ÖZET
Endüstri devrimi sayesinde teknoloji ve ekonomi alanlarında büyük gelişmeler kaydeden batı devletleri, enerji kaynaklarının bolluğu, ticaret yollarının varlığı ve insan gücü özelliklerine binaen Ortadoğu’ya ilgisini artırmıştır. Bu anlamda birinci dünya savaşının getirdiği zafer ve Osmanlı İmparatorluğunun yıkılması suretiyle bölgede oluşan hegemonya açığını bölgeyi kolonize ederek ve çıkarları etrafında şekillendirerek kapatmış olan Batı devletleri ayrıca yeni bir siyasi yapı oluşturmuşlardır. 1916 Sykes-Picot anlaşması ile tam anlamıyla başlayan süreç, tek devlet altında birlikte yaşayan Arap toplumunu birbirinden ayırmış ve siyasi veya sosyal yapı dikkate alınmaksızın birçok Arap devletinin ortaya çıkmasına neden olmuştur. Ekonomik sömürü ağını genişleterek emperyalizm projesini de devreye sokan batı, sosyal anlamda da kolonileştirme uygulamalarına devam etmiştir. Bu anlamda bölgenin ismini dahi belirleyen kolonyal güçler, bölgenin kimlik ve kültürel özelliklerini oluşturma çabasına girişmiştir. İkinci dünya savaşı sonrası SSCB ile birlikte başat güç konumuna gelen ABD ise bayrağı devraldığı Avrupa devletlerinin kolonileştirme uygulamalarını bir üst safhaya çıkarmıştır. Çıkarları etrafında bölgeyi şekillendirmeye kararlı olan ABD gerek yumuşak gerek sert gücünü bölge üzerinde sergilemekten geri durmamıştır. Bu düzlemde ekonomik sömürü düzenini bağımsızlığını kazanmış olmalarına rağmen bölge ülkeleri üzerinde genişletme çabası içine girmiş, siyasi ve askeri boyutların yanında söylem kavramını kullanarak bölgeyi ve bölge toplumlarını ötekileştirme politikalarına hız kazandırmıştır. 11 Eylül sonrası ise sert güç kullanımında ileri aşamaya geçen kolonici güç, bölgenin vekalet savaşları sahasına dönüşmesinin yegâne aktörü konumuna geçmiştir. Arap baharı süreci sırasında ise medya ve uluslararası örgütleri kullanan ABD ve diğer kolonici güçler politikalarını meşrulaştırma amacına girişmişlerdir. Kolonyal dönemde oluşturulmuş yapının bozulmaması için ne gerekiyor ise yapmışlardır. Bu çalışmada Ortadoğu’da yaşanmış olan siyasi, askeri ve sosyal olaylar post-kolonyal teori argümanları çerçevesinde incelenecek olup, kolonyal dönemde oluşturulmuş yapının etkilerinin bölge üzerindeki sürekliliği analiz edilecektir.
Anahtar Kelimeler: Ortadoğu, Kolonileşme, Kolonize, Emperyalizm, Post-Kolonyal Teori
ABSTRACT
Thanks to the industrial revolution, the western states, which achieved great technological and economic development, increased their interest in the Middle East due to the abundance of energy resources, the existence of trade routes and the labor force. In this sense, Western states, which closed the hegemony deficit in the region by colonizing the region and shaping it around their interests, also formed a new political structure, as a result of the victory brought by the first world war and the collapse of the Ottoman Empire. The process that started with the Sykes-Picot agreement in 1916 separated the Arab society living together under a single state and caused the emergence of many Arab states regardless of the political or social structure. The West, which activated the imperialism project by expanding its economic exploitation network, continued its social colonization practices. In this sense, the colonial powers, which even determined the name of the region, attempted to create the identity and cultural characteristics of the region. After the Second World War, the USA, which became the dominant power with the USSR, has taken the colonization practices of the European states and carried it to the next level. Determined to shape the region around its interests, the USA did not hesitate to display its soft and hard power over the region. In this plane, although region states gained their independence, USA and other powers tried to expand the economic exploitation system on the countries of the region, using the concept of discourse besides the political and military dimensions, accelerated the policies of marginalizing the region and the societies of the region. The colonial powers, which advanced in the use of hard power after September 11, are the only actors in the region’s transformation into a field of proxy wars. During the Arab Spring process, the US and other colonial powers, using the media and international organizations, attempted to legitimize their policies. In this study, political, military and social events in the Middle East will be examined within the framework of post-colonial theory arguments, and the continuity of the effects of the structure created in the colonial period on the region will be analyzed.
Key Words: Middle East, Colonization, Colonized, Imperialism, Post-Colonial Theory
1. Giriş
Günümüzde demokrasi, barış ve insan hakları gibi kavramlar sadece batının sahip olabileceği üstün nitelikler olarak görülüyor iken bu kavramlara tezat özellikler diğer devletler ile özdeşleştiriliyor. Bu minvalde batı güçlerinin algısına göre demokratik yönetimlere sahip olmayan, gelişmemiş ve meşruiyeti tartışmalı olan devletler, siyasi, sosyal ve ekonomik anlamda gelişmiş devletler tarafından uluslararası alanda üzerinde politika oluşturma alanını oluşturuyor. Batının sahip olduğu değerleri dünyaya yayma çabası ise bu politikaların önünü açıyor. Bu düzlemde “beyaz adamın yükü” olarak modern olmayan toplumların modernleşmesi, demokrasiye ve insan haklarına sahip olmayanların bu değerlere sahip olması, batı tarafından varoluş görevi olarak sahip olduğu değerleri dünyaya yayma çabalarını meşrulaştıran misyon olarak görülüyor. Batı bölgenin koruyucu gücü konumunu bu değerler bakımından dünya kamuoyuna kabul ettirmeye çalışıyor. Fakat sözde üstün değerlere, nitelikli hukuk kurallarına, siyasi ve ekonomik güce sahip olan batının dünya üzerinde başta Ortadoğu olmak üzere birçok bölgede gerçekleştirmiş olduğu siyasi ve sosyal aktiviteler sadece demokrasi temelli midir? Yoksa bu politikaların altında bir çeşit kolonileştirme politikaları etkisini sürdürmekte midir? Bu düzlemde Ortadoğu tarihinde 1916 yılı Sykes-Picot anlaşması ile gerçek anlamda kurulmaya başlanan koloni düzeni ve dekolonizasyon süreci sonrası bıraktığı etki, bölgede yaşanılan ve batının etkisinin olduğu olaylar çerçevesinde post-kolonyal teori ve teorisyenlerinin öne sürdüğü fikirler çerçevesinde analiz edilip, genel bir çerçeve çizilecektir.
2. Osmanlı İmparatorluğu Sonrası Ortadoğu Kolonyal Tarihi
Ortadoğu barındırdığı tarihsel, coğrafi, sosyal ve ekonomik miras sayesinde her zaman önemli bir merkez olmuştur. Bölgede kurulmuş olan köklü medeniyetler sadece bölgeyi değil dünyanın her yerinde yaşayan toplulukları etkilemiştir. Milyonlarca yıl boyunca farklı kültürden insanları, farklı düşünceleri ağırlayan ve onları benimseyen bölge, her anlamda sahip olduğu sosyal ve tarihi çeşitliliği ile öne çıkmıştır, çıkmaya da devam edecektir. Ayrıca üç kutsal dinin çıkış ve yayılma noktası görevini üstlenmesine binaen dünya halkları tarafından kutsal bir alan olarak görülmesi bölgenin dini anlamda da önemini gözler önüne sermektedir. Önemli bir geçiş merkezi olan bölge daha önce değinildiği gibi köklü medeniyetlere ve imparatorluklara ev sahipliği yapması nedeniyle siyasi ve askeri anlamda da Dünya üzerinde var olan en hareketli bölgelerden birisidir. Bu minvalde savaşlar ve çatışmalar yüzyıllarca süre gelen etkileri nedeniyle toplumların alışık olduğu ve bir nevi bölge halklarının kaderi olarak görülen olaylardır. Tarih öncesi çağlardan beri süre gelen siyasi olaylar nedeniyle bölge üzerinde söz sahibi olan ve bu topraklarda hakimiyet tescil etmeye çalışan topluluklar ise boyuna süre gelen çatışmalar nedeniyle sürekli el değiştirmiştir. Bölgede yaşayan toplumların kaderini bu düzlemde savaş ve masada kazanılan siyasi zaferler nedeniyle bölgeye yabancı sömürgeci ve emperyalist topluluklar dizayn etmiştir. Bölgenin yakın geçmişini incelemek gerekir ise Osmanlı Devleti ve onun bölge üzerindeki etkisi gözden kaçırılmamalıdır. 400 seneden daha fazla bir dönem bölgeye hükmeden Osmanlı İmparatorluğu sahip olduğu gücü sayesinde bölgenin yeniden dizayn edilmesi konusunda çok önemli etkilere sahiptir. Bu anlamda dini açıdan bölge halkları ile aynı sosyal özellikleri taşıyan Osmanlı, bölgenin etnik ve dini yapısını iyi analiz etmiş bu sayede bölgeyi uzun bir süre hakimiyeti altında bulundurmuştur. Ayrıca etnik yapı üzerinde ayrıştırıcı politikalar ile egemenlik kurmaktan ziyade hoşgörü ve ortak inanç temelli politikaların uygulanması bölge halklarının Osmanlı İmparatorluğu egemenliğini kabul etmesine sebebiyet vermiştir. Fakat Osmanlı’nın da bir imparatorluk olması hasebiyle farklı kültürden insanları barındırdığı bir gerçektir. Bu anlamda bütün politikalarının doğru olduğu ve herkes tarafından kabul gördüğü bölgenin analizini yaparken bizleri yanlış yola sürükleyebilecek bir olgudur. Fakat makalenin ana konusunun kolonyal sonrası dönem olmasına binaen bu konu üzerinde durulmayacaktır. Bu düzlemde Osmanlı İmparatorluğunun son dönemlerinde endüstri devrimi sayesinde Batı devletlerinin teknolojik ve ekonomik alanda gelişmesi, sömürgeleşme yarışının başlaması ve bölgede bulunan enerji kaynaklarının keşfedilmesi bölgenin batılı devletler tarafından ilgisini çekmesine neden olmuştur. Buna rağmen Batı devletlerinin bölgeye olan ilgisi çok önceden beri süre gelen bir olgudur. 1798 Napolyon’un Mısır seferi, 1882 İngiltere’nin Mısır işgali, İspanya ve Portekiz’in Kuzey Afrika politikaları ve bölgenin ticari yollar üzerindeki konumu nedeniyle diğer devletlerin girişimleri bu anlamda unutulmamalıdır. Osmanlı İmparatorluğu ise son dönemlerinde güç kaybetmiş olmasına rağmen bölge üzerindeki egemenlik tahsisinin güçlü yapısı, imparatorluk geleneği gereği derin siyasi yapısı ve İslam dini özellikleri çerçevesinde cihat politikalarının bölge üzerinde kabul görmesi, bu anlamda geçmişten beri bölgeye ilgisi olan batı devletlerinin işgalini uzunca bir süre ertelemiştir. Dönemin koşullarında sahada yani savaşta kazanan kuralları belirleyen olması sebebi ile kolonyal güçlerin birinci dünya savaşı sayesinde bölge üzerindeki emelleri gerçekleşmeye başlamıştır. Savaş sonrası Osmanlı İmparatorluğunun yıkılması ile bölgede hakimiyet boşluğunun oluşması, Arap halkalarının siyasi ve sosyal anlamda ayrı amaçlar peşinde koşmaları ve ulus-devlet fikirlerinin daha fazla kabul görmesi bölge üzerinde batı devletlerinin hakimiyetini perçinleyen diğer önemli etmenlerdir.
Bölge üzerinde gerçekleştirilmiş olan her türlü siyasi, ekonomik ve sosyal sömürü analizi ve eleştirisinden önce Ortadoğu kavramının tartışılması ve eleştirilmesi gerekir. Çünkü Ortadoğu kavramı kolonyal güçlerin, özellikle İngiltere’nin bölgeye vermiş olduğu bir isimdir. Bu anlamda daha sonra değinilecek olan kimlikçi-kültürcü kolonyalizm çerçevesinde kolonyalizm’in kimliğe etkisi, kolonyal ve emperyal güçler tarafından bölge için yaratılan ayrılıkçı isimden bile anlaşılabilmektedir. Kolonyal politikalar bu anlamda etki ettiği bölgeye siyasi ve ekonomik anlamda etki ettiği kadar kültürel ve kimliksel anlamda da etki eder ve bozulmalara yol açar. Bugün Ortadoğu kavramının geçtiği yerlerin devamında yoksulluk, savaş ve çatışma kavramlarının geçmesi kolonyal dönemin etkisinin hala devam ettiğinin bir göstergesidir. Bunu yaratan emperyal ve kolonyalist batı devletleridir. Bu konuyla bağlantılı olarak kültürel-kimliksel kolonyalizm eleştirileri makalenin devamında bulunmakta olup, Ortadoğu da kolonyal dönemin en temel başlangıç noktası olan 1916 ve sonrası kolonyal dönem, post-kolonyal teori esasları çerçevesinde analiz edilecektir. 1916 yılının önemi İngiltere, Fransa ve Rusya tarafından imzalanan Sykes-Picot anlaşması ile bağlantılıdır, bu anlaşma kolonici devletlerin bölge üzerindeki planlarının ne olduğunun anlaşılması konusunda en güçlü şekilde açığa çıkmış olan kanıttır (Özdemir, 2012). Osmanlı İmparatorluğu döneminde tek devlet altında birlik olarak yaşayan Arap toplumu batılı sömürge devletlerinin bölge üzerindeki çıkarları nedeniyle bu anlaşmaya müteakip birden fazla devlete bölünmüştür. Sınırlar sadece batının planları çerçevesinde onlara hizmet edecek şekilde suni olarak çizilmiştir. Zaten bölgede yaşanan sorunların ana kaynaklarından birisi emperyalist, sömürgeci çıkarlara hizmet edecek şekilde batı tarafından çizilmiş olan bu sınırlardır. Bu anlamda Irak ve Ürdün devletlerinin sınırları İngiliz himayesi ve kontrolü altında, Suriye ve Lübnan sınırları ise Fransa himayesi ve kontrolü altında batılı sömürge güçleri tarafından bölgenin kontrol altında tutulabilmesi ve çıkarlarına hizmet edebilmesi için çizilmiştir (Şahinoğlu, 2017). Bölgede varlığını sürdüren yönetimlerin temel özelliklerine baktığımız zaman ise, yeni kurulmuş olan bu Arap ülkelerinde liderlerin ve alt kademelerin kolonici devletler tarafından makamlara getirildiği aşikardır. Kolonileştirme politikaları bu düzlemde klasik sömürüden daha fazla anlamı içerir. Endüstri devrimi sonrası enerji ve emek ihtiyacı çerçevesinde Marx ve Engels’in ortaya attığı ve bunun için batıyı suçladıkları daha sert ekonomi tabanlı sömürü politikaları uygulayan batı devletleri, Ortadoğu’ya uyguladıkları ve kökten yapıyı değiştirmeye yönelik politikaları sayesinde emperyalizm projesini bir ileri noktaya götürmüşlerdir. Emperyalist politikalar bu çerçevede sadece ekonomik temeli değil siyasal ve toplumsal başta olmak üzere her anlamda kolonizenin sömürülmesinin tümüne işaret eder. Bu düzlemde demokrasi ve medeniyet temsilcisi görevini üstlenmeye çalışan batı devletleri, Cemiyet-i Akvam’ın manda yönetimler hakkındaki tasavvurunu ve onay kararını beklemeden Fransa ve İngiltere gibi devletler başta olmak üzere kendi emperyalist ve çıkarcı hedeflerini perçinlemek için halihazırda bulundukları bölgede otoritelerini daha fazla artırmışlardır (Demirel, 2019). 1922 yılında Cemiyet-i Akvam’ın manda yönetimlerini hukuksal açıdan onaylaması ise o zamanki mevcut durumun ibrasından farklı bir anlama gelmemektedir. Buna rağmen örgüt manda yönetimlere birtakım kısıtlamalar getirmiştir fakat manda yönetimleri bu kararlara çıkarlarıyla ters düşecek olması nedeniyle büyük çoğunlukla uymamışlardır. Çünkü kolonici devletlere göre emperyalist sömürge politikaları uygulamak ve kısıtlamalara uymamak hem batı için hem de bölge için gereklidir. Bu anlamda sömürü düzenin geldiği noktanın analizi ve eleştirisi çok önemlidir. Batı yapmış olduğu kolonileşme politikalarını bugün olduğu gibi o zamanda gerekli görmekte ve kendilerini barış elçisi atfetmektedir. Ayrıca hukuksal açıdan önemli olan kendi kendini yönetebilme ilkesi (Self-Determination Principle) birçok batı devletine (Polonya, Macaristan, Letonya vb.) sağlanıp ve bu devletlere ulus-devlet kurma ve kendilerini yönetebilme şansının verilmesine karşın Arap halklarının çoğuna bu hakkın ikinci dünya savaşı sonrasına kadar “gerçek” anlamda verilmemesi ise post-kolonyal teori çerçevesinde kolonyal dönemin eleştirisinin yapıldığı diğer bir husustur. Çünkü kolonici devletler politikalarını öyle derinleştirmiş ve çıkarlarına öyle bağlanmışlardır ki bölgeyi sadece ekonomik anlamda sömürü alanı olarak görmemişler, bölgeyi siyasal, kültürel ve sosyal anlamda paramparça etmişlerdir. Bunu yaparken kolonileştirme dönemlerinde kolonici devletlerin uyguladıkları ana politikalardan biri olan bölge üzerindeki ayrılıkçı aktörlerle iş birliği yapma politikasını uygulamışlar ve bölgeyi kendi çıkarları etrafında dizayn etmişlerdir. Mekke imamı Şerif Hüseyin önderliğinde Arap halkına İngiltere tarafından vadedilen ve tek çatı altında kurulacak olan bağımsız Arap devleti, kolonici devletlerin bölge üzerinde ayrılıkçılarla yaptığı ve milliyetçilik düzleminde bölgesel değerleri sömürmeleri açısından önemli bir örnektir. Çünkü vadedilmiş bu devlet kolonici devletler tarafından çıkarlarına ulaşmak için sadece bir söylem olarak kalmaktan ileriye gitmemiştir. Zaten daha önce de bahsedildiği gibi sınırlar batı devletleri tarafından bölge gerçeklerinin dışında çizilmiştir. Bölgenin kontrolünü kaybetmemek ve bölgede kontrolü düzeyli şekilde sağlamaya çalışmak için ise İngiltere ayrılıkçı aktörleri kullanmaya devam etmiştir, bu anlamda İbn-i Suud ile anlaşma yapmış, Şerif Hüseyin’i ise Arabistan Kralı olarak kabul etmiştir (Sağlam, 2014). Bu sayede Irak ve Suudi Arabistan gibi devletler sömürge güçleri tarafından yönetilen birer aktör görevinin dışına çıkamamışlardır. Bunun asıl nedeni ise kolonici devletlerin Arap topraklarında uygulamaya çalıştığı ulus-devlet politikaların bir sonucudur, çizilen sınırlara binaen Arap devletlerinde sorunlar çoğalmış, uluslararası sistemde bulunan anarşi sorunu bölgede en gerçek haliyle yaşanmıştır. Bu sorunlar sadece bölge halkları arasında kaosa neden olmamış, batılı devletler karşısında milliyetçi fikirlerini de yeşertmiştir. Irak milliyetçiliği bu anlamda uygun ve en önemli fikirleri barındırmış fakat kendilerine karşı gerçekleştirilen bu tarz olaylarda, ayrılıkçı aktör ve değerler kapsamında yüzyıllardır devam eden bölge içindeki mezhep tartışmaları, batı devletleri tarafından bölge siyasetinde körüklenmiş ve bölge dengede tutulmaya çalışılmıştır. Ayrıca daha önce bahsedilen ve ayrılıkçılar ile yapılan anlaşmalar sayesinde bölgeyi etkileri altına almışlardır. Kolonize devletlerin liderleri ise hayal peşinde koşarak İngiltere ve Fransa ile çok yakın ilişkiler sürdürmüş bunun karşılığında da “sözde” bağımsızlıklarını kazanmışlardır. Son olarak İkinci dünya savaşına kadar devam eden dönemde kolonyal devletlerin politikaları ve ana amaçları değerlendirilecek olursa, gittikçe artan ekonomik gelişmeleri bölgede bulunan doğal kaynaklar ve emek gücü ile perçinlemek, bölgede bulunan Süveyş Kanalı ve Hürmüz Boğazı başta olmak üzere ticaret yollarının güvenliğini sağlamak ve küresel çıkarlarını güvence altına almaktır. Bu amaçların gerçekleştirilmesi icabında ise bölgede ki gruplar ile ortaklıklar kurulması ana politikalar olarak değerlendirilebilir (Sağlam, 2014).
İkinci dünya savaşı ise bir Avrupa kıtası içi güçleri arası başlayan savaş olmasına rağmen giderek genişlemiş ve orta doğuya yayılmıştır. Bu anlamda İtalya ve Almanya’nın Afrika kıtasında gerçekleştirdiği aktiviteler sonrası İngiltere ve Fransa karşı tarafın politikalarına cevaben Irak ve Suriye başta olmak üzere bölgeyi tekrar işgal etmiştir. Savaş sonrası dönemde ise dünya siyasi sisteminin değişmesi, İngiltere ve Fransa’nın güç kaybı yaşaması ve dekolonizasyon sürecine gidilmesi bölgenin her anlamda yeniden gündeme gelmesine sebep olmuştur. İngiltere ve Fransa bölgede kolonizelerini elinde tutmaya devam etmiş fakat savaşın getirdiği ekonomi başta olmak üzere her anlamdaki yıkım siyasi dengenin değişmesine sebep olmuştur. Ayrıca 1947 yılı sonrası Doğu Asya’da başlayan bağımsızlık akımları ve 1955 Bandung Konferansında Doğu Asya ve Afrika ülkeleri tarafından kolonicilere karşı yükselen sesler İngiltere başta olmak üzere her aktörü etkilemiştir. Savaş sonrası dönemde güç kaybeden Avrupa devletleri dekolonizasyon sürecine gitmişlerdir. Bu dönem post-kolonyal yani kolonyal sonrası dönemi işaret etmektedir. Amerika Birleşik Devletleri ve Sovyetler Birliği ise savaş sonrası dünyanın yeni hâkimi konumuna yükselmişlerdir. Bu anlamda iki güç soğuk savaş öncesi ve soğuk savaş döneminde her alanda olduğu gibi Ortadoğu üzerine de politikalarını empoze etmeye, yeni nesil bir koloni düzeni kurmaya başlamışlardır. ABD’nin bölgeye olan ilgisi daha öncelere dayanmaktadır. 1936 yılında Sykes-Picot anlaşmasını resmen kabul eden ABD, ikinci dünya savaşı sonrası bölge ile yakından ilgilenmiş ve bölgeyi yeniden oluşturmaya yönelik politikalar uygulamıştır. Çünkü her ne kadar Atlantik Bildirgesi çerçevesinde Ortadoğu halkları kendi kaderlerini tayin edebilme ve bağımsız olma hakkını kazanmış olsalar bile her anlamda “güçlü devletlere” ihtiyaç duyuyorlardı. Bağımlılık ve Dünya Sistemi teorilerinde de sık sık karşımıza sunulan bu durum kolonize devletlerin her zaman yaşamak zorunda olduğu durumu çok net şekilde açıklamaktadır. Bu anlamda gelişmiş veyahut hiç sanayii olmayan, güçsüz ekonomik göstergelere sahip, siyasi ve sosyal anlamda da ayrıştırılmış olan Ortadoğu ülkeleri, her anlamda güçlü olan ABD ve diğer devletlerin yardımına ihtiyaç duydu. Kolonici devletler ise “beyaz adamın yükü” misyonunu benimseyerek koloni düzenini genişlettiler, meşrulaştırma alanı buldular ve yeni bir çeşit kolonyalist politikalar uyguladılar. Post-kolonyal yani kolonileşme sonrası dönem olan bu dönemde Ortadoğu her anlamda Post-kolonyal teorinin önemli şahsiyetleri olan Edward Said, Dirks ve Spivak tarafından da öne sürüldüğü üzere kolonileşme döneminin etkilerinden kurtulamamıştır. Çünkü ABD ve diğer güçler her anlamda emperyalist kolonileştirme politikalarından geri adım atmamış, kolonizenin kimliğini yeniden dizayn etmiş, Spivak’ın eserinde önemli bir noktaya işaret eden ve kolonizeleri temsil eden Madun’un konuşmasına izin vermemişlerdir.
İkinci dünya savaşı sonrası dönemin değişen koşullarına müteakip başat aktör konumuna yükselen ABD ve politikaları, kolonyal ve post-kolonyal dönemin analiz edilmesi açısından önemlidir. Bu anlamda ABD öncülüğünde bölgede gerçekleşmiş olaylar bizlere kolonyal dönem sonrası dönemin değerlendirilmesinin ve etkilerinin analizini yapma açısından kolaylık sunacaktır. Bu minvalde birinci dünya savaşı öncesi genel anlamda din okulları ile bölgede var olan ABD, ikinci dünya savaşı sonrası bölge için en önemli karar vericilerden biri haline gelmiştir. Bu dönem için birinci dünya savaşı öncesinden ikinci dünya savaşına kadar olan dönemde İngiltere ve onun rolü için ne söylenmiş ise bu dönem sonrası ABD içinde aynısı söylenebilir. Kendi çıkarları için emperyalist bir koloni düzeni yaratan ABD, bölgenin yeniden dizayn edilmesi konusunda bütün yükü omuzlamıştır. Bölgede bağımsızlık hareketlerini tetikleyecek milliyetçi politikalara ise izin vermemeye büyük gayret sarf etmiştir. İran başbakanı Musaddık’ın milliyetçi politikalarının sonucu olarak ABD çıkarları ile uyuşmaması nedeniyle görevden uzaklaştırılması ve Şah’ın güçlendirilmesi ve bu sayede ABD’nin İran petrolleri üzerinde hak sahibi olması, ABD’nin bölge üzerindeki politikalarının ilk sert yansımalarından birisidir (İşler, 2018). Ayrıca bölgede aynı ırk fakat farklı devlet altında yaşayan Arap toplumun hali hazırda bulunan sorunlarının üzerine İsrail devletinin İngiltere ve ABD öncülüğünde konulması ile bölge sert bir iklime girmiş ve kaderi savaş olan bölge kolonici devletlerin etkisiyle kaderlerine bir kez daha boyun eğmiştir. Arap-İsrail savaşları uzun bir dönem bölgenin en hareketli olayları olmuştur. Bölge ve Post-kolonyal değerlendirme için önemli olan diğer bir olay ise Süveyş Krizidir. Mısır’da iktidar olan Nasır, kolonici batı devletlerinin politikalarına uymamayı ve Süveyş Kanalını millileştirmeyi hedeflemiş, bu yönde de politikalar uygulamıştır. Avrupa devletleri ve İsrail’in işgal girişimlerine karşın amacından geri dönmeyen Nasır, bu sayede batı hegemonyasını reddeden Nasırizm pratiğinin doğmasına neden olmuştur. Kolonyal dönemler üzerine değerlendirmeler yapan Frantz Fanon’un fikirleri çerçevesinde bağımsızlık kazanıldığında kolonici ile tüm bağlar kopartılmalı doktrinini uygulamaya çalışan Nasır, her ne kadar koşullar gereği tam başarılı olmamış olsa bile işaret fişeğini ateşlemiştir. Mısır ekseninde tüm Ortadoğu’ya verilen mesaj sen beyaz adam değilsin, beyaz adam gibi olmaya çalışma şeklindedir. ABD’nin kolonyal dönem sonrası politikalarına geri dönecek olursak, Başkan Eisenhower doktrini çok önemli bir yer tutar. Başkan tarafından oluşturan politika sayesinde Ortadoğu’ya ekonomik ve askeri anlamda yardımlar yapılması planlandı, bu sayede bölge ABD güdümüne daha fazla girmiş ve Sovyet tehlikesi bertaraf edilmeye çalışılmıştı. Ayrıca 1970 yılında Nixon doktrini sayesinde ABD askeri müdahalelere ara vermeye karar vermiş, ekonomik ve ticari yardımları artırma politikasını uygulamaya koymaya çalışmıştır (Erol, 2010). Bu sayede kolonileştirme politikalarını daha çok yumuşak güç üzerinden uygulamaya başlamıştır. Fakat soğuk savaşın getirdiği siyasi endişeler ve Sovyetler Birliği müdahaleleri sonrası ABD özellikle körfez ülkeleri ile ayrıca ilgilenmiş, Basra körfezine yapılacak girişimleri her anlamda engelleme kararı almıştır. Carter doktrini uygulamaları çerçevesinde bağımsızlıklarını daha önce kazanmış ve Basra körfezine komşu olan körfez ülkelerinin iç işlerine bu anlamda bir kez daha müdahale edilmiştir. Soğuk savaş sonrası ise başat güç konumunu perçinleyen ABD, bölge ülkelerinde neo-liberal temelli ekonomi politikaları uygulamayı hedeflemiş ve bunun için ülkelere çeşitli yardımlar yapmıştır. “Beyaz adam’ın yükü” misyonunu uygulamaya çalışan ABD, bölgede demokratikleştirme çalışmalarını hızlandırmıştır. Söylem ve medya yoluyla bölgenin kimliğini yeniden inşa etmeye çalışmıştır. Ayrıca bölgenin bu tarz ekonomik politikalara hazırlıklı olup olmaması ise ABD tarafından önemsenmeyen bir konu iken, medya kullanımı ile liberal politikaların üstünlüğü vurgulanmıştır. Daha önce Nasırizm akımına Baasçılık akımı da eklenmiş, Irak ABD hegemonyası için tehdit oluşturmaya başlamıştır. Irak’ın Kuveyt işgali sonrası çıkarları tehlikeye giren ABD ise bu olaya BM’yi arkasına alarak müdahale etmiştir. Bu tarihten sonra kendini Ortadoğu’nun koruyucu aktörü olarak gören ABD, çıkarları düzleminde politikalarını uygulamaya devam etmiştir.
3. 9/11 Saldırıları ve Büyük Ortadoğu Projesi
11 Eylül bütün dünya ve özellikle bölge için bir milat, dönüm noktasıdır. Post-kolonyal teorinin öne sürdüğü ve söylem üzerinde yoğunlaştığı fikirleri bu olay sonrasında adeta hayat bulmuştur. 11 Eylül sonrası ABD sert güç kullanımını en üst düzeye çıkarmış ve Afganistan ile Irak’ı işgal etmiştir. ABD Başkanı Bush’un öne sürdüğü şer ekseni (Axis of Evil) doktrinin çerçevesinde bölge adeta kötülükler ile özdeşleştirilmiştir. Ötekileştirme uygulamalarında en fazla kullanılan medya, bu olay sonrası ve günümüzde dahil olmak üzere bölgenin portresini en kötü hatlarıyla çizmiş ve bölgeye yeni bir üst kimlik vermiştir. Terörizm ülke veya millet ayrımı yapılmaksızın bölge ile anılmaya başlamıştır. Kendi politikalarını ise verdiği “Kalıcı özgürlük harekâtı”, “Irak’ı özgürleştirme harekâtı” gibi isimler ile meşrulaştırmaya çalışmıştır. “Demokrasi ve insan hakları” getirme vaatleri ise diğer kullandığı söylem üzerinden ötekileştirme politikalarıdır. Bu politikalar ve harekatlar sonrası gerçekleştirilen eylemler ise bölgenin daha da karmaşıklaşmasına sebep olmuştur. Uzun dönemdir uygulanmaya çalışılan ve akıllarda olan Büyük Ortadoğu Projesi ise tam anlamıyla uygulanmaya başlamıştır. Amaç petrolün güvenli bir şekilde Avrupa ve Amerika’ya aktarılması, İsrail’in güvenliğin tam anlamıyla sağlanması, bölgenin ABD’ye daha fazla bağımlı hale gelmesi ile birlikte Ortadoğu’nun siyasi, ekonomik ve etnik yapısı başta olmak üzere her anlamda yeniden “tasarlanmasıdır”. Bu anlamda kimlikçi-kültürcü kolonyalizm’in daha önce öne sürdüğü kolonizenin kimliğinin ve kültürünün kolonici tarafından oluşturulduğu tezi ve Memni’nin öne sürdüğü fikirler ışığında koloniciye göre kolonize kendi başının çaresine ondan yoksun biçimde bakamaz fikirleri, bölgenin 11 Eylül saldırısı sonrası maruz kaldığı kolonyal dönem sonrası etkilerin aslında hala devam ettiğinin bir kanıtıdır.
4. Arap Baharı ve Kolonyal Dönem İlişkisi
2011 yılında Tunus’ta başlayan Arap Baharı rüzgârı kısa zaman içinde bütün Arap dünyasına yayıldı. Birçok toplumsal olayın üst benliğinde gizli olan nedenler genel anlamda ekonomi ile alakalı olsa da alt benliğinde sadece ekonomik neden barındırmaz. Bu anlamda Arap Baharı hareketi işsizlik, yoksulluk, kötü ekonomik göstergelerin bir sonucu olarak ortaya çıksa bile gittiği nokta siyasi ve toplumsal anlamda bir başkaldırı halini almıştır. Çünkü Arap halkının istekleri ekonomi ile sınırlı olmayıp, Ortadoğu’da sisteminin yeniden dizayn edilmesi konusu ile ilgilidir. Ortadoğu’da liderlerin çoğu halk ile bağlantısı kopmuş, kolonyal devletler ile bağlantıları hat safhada olan liderlerdi. Devletlerin düştüğü durum ise “rentier state” devletlerin özellikleri gereği halk ile bağı olmayan, petrole dayalı özellikler içermekteydi. Bu duruma bir başkaldırı olan Arap Baharı isyanları ayrıca son yüz yıldır “Arap-Müslüman dünyası demokrasiden anlamaz” algısına karşı ise birçok gösterinin ilk başlarda “Avrupalı elitler” gibi olması toplumsal anlamda da olan bir başka başkaldırının diğer eseridir. Daha önce bahsedilmiş olan Sykes-Picot anlaşmasının getirdiği yıkımı sorgulayan özellikleri barındıran Arap İsyanları batının hegemonyasını sarsmaya başlamıştı ki Libya müdahalesi geldi. Fransa önderliğinde BM’nin Libya müdahalesi Arap Baharı isyanlarının seyrini değiştirdi. Bu anlamda isyanlara batı tarzı yeni bir kimlik kazandırdı ve Ortadoğu halklarının isyanını şiddete yöneltti. Oysa “batı ilkeleri” gereği kolonyalist devletlerin liderleri bu olayları bölge ve bölge halkları için bir şans olarak görüyordu. Fakat Ortadoğu topraklarında liderlerin tek tek düşmeye başlaması, Tunus ve Mısır başta olmak üzere seçim ile yeni yöneticilerin göreve gelmesi batı hegemonyasını sarsmamalıydı. Bunun için Libya müdahalesine ek olarak medya ve söylem araçları kullanarak batının bölgeye hareketlenmesi sağlandı. Uluslararası örgütler ise bu kararları meşrulaştırma aracı görevini gördü. Bölge ülkelerine silah satışlarını artırdı. Kolonyal dönem etkileri üzerine çalışmalar yapan Homi Bhabba’nın teorileri çerçevesinde “taklitçilik” kolonizeler üstünde önemli bir etki içerir. Bu anlamda batı, üçüncü dünya ülkelerine demokrasi, insan hakları, kapitalizm ve çağdaşçılık çerçevesinde batı gibi olma vurgusu yapar, bu etkilemeler üçüncü dünya ülkelerini batıyı taklit etmeye iter. Bu ülkeler batı da ne varsa kendi sosyal ve siyasal yapılarına dikkat etmeden uygulamaya çalışır. Bu durumun sonucunda birçok değer altında bu ülkeler batı hegemonyası altına girer, batı ise çelişkili olmasına rağmen üçüncü dünyanın tam kendisi gibi olmasını asla istemez. Yani batı ile “neredeyse aynı ol fakat eşit olma” ilkesi batının benimsediği bir ilkedir. Bu anlamda Arap isyanlarının başlangıcında ve gittiği süreçte batının sahip olduğu demokratik ilkelerin vücut bulması, liderlerin görevlerini bırakıp seçim yapılması yani kısaca Ortadoğu’nun uykusundan uyanması batı tarafından istenmez. Bunun için bölgeye müdahaleler her anlamda artar. Bu değerlendirmeler bazında Mısır’da Mursi’nin görevinden uzaklaştırılması sonrası yerine Darbeci Sisi gelmesi, Libya müdahalesi sonrası Libya’nın üç parçaya bölünmesi, Yemen ve Suriye’de batı çıkarlarının sağlanması için bölgenin vekalet savaşları alanına dönüşüp, terör örgütlerinin meşrulaşması ve iç savaş’ın bu ülkelerde kronikleşmesi önemlidir. Bu örnekler ve Post-kolonyal dönem üzerine değerlendirmeler yapan Homi Bhabba, Edward Said ve diğer teorisyenlerin düşünceleri çerçevesinde batı hegemonyasına karşı başlayan gösteriler, batının müdahaleleri ile onların istediği hali almıştır. Bu anlamda kolonyal dönemin etkilerinin devam ettiği tezi öne sürülebilecek ve bu hususlar bağlamında kanıtlanabilecek niteliktedir.
5. Sonuç
Uluslararası ilişkiler alanında post-kolonyal teori kolonyal dönemin etkisinin devam ettiği yönündeki fikirler etrafında şekillenerek, bu dönemde yaşanmış olayları sorunsallaştırır. Bu anlamda enerji kaynakları, ticaret yolları ve sosyal özelliklerine binaen kolonyalist ve hegemon devletlerin politika üretme ve uygulama sahası buldukları Ortadoğu, post-kolonyal teori çerçevesinde batı merkezciliğine öne sürdüğü fikirler çerçevesinde eleştiri getirir. Çünkü Osmanlı İmparatorluğunun çöküşü ile Ortadoğu’ya hâkim olan batı, bölgeyi siyasi, sosyal ve ekonomi başta olmak üzere her anlamda bir koloni merkezine dönüştürmüştür. Koloni döneminin temel başlangıç noktası olan 1916 Sykes-Picot anlaşmasından günümüzde devam eden bu dönemin etkileri bölgeyi darmaduman etmiş ve bıraktığı bu derin etkiye sebep olan sorunlar hala sürmektedir. Batı öncülüğünde siyasi yapıya dikkat edilmeksizin çizilen sınırlar, kurulan devletler ve onları yöneten kişilerin batı ile ilişkili olması ise bu dönemde yaşanılan sorunların kökünü oluşturur. Ayrıca edebiyat ve medya alanlarında üretilen eserler ile yeniden oluşturulan Ortadoğulu kimliği, bu etkilerin sadece siyasi ve ekonomi düzeyinde kalmadığını gösterir. Ötekileştirme politikaları ile uygulanmaya ve empoze edilmeye çalışan özellikler, Dünya’nın Ortadoğu’ya olan bakışını değiştirmiştir. Hatta Ortadoğu kavramı bile batı tarafından oluşturulmuş bir kavramdır. Ekonomik anlamda sömürü düzenini oturtan Batı ayrıca kendini sosyal anlamda da bölgeye örnek aktör konumuna yükselterek, sömürü düzeyini ileri noktaya götürmüştür. Bölgede yükselen milliyetçi akımları engellemek, bağımlılığı artırmak için ise her türlü politikayı bölgeye gelecekte bırakacağı etkiye bakmaksızın uygulamaktan çekinmemiştir. “Beyaz adamın yükü” ve “Demokrasi” temelli kavramları ve uluslararası örgütleri kullanarak bu politikalarını meşrulaştırmıştır. Arap Baharı ayaklanmalarında olduğu gibi başta demokrasi temelli giden olayların batının çıkarlarını etkileyebilme kapasitesine sahip olabileceği görüşüyle bölgeye müdahil olmuştur. Bu ve bunun gibi birçok örnekten de anlaşılacağı gibi bölgenin koloni döneminde kurulmuş olan yapısal etkilerden kurtulduğu muammadır. Dekolonizasyon süreci ise sadece fiziksel anlamda bir geri çekilişi simgeler iken bırakılan temel etkiler üzerine bölgenin işleyişi yine başkaları tarafından yürütülmektedir.
Ahmet Yılmaz
Uluslararası İlişkiler Teorileri Staj Programı
KAYNAKÇA:
Acar, A., Aydın H. (2017). Arap Baharı Üzerine Oryantilist ve Marksist Değerlendirmeler, İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dergisi, 22(2), 511-524.
Akdeniz, S. (1988). Kültür Sömürgeciliği. İstanbul.
Alkış, M. (2019). The Arab Spring: The End of Postcolonialism, Sosyal Bilimler Akademi Dergisi, 2(1), 46-50.
Artizan. (2005). Ortadoğu Tarihi, 2. Bölüm: 1939-1967, Klasik Sömürgeciliğin Bölgeden Çekilişi, Yükselen Arap Milliyetçiliği, http://www.art-izan.org/artizan-arsivi/ortadogu-tarihi-2-bolum-1939-1967-klasik-somurgeciligin-bolgeden-cekilisi-yukselen-arap-milliyetciligi/ (Erişim: 15.03.2021)
Çavuşoğlu, E. (2017). Ortadoğu’da Güçlenen Kolonyal Politikalar, Ortadoğu ve Afrika araştırmaları derneği.
Çelik, A. (2015). Buazizi’den Rabia’ya, Trablus’tan Şam’a Arap Baharının Sonuçları Üzerine Bir Değerlendirme, AKADEMİK YAKLAŞIMLAR DERGİSİ, 6(2), 34-53.
Demirel, A. (2017). ORTADOĞU’DA FRANSIZ EMPERYALİZMİ: FRANSIZ MANDA YÖNETİMİ DÖNEMİNDE SURİYE (1920-1946), Hatay Mustafa Kemal Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü Dergisi, 1(1), 69-80.
Gözen, R. (2014). Uluslararası İlişkiler Teorileri. 405-445.
GÜLER, E. (2011). Arap Milliyetçiliği: Mısır ve Nasırcılık, Tahrir Meydanı’nda Korkuyu Yenmek. Yazılama Yayınları.
Gündüz, A. (2016). SÖMÜRGECİLİK KAVRAMI VE SÖMÜRGECİ DEVLETLERİN UYGULADIKLARI TAKTİKLER “Ortadoğu Örneği”, Tarih Okulu Dergisi (TOD), 9(15), 763-784.
İşler, A., Savaş, A. (2018). 20. Yy. Uluslararası Güç Odağında Ortadoğu ve Batı Ülkelerinin Gelişmişliğine Tarihsel Bir Bakış, Bitlis Eren Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 7(2), 757-772.
Sağlam, Z. (2014). İNGİLTERE’NİN ORTADOĞU POLİTİKASI. İnsani ve sosyal araştırmalar merkezi
Seth, S (2011). Postcolonial Theory and the Critique of International Relations, Millennium: Journal of International Studies, 40(1), 167–183.
Sinkaya, B. (2016). ORTADOĞU SIYASETINE GIRIŞ: TEMEL FAKTÖRLER, AKTÖRLER VE DINAMIKLER, ORSAM KAYNAK, (1).
Şahinoğlu, M. (2017). ORTA DOĞU’DA DARBELERİN ARKA PLANI: MISIR ÖRNEĞİ, TESAM Akademi Dergisi, 4(1), 97-131.
Şener, B. (2014). Uluslararası İlişkilerde Hegemonya Olgusu ve ABD Hegemonyasının Siyasal ve Kültürel Kaynağı: “Amerikan İstisnacılığı” Ya da “Açık/Kaçınılmaz Yazgı”, International Journal Of Social Science, 26, 405-420.
Walberg, E. (2014). Postmodern Emperyalizm, Jeopolitik ve Büyük Oyunlar. (Çev. Nurdan Sosyal). İstanbul: Say Yayınları.
Yamak, T., Saygın E. (2017). Ortadoğu’da Kayıp Yüzyılın Son Halkası: Arap İsyanları Sürecinde Kurumların Belirleyici Rolü, Eskişehir Osmangazi Üniversitesi İİBF Dergisi, 12(2), 113-13.
YAŞAR, N. (2013). Geçmişin Gölgesinde Mısır’da Darbe, Orsam Yayınları. Orsam Rapor No: 168
Zahar, R. (1999). Sömürgecilik ve Yabancılaşma. (Çev. Bayram Doktor). İstanbul: İnsan Yayınları