeve içerisinde 2006-2007 arasında müzakereler yapılacaktır. Bunlara Viyana Müzakereleri denir. Tarafların bu müzakereler içerisinde geri adım atmadığı gözlemlenir. Yine kilit rol oynayan Ahdesaari Sırpların artırılmış özerklik teklifinden, Arnavut tarafının da bağımsızlıktan geri adım atmadığını ifade edecek ve en iyi çözümün uluslararası toplumun gözetiminde bir bağımsızlık olduğunu ifade edecektir. Ancak 2008 Şubat ayında Arnavutluk tarafı tek taraflı bağımsızlığını ilan edecektir. Uluslararası hukuk çerçevesinde tartışmaları vardır. Biz şöyle ifade edelim Kosova sorunu uzun yıllar BM gündemine alınmamıştır. En büyük gerekçesi ise Kosova sorununun Yugoslavya toprak bütünlüğü içerisinde değerlendirilmesidir. 1998 yılından itibaren almış olduğu kararlarda tüm olası çözüm önerilerinin Yugoslavya’nın toprak bütünlüğü içerisinde gerçekleşeceği söylenmiş ancak 2003 yılında Eski Yugoslavya ismi kullanılmayarak Karadağ ve Sırbistan arasında yeni bir konfederasyonun temelleri atılmıştır. Daha sonra 2006 yılında Karadağ Sırbistan’dan ayrılmıştır. Şimdi, bu noktada 1998 yılındaki BM Güvenlik Konseyi kararlarında altı çizilen husus Yugoslavya toprak bütünlüğü kararıdır ancak 2008 tarihinden sonra Yugoslavya diye bir devlet kalmamıştır. Kosova’nın 2008’deki bağımsızlık kararında tarihsel arka planın yanında özellikle Karadağ’ın 2006 yılından itibaren Sırbistan’dan ayrı bir siyasi varlık olarak ortaya çıkması da son derece etkili olmuştur ve aynı zamanda da 1999 tarihinde imzalanan anlaşmalar çerçevesinde UÇK’nın Kosova koruma kuvvetine dönüştürülmesi düşünülmüştü. Yani, 1999 ile 2011 arasında BM Genel Sekreterlerinin hazırlamış olduğu raporlarda Kosova’nın sekiz standart içerisinde büyük ilerlemeler kaydettiği ve özellikle Kosova Birliğinin BM Barış Gücü operasyonlarında son derece önemli faaliyetler gösterdiğini uluslararası kamuoyuna olumlu bir imaj olarak sunmasının da Kosova bağımsızlık sürecine kolaylaştırıcı etki yaptığını varsayabiliriz.
DAMLA DENİZ
Balkan Çalışmaları Staj Programı