Bu röportaj Prof. Dr. Alev Çınar ile “Modern Devletin Ataerkil Temelleri” üzerine yapılmıştır.
Merhaba hocam, ben Hicran Erol, TUİÇ Toplumsal Cinsiyet Programı stajyeriyim, bugün sizinle “Modern Devletin Ataerkil Temelleri” üzerine bir röportaj gerçekleştireceğiz, başlamadan önce izninizle çok kısa sizi tanıtmak istiyorum.
Şuan Bilkent Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü öğretim üyesisiniz, Sosyoloji yüksek lisansınızı Boğaziçi Üniversitesi’nde, Siyaset Bilimi alanındaki doktorasını ise Pennsylvania Üniversitesi’nde tamamlamışsınız. Ayrıca, New York Üniversitesi, Uluslararası İleri Çalışmalar Merkezi’nde ve Massachusetts Üniversitesi Five College Kadın Çalışmaları Araştırma Merkezi’nde iki adet post doktora çalışması yapmışsınız. Çalışma alanlarınız politikanın entelektüel kaynağı, İslam entelektüelleri, ulusalcılık ve ulus kurmanın devam eden süreci, milliyetçilik ve devam eden bir süreç olarak ulus inşası; etnik köken, cinsiyet, din (İslam), sınıf ile ilgili ulusal konunun oluşumu; modernlik, laiklik ve Türkiye’deki İslam, yurttaş oluşumu; kamusal alan, medya ve hayal gücünün ulus kurmada bir araç olması; modernlik politikası, laiklik ve din, post koloni çalışmaları, globalleşmenin sosyal ve kültürel boyutlarını içermektedir. Eklemek istediğiniz bir şey var mıdır?
-Hayır yok, başlayabiliriz
1) “Modern Devletin Ataerkil Temelleri” aslında sizin Gezi parkı olaylarını bu anlamda analiz ettiğiniz “Negotiating the foundations of the modern state: the emasculated citizen and the call for a post-patriarchal state at Gezi protests” çalışmanızdan geliyor. Aynı zamanda Bilkent Kadın Çalışmaları Topluluğunun geçen sene düzenlediği Kadın Zirvesi’nde yaptığınız konuşmanın da başlığıydı, ve o konuşmadan aklımda kalan sizin söylediğiniz bir cümle var: “Bütün siyaset bilimcilerin toplumsal cinsiyet çalışması lazım” demiştiniz, bence çok vurucu ve önemli bir cümle, bugün de konuşacağımız konular için de genel bir şablon çizmek anlamında “Neden?” diye başlamak istiyorum.
Kısaca cevap vermeye çalışayım bu soruya… Bu cümleyi şundan dolayı söyledim, toplumsal cinsiyet genel olarak bütün dünyada farklı bir alan olarak kenara ayrılıyor ve daha çok kadın çalışmalarıyla ilişkilendiriliyor – tabi son yıllarda buna erkeklik çalışmaları eklenmiş olsa da- sanki sadece kadınla ilgili bir şeyler yapanlar çalışır onun dışında kimseyi ilgilendirmez gibi bir genel kanı var, aslında Amerika’daki kadın çalışmaları bölümlerinde de yaygın bu, yani kadın üzerine çalışıyorsan kadın çalışmaları yaparsın yoksa yapmazsın gibi halbuki benim zaten senin de dile getirdiğin çalışmamın temelinde yatan fikir zaten bunun tersi olması gerektiği… Onun için sorduğun soru o anlamda gerçekten çok önemli bulduğum bir nokta. Bütün siyaset bilimcilerin toplumsal cinsiyet çalışması gerekir gerçekten, şuradan kaynaklanıyor; çünkü toplumsal cinsiyet dediğimiz şey ne sadece kadınla ne sadece erkekle ilgili, kadınlık ve erkeklik başka bir şey yani bunları birer sembol olarak almak gerekiyor. Siyasetin her alanında karşımıza çıkan bir şey. Bunlar nasıl karşımıza çıkıyor; siyasetin her alanında kadın var erkek var, kadınlar ne yapıyor erkekler ne yapıyor anlamında hiç söylemiyorum ve bence buna da indirgenmemesi lazım toplumsal cinsiyetin, kadınlık ve erkeklik üzerinden iktidar ilişkileri kuruluyor buna bakmalıyız en çok. Eğer bu açıdan bakarsak siyasete hemen her dönemde her siyasetçi (istisna hiç bilmiyorum) bu metaforu –kadınlığı ve erkekliği- çok farklı biçimlerde birer sembol olarak kullandığını görürüz. Bu sembollere en basitinden örnek vermek gerekirse; kocalık, babalık ve oğul olmak vardır erkeklikte, kadınlıkta da analık(annelik), ve kız çocuğu olmak vardır.
Özellikle bu üçü üzerinden siyasete bakarsak, devletin bir “baba” olması burada mevzu bahis, 70-80’lerde özellikle Süleyman Demirel’in temsil ettiği siyasi kişilik de babalık çok öne çıkıyor, bunun Süleyman Demirel’in baba olmasıyla ilgisi yok devletin vatandaşına yaptığı bir babalık olarak algılamalıyız durumu. Burada vatandaş ile devlet arasında belli bir ilişkinin tanımlanmasının kısa yolu olmuş oluyor “babalık”. Aynı şey farklı bir şekilde Bülent Ecevit’de var, Bülent Ecevit farklı bir şekilde hiçbir zaman babalık üzerinden yapmıyor bunu ama o daha çok bekar köyün bir delikanlısı olarak köyünü koruyan ama daha farklı şekilde koruyan daha eşitlikçi bir şekilde koruyan bir erkek imajını kullanıyor. Bir örnek daha verecek olursam makalem de kullandığım Tayyip Erdoğan’ın “Siz Şirinsiniz biz Ferhatız” konuşmasında da bu imajı görüyoruz.
Benim ilgilendiğim boyut da siyasilerin tam olarak bunu nasıl kullandığı ve bu şekilde devletin vatandaşla olan ilişkisinin annelik-babalık-kocalık-çocukluk hatta aşk ilişkisi-Ferhat Şirin örneğinde olduğu gibi- nasıl belirlendiği. Bahsettiğim şey devletin yaptıklarını meşrulaştırma için kullanılan bir söylem olmuş oluyor ve bu durum da siyasetin çok önemli bir boyutunu oluşturmuş oluyor. Çünkü bu bir iktidar kurma aracı haline geliyor, insanların neyi kabul ettikleri –neye rıza verdikleri- devletle olan ilişkilerini nasıl tanımladıkları, Ferhat vatandaşı için aşkıyla dağları delen olmuş oluyor tamam da kimse Şirin’e dağı delinsin istiyor mu diye sormuş olmuyor, acaba onun buna mı ihtiyacı var yoksa başka bir şeye mi ihtiyacı var? Vatandaşa gene söz hakkı vermeyen bir yaklaşım ve bunu aşk ile meşrulaştırılmış oluyoruz. Sırf bu örnek üzerinden bile ne kadar metaforik farklı bir yaklaşımın ortaya çıktığını görebiliriz. Ayrıca sırf bu sebeple en azından toplumsal cinsiyetin bunların siyasette nasıl kullanıldığıyla ilgili çok önemli tespitler yapmamızı sağladığını söyleyebiliriz. Bu anlamda siyaset bilimine giriş derslerinde bile bu boyutun işlenmesi gerektiğini düşünüyorum.
2) Eğitim hayatınıza baktığımızda lisansınızı psikoloji üzerine, yüksek lisansınızı sosyoloji üzerine ve doktoranızı da siyaset bilimi üzerine aldığınızı görüyoruz, sosyoloji ve psikoloji alanındaki çalışmalarınız, özellikle feminist siyasi teori alanındaki çalışmalarınız için nasıl bir düşünsel altyapı oluşturdu?
Ben bunlara antropolojiyi de eklemek isterim, Siyaset Biliminde doktora yaparken antropoloji dersleri aldım, şu anda da Stanford Üniversitesi’ne bir çalışma için gideceğim ve bu çalışmayı yapmak üzere antropoloji bölümüne gidiyorum. Antropolojiyi çalışmalarıma dördüncü katman olarak eklemiş olayım ve ben bu dalların aralarında bir fark görmüyorum açıkçası. Hareket noktamı açıklayayım, psikolojiye başladığımda da beni en çok çeken şey başından beri insanı anlamak tabiki, ama psikoloji okuduktan sonra psikolojinin insanı son derece çevresinden izole eden bir birey olarak aldığını fark ettim.
Psikolojide bunu çok sınırlı buldum onun için insanı bir de toplumun içinde anlamak lazım diyerek sosyolojiye gittim, sosyolojide de çok genişledi bakış açım, bence çok önemli bir alan, insanı çok daha zengin bir perspektiften anlama olanağı ortaya çıkıyor çünkü insana kültürel sosyal çevresi üzerinden, aile kurumu, eğitim kurumu, din vs içinde bakıyoruz. Tabi o da yeri geldi ve bir sınıra dayandı: iktidar meselesi. İktidarı anlamak istedim –sadece devlet anlamında söylemiyorum- iktidar hayatın her alanında, iktidar meselesinden soyutlanmış bir insan yok bence o anlamda. En basitinden kadın-erkek ilişkisi, erk zaten iktidar, güç demek dırek Türkçede, erkeklik de güçlü olmakla özdeşleştirilen bir şey, o zaman zaten bütün insanlar da kadın ve erkek olarak bölündüğüne göre güç iktidar dediğimiz şey insanın varlığına bile tesir etmiş olan kadınlık ve erkeklik üzerinden tanımlanmakta. Bu kadar merkezi bir şey olan iktidar da asıl siyasetin konusu tabi bir yandan. Şimdi buradan da antropolojiye geçeceğim, bugünkü siyaset bilimi meselesi de iktidarı bu şekilde incelemiyor daha çok kurumsal ve ana akım siyaset, partiler ve kurumlar üzerinden inceliyor ve gene siyaset bilimi de psikolojinin düştüğü hataya düşüyor bence devlet her yerde aynı devlettir gibi bakıyor olaya, nasıl insan her yerde insan aynıdır dediğimiz gibi psikolojide. Ama değil bence…Bir Hindistan devleti ile Çin devleti aynı mı? Mümkünatı yok… Bunları kültürel ve sosyal bağlamları içinde ele almayan bir yaklaşım görüyoruz gene siyaset biliminde. Dolayısıyla antropoloji hem bireyi hem siyasi kurumları hem de-hatta şu anda çalıştığım şeyi- siyasi düşünce/kuramını, kendi bağlamı içinde ele almaya olanak sağlayan, o kültürün o sosyal koşulların içinde nasıl geliştiğine odaklanan bir alan. Yani ben ta başından beri insanı anlama ile yola çıkmıştım ve beni getirdiği yer burası oldu diyebilirim, iyi ki de yapmışım.
-Bence de iyi ki yapmışsınız hocam, diğer soruya geçmek gerekirse;
3) Peki, nereden başlar bu modern devletin ataerkil temelleri, Pateman, Fraternal Social Contract’ında belirttiği gibi “iktidar”ın oluşumu Adem ile Havva hikayesine kadar uzanır mı, yoksa tabi o zamanların da belirli bir getirisi olmakla birlikte yoksa biraz daha “modern devlet” kavramının temelleri atılan 15-16.yy’a mı odaklanmalıyız? (Hobbes, Rousseau’nun toplumsal sözleşme çalışmaları gibi)
Adem ile Havva hikayesini ben tamamen alegori olarak kullanıyorum, metaforik anlamı ile kullanıyorum tarihsel bir geçmiş olarak değil, böyle bakanlar da olabilir. Adem ile Havva hikayesi, aslında ben buna Lilith’i de ekliyorum, Adem-Lilith-Havva diyelim bu hikaye çok temel bir hikaye. İktidar ilişkilerinin oluşmasında nasıl kullanılıyor ve nasıl karşımıza çıkıyor anlamında bakıyorum, yoksa tarihsel bir bağlamda değil. Adem-Lilith-Havva hikayesi vatandaş-devlet ilişkisinin oluşmasında ve tanımlanmasında –görünürde olmasa da- önemli bir işlevi olan bir hikaye. Nasıl derseniz, şöyle; Adem’in ilk karısı Lilith aslında ve Havva’dan farklı olarak, Adem ile eşit yaratılmış –tabi bunu hikaye olarak mecazi anlamda söylüyorum öyle olmuş olmamış anlamında değil- Lilith Adem ile cinsel anlamda bir eşitlik istiyor, bu önemli, bu eşitlik Adem’in hoşuna gitmiyor kadının cinsellik konusunda eşit olmasını istemiyor ve bunu şikayet ediyor Tanrı’ya. Bu hikayenin farklı versiyonları da var. Bir versiyonda Tanrı Lilith’i bu şikayet yüzünden cennetten kovuyor, bazı versiyonlara göre Lilith bu şikayete kızıp kendisi terk ediyor cenneti gibi… Yerine Adem Tanrı’dan kendi egemenliğini kabul eden bir kadın talep ediyor ve Havva bunun üzerine yaratılıyor, hikaye bu. Daha sonra Lilith şeytanlaştırılıyor, özellikle İsrail’de bu oldukça yaygınmış. Aslında Lilith’in şeytanlaştırılması cinselliğine, özgürlüğüne sahip çıkmasıyla alakalı, kendi bedeni üzerindeki söz hakkının erkeğe verilmesi gerektiğine karşı çıkması ile ilgili. Bu hikaye günümüzdeki dinamikleri de tanımlayan bir hikaye, arketip tipik bir hikaye, üst anlatı olarak, ben buna işte patriyarkal hikaye diyorum. Erkekliğe kadının üzerindeki egemenliği ölçüsünde güç veren… Adem kadın üzerinde Lilith üzerinde egemen olamadığını görüp rahatsız olup üzerinde egemenlik kurabileceği bir kadın istiyor, neden, kendi gücünü onun üzerinden tanımlıyor, iyi kötü doğru yanlış yargısıyla bakmıyorum kesinlikle bu hikayeye, bu hikayeler iktidar ilişkilerini beslemeye nasıl hizmet ediyor buna bakıyorum.
Şimdi bu hikaye tek başına bir sürü çocuk masalının bile temelini oluşturmuştur, Pamuk Prensesten tutun diğerlerine…”Erkeklik kadını kurtarabiliyor mu?”yu görüyoruz hep, Prens Sindirella’yı kurtarır, öteki beyaz atlı prensler başka kadınları.. Yani kadını koruyamayan erkek güçsüz erkek sayılıyor, kadını koruması üzerinden erkekliğin tanımlandığı bir ilişki biçimi yaratıyor. Kadının da tabi korunması için korunmaya ihtiyaç duyan korunmayı isteyen olması lazım… Şimdi bugün Türkiye’ye de baktığımızda neden bu kadar kadın cinayeti oluyor diye, yine Adem ve Lilith’i görüyoruz, kendi cinselliğini, kendi özgürlüğünü, seçen kadınlar, Adem’e boyun eğmeyen onun istediklerini yapmayan kadınlar öldürülüyor. Aynı zamanda 16-17.yy’da siyasi düşünce kuramlarının temelinde de, Hobbes, Rousseau gibi toplumsal sözleşme kuramcıları insanın rızası üzerine kurulmuş bir modern devlet anlayışının felsefi temellerinin ilkelerinin ortaya atmıştır, gene aynı bu Adem Havva hikayesinde olan patriyarkal hikaye biçimi olduğunu söylüyorum. Nasıl? Bu toplumsal sözleşme kuramlarında gene devlet vatandaşı korumakla yükümlü, Hobbes’a göre devletin olmadığı bir durumda anarşiden kaostan, Locke’a devletin vatandaşı adaletsizliğe, zulme karşı koruma, Rousseau’ya göre milli irade kavramı ile ilgili koruma söz konusu. Havva’nın Adem’e razı olması gibi vatandaşında devlete razı olması gerek tabii. O yüzden modern devletin ataerkil temelleri derken kastettiğim bu.
4) Çalışmanızda literatürde olan iki çeşit patriyarkal yönetimden bahsediliyordu; paternalist patriyarka ve fraternal (brotherhood, erkek kardeşlik) patriyarka olarak AKP hükümetinin de ikisine de sahip olduğu belirtilmişti. Sizce hala öyle mi? Ve bu iki yönetim biçimi aslında günlük hayatta da çok birbirine benzer belli başlı kriterler üzerine kurulmuş ilişkiler, ama yönetim üzerinde bir farkları var diye biliyorum o farktan biraz bahsedebilir miyiz ?
Carol Pateman’dan kullandığım şey bu aslında, o çok güzel anlatır, Fransız Devrimi öncesinde monarşik patriyarka devlet anlayışında baba oğul ilişkisi üzerinden böyle bir hiyerarşik dikey bir iktidar ilişkisi var. Kralın tebaası üzerinden bir iktidar olarak tanımlanan geleneksel-ataerkil ilişki biçimidir bu. Carol Pateman der ki Fransız Devrimi bu ilişkiyi yok etti, yani babayı öldürdü o anlamda –devletin bu hiyerarşik dikey ilişki biçiminin yok edilmesi anlamında söylüyor-. Zaten Fransız Devrimi’nin üç ana ilkesi “fraternity (erkek kardeşlik), eşitlik ve özgürlük” dür, Pateman ise bu üçünün geleneksel aterki biçimine karşı çıktığını ama “fraternal” yani kardeşlik üzerinden yeniden farklı bir ataerkil ilişki tanımladığını söyler. Cinsiyet Sözleşmesi (‘Sexual Contract’) –geleneksel ataerkide kadının çocuk yapması ile erkini sürdürebileceği evlilik ilişkisi- yani evlilik kurumu bunun yerine kadının bedeni üzerindeki ve çocuk yapma seçiminin erkeğe verilmesi üzerine kurulmuş bir sözleşme ve aynen de korunuyor. Bu sefer birbirine eşit olan erkekler kendi eşleri üzerindeki egemenliklerini sürdürüyorlar. Pateman daha sonra bunu kanıtlıyor, bütün toplumsal sözleşme kuramcılarında aslında kadının rasyonel olmadığı, siyasete girmemesi gerektiği siyasi kararlar verme yetkisinin olmadığına dair birçok görüşün yer aldığını belirtiyor. Peki neden bunu yapıyorlar, bunlar modern Fransız Devrimi’ni savunan düşünürler değiller mi? Eşitlikçiliği, özgürlüğü ve kardeşliği savunmuyorlar mı?.. E çünkü kadını vatandaş olarak görmüyorlar ve bunun da sebebi olarak cinsiyet sözleşmesinin modern devlette de sürdürülüyor olması. Ben de buradan hareketle, ilk olarak modern devletin bir eşitlikçi, egaliter dediğimiz ataerkil ilişkiye sahip olduğu ilişki biçiminden bahsedebilirim. Bütün hükümetlere bakılabilir bu arada, ama AKP hükümetinde enteresan bir durum da var, Tayyip Erdoğan üzerinden de çok bilinçli bir kullanımını görüyoruz bu bahsettiğimiz ataerkil prototiplerin. “Bana baba demeyin” var, çok sık kullanırdı 2011 öncesinde. Babalık biçiminden kurulan siyaset ilişkisini eleştiriyor ve doğru biçimde de eleştiriyor. Vatandaşlık üzerinde bir egemenlik bir efendilik kuran –bu Erdoğan’ın kendi kullandığı kelimesi- “Biz sizin efendiniz olmaya gelmedik, ben sizin kardeşinizim” demişti daha önce- bu ilişki tam bir modern ataerkillik örneği bence ve bunu bilerek çok kullandığını görüyoruz.
Bu anlamda Pateman liberalizmi de eleştirir; tamam eşitlik özgürlük ama erkek kardeşlik üzerine kurulmuştur kadınlar bunun dışında bırakılmıştır der. Gezi olayları ile ilgili makalemde de hem geleneksel ataerkilliği hem de bu liberal ataerkilliği kullandım. Geleneksel ataerkillikte de şöyle bir şey var ben babayım demiyorsun ama vatandaşa çocuk muamelesi yapıyorsun; o bilmez o anlamaz korunması gerekir, ben onun yerine karar veririm mantığı bu biraz, vatandaşın gücünü elinden alıyorsun demek… Geziden sonra bu tip ataerkilliğin daha da artarak devam ettiğini görüyoruz. Moden patriyarkada ise Ferhat-Şirin hikayesi var vatandaşı kadın olarak görme, bir kocanın eşine davranışı üzerinden şekillenen bir ilişki biçimi var, ne kadar sevgi dolu bir erkek olursa olsun gene kadına söz vermiyor tabii ki. Gezi Olayları’nda da o örnekleri kullandım “Sizi kandırıyorlar, gençleri kandırdılar ondan sokaklara çıktılar” gibi.
5) Modern devletin ataerkil yansımalarını günümüz Türkiye siyasi gündeminde ne gibi konularda daha çok görüyoruz / daha çok maruz kalıyoruz sizce? (Güncel siyasi gündem de olabilir, COVID-19 sürecinden, kadın cinayetlerinden vs.)
Bence her yerde, modern için de geleneksel için de çok yaygın bir hikaye olduğundan hemen her yerde görmek mümkün bunu. Özellikle COVID-19 özelinde bir yorum yapabilirim ama sanıyorum, gene vatandaşın iyiliğini biz biliriz biz yaparız yaklaşımı vardı, bir kere en başta bilgi verme ihtiyacı duyulmaması, ben vatandaşımı bilgilendireyim de kendi doğru kararlarını kendisi versin yaklaşımı olmadı Türkiye’de. Başlarda biraz oluyor gibiydi sonra hemen bozuldu. Hatta devlet o kadar merkezileşti ki belediyeler bir şeyler yapmaya çalıştığı zaman onları da bastırdılar. Burada tam olarak var, benim kafamda ataerkil hikayelerle şöyle özdeşleşiyor, bir aile düşünelim çocuklar, eş koca vs her şeye bir kişi karar veriyor sen maske tak, sen takma sen dışarı çık çıkma diye ama onlara sormuyor, anlatmıyor ve kaç kişi hasta diye bilgilendirmiyor… Bir arkadaşın var çadır kurdu gelin burada dinlenelim diye kapatıyor hayır ben yapacağım diyor burada yemeyelim diyor… Çünkü bunu o iktidarın elinden alınması olarak görüyor. Yani tamamen iktidarın merkezde toplanması ve vatandaşın çocuk yerine konulmasıdır bu. Kadın cinayetlerinin arkasındaki dinamik de bu, kadın söz hakkını eline aldığı zaman kadına yaşam hakkı tanınmıyor, gene aynı şey bu sefer vatandaş söz hakkını eline almak isteyince gene susturulup bastırılıyor. Tabipler Odası örneğinden de gördük bunu, farklı açıklamalar yaptıkları an susturuldular.
6) Son olarak biraz idealist bir soruyla bitirelim istiyorum, devlet-vatandaş ilişkisi bu anlamda nasıl iyileşir, (iki tarafı da bu tahakküm ilişkisinden çıkarmak anlamında) kendimizi iyileştirmekle mi eğitimle mi bu farkındalık nasıl sağlanabilir, çünkü bunun sadece Türkiye’nin de sorunu olduğunu da düşünmüyorum, ister otokrasi, demokrasi, monarşi, binlerce yıldır devam eden kalıplaşmış bir tahakküm ilişkisi söz konusu, bir siyaset bilimci olarak sizin görüşünüz nedir bu anlamda?
Çok güzel bir soru aslında bu, böyle bitirmek de çok uygun bence. Hepimizin de aslında cevabını bulmak istediği bir soru, insanlığın sorunu belki de. Ben olaya daha önce söylediğim gibi ataerkil hikâye açısından bakıyorum. Özellikle siyasi açıdan devletin vatandaş üzerinde kurduğu tahakkümden bahsediyoruz, vatandaşın kendi gücünü belirleme “özerkliği”ne -öz erklik çok güzel bir kelime bence yani kendi gücü demek- sahip olması gerek. Kişinin kendi özerkliğine sahip olmasıyla ataerkil ilişkiden kurtulabiliriz anca.
Bunu devlet vatandaş ilişkisine nasıl uyarlarız diye sorarsanız vatandaşın kendi yaşam alanları, dini, dili, eğitimi gibi konuların her birinde özerkliğe sahip olması ve kendisinin karar verebilmesi gerek. Devletin en başta bu hakkı koruması gerekir tabii. Bu korumanın nasıl sağlanacağı hala tartışılıyor bu haklar alınır mı verilir mi üzerinden hepsi de değerli tartışmalar…Ama bence dünya zaten o noktaya gelmiş durumda. Black Lives Matter olaylarını düşünelim aynı şeyi talep ediyorlar, “biz burdayız ve varlığımızı kabul edin” diyorlar. İnsanlar zaten sorunların farkında ve bu hakları istiyorlar. Bu yüzden bu anlamda bir eğitime ihtiyaç yok, bence bunun yollarının yaratılması lazım artık. Vatandaşların bu taleplerini devletin yerine getirmesi lazım ben sizin için en iyi olanı yaparım deyip “suskun, çocuk vatandaş”tan ziyade, yetişkin özgür vatandaşlara hizmet eden bir devlet anlayışı, yerel yönetimler anlayışına doğru gidilmeli bence ve bu doğrultuda da evriliyoruz dediğim gibi, dünyada giderek örneklerini görüyoruz. Bu anlamda gidişatı olumlu da görüyorum.
HİCRAN EROL
Toplumsal Cinsiyet Staj Programı