Standing, G. (2014). Prekarya: Yeni Tehlikeli Sınıf (The Precariat: The New Dangerous Class). İstanbul: İletişim.
“Prekarya fikrinin teorik ve ampirik açıdan eksiklikleri var fakat doğru anlaşıldığında bir çoğunluk inşa edecek yeni bir radikal projeye temel oluşturabilir.” -Richard Seymour
Temelde neoliberalizmin bir eleştirisi olarak karşımıza çıkan “Prekarya: Yeni Tehlikeli Sınıf”; okuyucuya piyasanın rekabetçi düzeninin hayatın her alanına sirayet ettiği küresel düzende Marx’ın “proletarya” kavramının geçerliliğini yitirdiğini söylemektedir. Yazar, İngiliz ekonomist Guy Standing, “oluşum içerisinde” ve giderek büyüyen bu sınıfın, halefinin sahip olduğu haklara bile sahip olmadığını iddia ederek dikkatleri üzerine çekmektedir.
“Prekarya” kelimesi İngilizcede “güvencesiz” anlamına gelen “precarious” ve Karl Marx’ın üretim araçlarına sahip olamama üzerinden tanımladığı “proletarya” kelimelerinin birleşiminden oluşmaktadır. Kelimeye etimolojik olarak bakıldığında Marksist sınıf tanımlamasının bu sefer de güvencesizlik üzerinden yapıldığı sonucuna ulaşılabilir. Fakat prekarya, kitapta da olduğu gibi, bundan çok daha karmaşık bir kavram olarak karşımıza çıkmaktadır. Terimin “farklı sosyo-ekonomik grupları” (2014; 21) kapsadığını kabul eden Standing bu argümanını, küresel piyasa düzeninin neden olduğu iş temelli kimlik sorununun varlığına dayandırmaktadır. Sınırların giderek bulanıklaştığını söylerken keskin hatlarla bir sınıf tanımı yapılamayacağını da sözlerine eklemektedir. Zaten yazar, prekaryanın ortaya çıkışını 1980’lere, yani neoliberalizmin yayılmaya başladığı döneme dayandırmaktadır. Bundan dolayı en çok üzerinde durduğu noktalar esnek çalışma sistemi, fırsatçılık, geçicilik, istikrarsızlık, öngörülemezlik ve tüm bunlarla birlikte gelen güvencesizliktir. Tüm bunların sonucunda yazar “parçalı bir küresel sınıf” yani prekaryanın ortaya çıktığını iddia etmektedir.
Yazarın bu sözlerine bakıldığında bu argümanların neden “eski” proletarya üzerinden açıklanmadığı sorusu ortaya çıkmaktadır. Guy Standing prekaryanın yeni bir kavram olduğunu, ve proletaryadan farklı bir derdi olduğunu söyleyerek bu soruya cevap vermeye çalışmaktadır. Bence bu noktada yazarın argümanları gayet anlaşılırdır. Proletaryanın iş sözleşmeleriyle teminat altına alınmış birtakım hakları ve bu hakların beraberinde getirdiği güvenceleri vardı. Proletarya, istihdam sürecinde, prekaryanın sahip olamadığı belirli bir istikrar avantajına sahipti. Bu “eski” sınıf, hayatının sonuna kadar aynı işi yapacağını tahayyül edebiliyordu. Dahası, sendikalaşmayla yeri geldiğinde haklarını savunabiliyor ve siyasetle bile ilgilenebiliyordu. Standing’in deyimiyle proletarya “zamanının kontrolüne” sahipti. Buna karşın, belirli sosyal güvencelerden yoksun, esnek sözleşmeler ile işten çıkarılması kolaylaştırılmış, iş sözleşmesinde yazılı işten çok daha fazlasını yapması umulan, erken emeklilik ya da emeklilik ikramiyeleri üzerinden tehdit edilen ve hatta sınır dışı edilme riskiyle karşı karşıya olan prekarya ne gelecek planı ne de işverenle herhangi bir pazarlık yapabilecek bir durumdadır. Kısacası, yazara göre prekaryayı tanımlayan şey, üretim araçlarına sahip olması veya gelir seviyesi değil, geliri ve hayatı üzerindeki belirsizlik, istikrarsızlık ve güvensizlik durumudur.
Standing, bir sınıf olarak prekaryaya kimlerin dahil olduğunu kesin sınırlarla belirtemese de dünyadaki prekarya havuzunun büyük kısmını göçmenlerin oluşturduğunu söylemektedir (2014; 155). Üstelik kitabın ilk basıldığı 2011’de henüz Arap Baharı’nın etkisi ortaya çıkmamış,ve milyonlarca Suriyeli evlerini terk etmemişti. Kitapta bahsedildiği üzere neoliberal küresel düzeninin göçmenlere karşı ikiyüzlü tutumu, göçmenlerin güvencesizliklerinin temelini oluşturmaktadır. Bir yandan, göçmenlerin ucuz emek gücünü oluşturmaları ve sınır dışı edilme tehdidiyle itaat etmeye daha yatkın olmaları iş veren için büyük öneme sahipken, diğer yandan da popülist siyasetçilerin “vatandaşların” güvenlik algısına zarar verdiği şeklindeki söylemleri göçmenleri ötekileştirmektedir. Bu siyasetçiler, göçmenleri söylemsel olarak tehlikeli ve kötü olanla özdeşleştirme eğilimindedirler. Bu da vergiye tabi olan vatandaşlarda, kötü gidişatın temel sebebinin göçmenler olduğu düşüncesinin oluşmasına yol açmaktadır. Bu durum toplumsal dayanışmaya zarar vermenin ötesinde ırkçılığı da beslemektedir. Sermaye göçten yana olsa dahi göçmenler “vatandaş olmanın” getirdiği güvencelerden faydalanamamaktadır. Standing, bunun sonucunda, yeni nesil göçmenlerin en büyük problemlerinden birinin, 20. Yüzyılda olduğu gibi asimilasyondan ziyade “vatandaş olamama” durumu olduğunu söylemektedir (2014; 165). Şunu da belirtmeliyim ki yazar kitapta “vatandaş olma” durumunu kimlik kartına sahip olma şeklinde tanımlamamaktadır. Çin’deki iç göç örneğinde yasal vatandaş olmalarına rağmen “kısmi vatandaş” pozisyonunda bulunan göçmen işçi grubundan bahsetmektedir. Bu örnekte de olduğu gibi yazar “vatandaş olabilmenin” temel şartını bir iş sözleşmesinin sağladığı istikrarlı hak ve güvencelere tabi olmak şeklinde tarif etmektedir. Daha iyi bir gelecek hayaliyle göç ettikleri bölgelerde göçmenler beklentilerini karşılayamamakta ve prekaryanın değişmez üyeleri haline gelmektedirler. Ardından yazar günümüzde pek çok insanın vatandaş olmanın getirdiği tüm hak ve güvencelerden yararlanamadığını ve “kısmi vatandaş” pozisyonunda bulunduğunu, yani prekaryanın grubunun içine girdiğini söyleyerek kafaları biraz karıştırmaktadır.
Prekarya, kitabın isminden de anlaşılacağı gibi “yeni tehlikeli sınıfı” ifade etmektedir ve bu düzene karşı olarak tasvir edilmemektedir. Prekarya’nın Marx’ın proletaryasının benzer sendikalaşma hakları veya siyaset ile ilgilenecek zamanı bulunmamaktadır. Yazara göre, prekaryalar güncel meselelere karşı ilgisizdir çünkü düşünebildikleri tek şey bitmek bilmeyen gündelik sorunlardır. Prekarya sadece günü kurtarabilmekte ve herhangi bir gelecek inşası kuramamaktadır. İşte bu yüzden, yazar prekaryayı tehlikeli bir sınıf olarak görmektedir çünkü popülist liderler tarafında manipüle edilmeye oldukça açık konumda bulunmaktadır. Dahası, Standing’in de belirttiği gibi, prekarya birçok farklı kesimden insanı barındırmakta, böylece direkt olarak içerisinde cepheleşmektedir. Dolayısıyla gerçek-ötesi çağ ile beraber, gerçek ile yalan arasındaki sınır gittikçe bulanıklaşmakta ve dünyayı nelerin beklediğini kestirilemez hale gelmektedir.
Açıkçası, kitabın argümanları okuyucuya ilk olarak “sınıf” kavramını sorgulatmaktadır. Marx’ın sınıf kavramında aynı çalışma ortamına, aynı hayat tarzına sahip ve hemen hemen aynı sorunlardan mustarip insanları görülmekteydi. Guy Standing ise yaptığı sınıf tanımını o kadar heterojen tutmaktadır ki günlük hayatta bu insanların karşılaşması, birbirlerini anlaması çok zor gözükmektedir. Standing, prekaryanın oluşum içerisinde olduğunu iddia etse de içerisine o kadar fazla insanı dahil etmektedir ki bu insanların sınıf oluşturmanın gerekliliklerini sağlayabileceğinden emin değilim. Yazar prekaryanın bir sınıf olduğunu ve üyelerinin üç ortak özelliğe sahip olduğunu söylemektedir. Bu üç özellik; emeğin güvencesizliği, ücret dışı getirilere sahip olamama ve hak subjesi olma açısından devletle olan ilişkilerin zayıflamasıdır. Bu açıdan bakıldığında, Standing prekaryanın içerisine sadece göçmenleri değil; aynı zamanda yaşlıları, kadınları, öğrencileri ve kimi beyaz yakalı çalışanları bile dahil ettiği söylenebilir. Fakat bir göçmenin tecrübe ettiği güvencesizlik ile beyaz yakalının tecrübe ettiği güvencesizliğin seviyesi aynı denilebilir mi? Bu insanların gelecekten beklentileri basitçe aynı argümana indirgenebilir mi? Yazarın bir sınıfı tanımlamak adına ortaya attığı kriterler o kadar geniş kalmaktadır ki bir müddet sonra kapsadığı insanların temel sorunlarına “yabancılaşır” hale geliyorsunuz. İşte tam bu yüzden kitabın yarattığı en büyük etki okuyucuyu “sınıf” tanımını gözden geçirmeye itmesidir diyebiliriz.
Öte yandan, yazarın çözüm önerileri de okuyucuların zihninde soru işareti oluşturmaktadır. Standing “Cennet Siyaseti” diye adlandırdığı önerilerde müzakereci demokrasinin yanı sıra küresel temel gelir hareketinin de başlatılması gerektiğini söylemektedir. Peki güvencesizlik diye adlandırdığı temel sorun sadece “maddi” boyutta görülebilir mi? Bu sorun tüm insanlara temel gelir sağlanarak çözülebilir mi?Yazar, önerileri, kitap boyunca tartıştığı ırkçılık, cinsiyet eşitsizliği, kimlik sorunu gibi sorunlara çözüm getirmediği gibi bu sorunları basitleştirerek maddiyata indirgemektedir.
Sonuç olarak, tüm bunlar göz önünde bulundurulduğunda “prekarya” terimi bir sınıfı ifade etmekten ziyade bir “süreci” yansıtıyormuş gibi gözükmektedir. Her gün daha fazla insan güvencesiz pozisyonlara itilmektedir fakat bunun bir sınıfa karşılık geldiği konusunda şüpheliyim. Yazar, biraz dağınık da olsa, kitap boyunca sunduğu argümanlar ve örneklerle neoliberal küresel düzenin ve bu düzene artık cevap verememesi bakımından geçerliliğini yitirmiş “proletarya” tanımının eleştirisini güçlü temellerle okuyucuya sunabilmektedir. Ancak yerine koyduğu bir sınıf olarak “prekarya”, hala teorik açıdan eksik görünmektedir.
AYŞE BOZKURT
GÖÇ ÇALIŞMALARI STAJYERİ