Home Blog Page 6

Uluslararası İlişkiler ve Siyaset Bilimi Çalışmaları Dergisi (JIRPSS) 11. Sayısı Yayında

0

JIRPSS’in 11. sayısını sunmaktan büyük heyecan duyuyoruz! Bu sayıda, uluslararası ilişkiler ve siyaset biliminin çeşitli konularına dair yenilikçi araştırmalar ve derinlemesine incelemeler bulacaksınız. Küresel meydan okumaları ele alan ve kapsamlı analizler sunan makaleler ve kitap incelemeleri ile dolu bu sayıyı kaçırmayın! İşte bu sayının öne çıkanları: Uluslararası İlişkiler Dergisi

🌍 Rusya’nın Arktik Hedefleri: Yeni Bir Büyük Oyun Başlıyor! 🧊

Shahzada Rahim Abbas ve Erciyes Üniversitesi’nden Prof. Dr. Güner Özkan’ın makalesinde, Rusya’nın Arktik bölgesindeki stratejik hamlelerini keşfedin. Buzlar eridikçe, Rusya’nın bu bölgedeki hırsları artıyor ve Kuzey Kutbu’nda yeni bir jeopolitik rekabet doğuyor. Makale, Realist Uluslararası İlişkiler teorisi temelinde, Rusya’nın bu kritik bölgede askeri ve ekonomik varlığını nasıl genişlettiğini ve rekabet ile işbirliğini nasıl dengelediğini inceliyor. 🌐 #Jeopolitik #Rusya #Arktik #Uluslararasıİlişkiler

📰 Partizan Medyanın Azınlık Grupları Üzerindeki Etkisi: Kutuplaşma ve Saygısızlığın Derinliklerine Bir Bakış! 🗣️

Eötvös Lorand Universitesi’nden Yassine Ismaïli, CNN, Fox ve MSNBC gibi büyük haber ağlarının ABD’deki Afro-Amerikalılar, Latinler ve Asyalılar hakkındaki anlatımlarını derinlemesine analiz ediyor. Çalışma, partizan medyanın kutuplaştırıcı etkilerini ortaya koyarak, önyargılı anlatıların toplumsal bölünmeleri nasıl derinleştirdiğini ve saygısızlığı nasıl körüklediğini gösteriyor. Medyanın toplumsal algıları şekillendirmedeki rolünü anlamak isteyenler için bu araştırma mutlaka okunmalı. 📺 #MedyaÖnyargısı #Kutuplaşma #AzınlıkHakları

📚 Türk Dış Politikasının 100. Yılı: Çok Yönlü Bir Değerlendirme! 🇹🇷

Türk diplomasisinin 100. yılını kutlayan “One Hundred Years of Turkish Foreign Policy (1923–2023)” kitabı, Zübeyde Aykaç tarafından kapsamlı bir şekilde inceleniyor. Binnur Özkeçeci Taner ve Sinem Akgül Açıkmeşe’nin editörlüğünü yaptığı bu kitap, Türkiye’nin son 100 yılda değişen dış politikasını ayrıntılı bir şekilde ele alıyor. İnceleme, kitabın Türkiye’nin karmaşık uluslararası kimliğini ve küresel ve bölgesel aktörlerle ilişkilerini nasıl keşfettiğini vurguluyor. 📖 #Türkiye100Yılı #DışPolitika #Jeopolitik

🏙️ İstanbul’da Göçmenlerin Mekâna Yerleşme Dinamikleri: Beyoğlu Örneği! 🏡

Esra Kaya Erdoğan, Hatice Kurtuluş ve Deniz Yükseker’in yazdığı, Kocaeli Üniversitesi Doktora Adayı Buket Özdemir Dal tarafından incelenen bu makale, İstanbul’un Beyoğlu ilçesinde göçmenlerin karşılaştığı kentsel zorlukları ele alıyor. Araştırma, yerel yönetimlerin ve sosyal ağların, göçmenlerin hızla dönüşen bir şehirde hayatlarını nasıl sürdürebildiğini vurguluyor. Büyük küresel şehirlerde göç ve kentleşme kesişimini anlamak için bu makale önemli bir okuma. 🌆 #Göç #KentÇalışmaları #YerelYönetim

Teşekkürler

Bu sayıya katkıda bulunan tüm yazarlarımıza, hakemlerimize ve editöryal ekibimize en içten teşekkürlerimizi sunarız. Yoğun emek ve özveriniz, JIRPSS’in bu sayısını etkileyici ve değerli kıldı.

Bir sonraki sayımızın Aralık 2024’te yayımlanacağını duyurmaktan mutluluk duyuyoruz. Makale, kitap incelemesi ve makale incelemesi gibi çalışmalarınızı kabul ediyoruz. Uluslararası ilişkiler ve siyaset bilimi alanındaki akademik tartışmalara katkıda bulunmak isteyenleri bekliyoruz.

Çalışmanızı gönderin ve JIRPSS’in bir sonraki sayısında yer alın! 

#JIRPSS #Uluslararasıİlişkiler #SiyasetBilimi #AkademikYayıncılık Uluslararası İlişkiler Dergisi

Türkiye Doğu Akdeniz’de Düzensiz Göç ve Göçmen Kaçakçılığını Durdurmayı Hedefliyor

0

Güney Asya, Orta Doğu ve Avrupa’nın kesişim noktasında, Doğu ve Batı arasında yer alan Türkiye, son on yıldır yüksek düzeyde düzensiz göçle mücadele ediyor. Mülteci ve diğer göçmenler genellikle Doğu’dan Batı’ya doğru ilerlerken, Türkiye’yi ya bir geçiş ya da varış ülkesi olarak tercih edebilirler. Bireyler, nihayetinde iltica başvurusunda bulunmayı hedeflesin veya ekonomik ya da başka fırsatlar arıyor olsun, düzensiz göç, Türkiye ve bölgedeki diğer devletler için izlenmesi ve kontrol edilmesi gereken bir zorluktur. Bu hareketlilik, bir ülkeye izinsiz giriş, kalış veya çalışma gibi çeşitli biçimlerde gerçekleşebilir.

Türkiye’de, düzensiz olarak seyahat eden göçmenlerin çoğu Afganistan ve Suriye’deki çatışma bölgelerinden kaçıyor. Genellikle, izinsiz seyahat eden göçmenler, insan kaçakçılığı, zorla çalıştırma ve terörizm gibi faaliyetlerle bağlantılı suç grupları ve isyancılar da dahil olmak üzere kaçakçıların yardımıyla bu yolu seçiyorlar. Kaçakçıların, 2019 yılında İslam Devleti’nin toprak kaybının ardından, aşırıcılara destek veren ve menşe ülkelerine geri dönmek isteyen yabancı savaşçılara da yardım ettikleri biliniyor. Yetkililer, kaçakçılığın, binlerce ölümle sonuçlanan saldırılar ve çatışmalarda hükümetle karşı karşıya gelen Kürdistan İşçi Partisi (PKK) gibi grupları güçlendirme potansiyelinden özellikle endişe duyuyorlar. PKK ve diğer gruplar, göçmen kaçakçılığı ve insan ticareti, uyuşturucu ve silah kaçakçılığı, haraç ve diğer suçlar yoluyla önemli miktarda gelir elde etmektedir. Göçmenleri Türkiye’ye ve oradan Avrupa Birliği’ne kaçırma işi, kârlı ve tehlikeli bir iş haline gelmiştir.

Türk hükümeti, bu faaliyetle mücadeleye büyük önem vermektedir. Farklı güzergahlarda uygulama arttıkça, kaçakçılar genellikle operasyonlarını başka alanlara kaydırarak yeni yollar aramaktadır ve bu durum yetkililere yeni zorluklar doğurmaktadır. Son yıllarda hükümet, sınırda bariyerler inşa etmek ve düzensiz göçü durdurmak için adımlar atmıştır. Bu, zaman zaman Avrupa Birliği ile koordinasyon içinde yapılmış olsa da, bazı dönemlerde göç yönetimi, Türkiye ve AB liderleri arasında bir anlaşmazlık konusu da olmuştur.

Bu makale, Türkiye’deki düzensiz göç dinamiklerine, suç kaçakçılarının bu sürece katılımına ve hükümetin uygulamalarına genel bir bakış sunmaktadır.

Düzensiz Göç Eğilimleri ve Yanıtlar

Türkiye, dünyadaki en büyük mülteci nüfusuna ev sahipliği yapmaktadır ve bu nüfusun içinde geçici koruma altındaki yaklaşık 3,2 milyon Suriyeli bulunmaktadır. Aynı zamanda, düzensiz göç son yıllarda farklılık göstermiş ve 2019 yılında Türk yetkililer tarafından yapılan yaklaşık 455.000 tutuklamayla zirveye ulaşmıştır. Bu sayı, COVID-19 pandemisi sırasında geçici olarak düşüş göstermiştir. Son on yıl içinde, tutuklamaların yarısından fazlasını Afganistan’dan gelen göçmenler oluşturmuştur (2014-2023 döneminde yapılan 2,1 milyon tutuklamanın neredeyse 732.000’i, yani %35’i) veya Suriye’den gelen göçmenler (453.000, yani %22). Diğer önde gelen göçmen grupları arasında Iraklılar, Filistinliler, Türkmenler, Özbekler ve Faslılar yer almaktadır.

Göçmenlik uygulamalarının ve sınır kontrolünün sorumluluğu Türkiye’de İçişleri Bakanlığı’nda yoğunlaşmıştır. Bakanlığın Göç İdaresi Başkanlığı’nın resmi görevleri arasında, insan hakları ve özgürlüklerini dikkate alan, uluslararası standartlara uygun, proaktif bir göç yönetim politikası oluşturmak ve göç yönetimi çabalarını gözden geçirmek yer almaktadır. Göç İdaresi Başkanlığı bünyesindeki Düzensiz Göçle Mücadele ve Sınır Dışı İşleri Genel Müdürlüğü, düzensiz göçle ilgili çalışmaları yürütmek, düzensiz göçle mücadelede görevli kolluk kuvvetleri ve diğer kurumlar arasında koordinasyonu sağlamak, uygulamaları izlemek ve Türkiye’nin taraf olduğu geri kabul anlaşmalarını, Avrupa Birliği ile düzensiz göçü önlemeye yönelik imzalanmış önemli bir anlaşma da dahil olmak üzere, uygulamakla sorumludur. 2016 yılında ilk kez imzalanan bu anlaşma kapsamında, Türkiye’den AB topraklarına düzensiz olarak giren göçmenler Türk makamlarına teslim edilirken, AB üye devletleri de Türkiye’den eşdeğer sayıda Suriyeli mülteciyi kabul etmekte, “yük paylaşımı” ilkesi çerçevesinde milyarlarca avro insani yardım sağlamaktadır ve Türk vatandaşlarının kısa süreli seyahatler için vizesiz giriş sistemine doğru ilerleme konusunda anlaşmışlardır (bu vize serbestisi henüz yürürlüğe girmemiştir).

Türk makamları, sınır boyunca çeşitli fiziksel ve teknolojik güvenlik önlemleri kurmuşlardır. Bu, ülkenin Suriye ve İran ile olan sınırlarının büyük bir kısmında üç metre yüksekliğinde bir duvarın yanı sıra kuleler, yüksek güvenlikli paneller ve tel örgüler, elektronik kameralar ve sensörler gibi önlemleri içermektedir. (Bulgaristan ve Yunanistan da Türkiye ile olan sınırlarına bariyerler inşa etmiştir.) Hem kara hem de deniz sınırlarını hedefleyen bu çabalar, potansiyel terör faaliyetlerini tespit etmek, her türlü kaçakçılıkla mücadele etmek ve izinsiz geçişleri önlemek amacıyla tasarlanmıştır.

Suç Örgütleri ve Göçmen Kaçakçılığı

Türkiye’ye düzensiz olarak seyahat eden birçok göçmen, savaş bölgelerinden kaçmakta ve hayatlarını kurtarmaya çalışmaktadır. Bu yolculuklarında, göçmenler suç örgütleri ve göçmen kaçakçılarıyla karşılaşabilir ve kaçırılma veya diğer istismar türlerine maruz kalma riskiyle karşı karşıya kalabilirler. Europol’e göre, Avrupa Birliği’ne herhangi bir güzergâh üzerinden ulaşan düzensiz göçmenlerin yüzde doksanı, bu yolu kaçakçıların yardımıyla katetmektedir. Bu suç örgütleri, göçmenlere ulaşım, barınma ve sahte belgeler gibi geniş bir hizmet yelpazesi sunmaktadır. Kaçakçılık, son yıllarda küresel olarak yıllık tahmini 6 milyar euroya kadar çıkan kazançlarla oldukça kârlı bir iş haline gelmiştir. Europol, kaçakçılıktan elde edilen kazançların gelecekte ikiye hatta üçe katlanabileceğini öngörmektedir. Birçok göçmen, kaçakçılarla akıllı telefon uygulamaları ve mesajlaşma servisleri aracılığıyla iletişim kurmakta, bu da bilgi ve iletişim teknolojilerinin suçları nasıl kolaylaştırabileceğini ve göçmenleri savunmasız durumlara sokabileceğini göstermektedir.

Göçmen kaçakçılığı güzergahları çeşitlenmekte ve güvenlik güçlerinin baskılarına karşı sürekli değişim göstermektedir. Europol’un 2022-25 dönemi öncelikleri arasında, AB’nin dış sınırlarını aşan ana göç güzergâhları üzerinden düzensiz göçmenleri kolaylaştıran suç şebekeleriyle mücadele etmek ve AB içinde ikincil hareketleri engellemek yer almaktadır.

Göçmen kaçakçılığı, Türkiye’nin Asya’dan Avrupa Birliği’ne uzanan yol üzerindeki coğrafi konumu nedeniyle özel bir endişe kaynağıdır. Bu durum, suç örgütleri ve PKK gibi gruplar için büyük bir gelir potansiyeli yaratmaktadır. Türk hükümeti, Avrupa Birliği ve Amerika Birleşik Devletleri tarafından terörist olarak kabul edilen PKK’nın, son yıllarda insan kaçakçılığı faaliyetlerinden yıllık yüz milyonlarca dolar kazandığı bildirilmektedir. Bu yasa dışı faaliyetlerden elde edilen kazançlar nedeniyle, örgütler giderek daha fazla bu tür faaliyetlere yönelmektedir. Ayrıca, düzensiz olarak seyahat eden zorunlu göçmenler, yetkililerin olmadığı veya yasal çerçevelerin tam olarak uygulanmadığı kuzey Irak ve kuzey Suriye gibi kontrolsüz bölgelerden geçerken istismara açık hale gelebilir. Birçok göçmen, bu suç ve terör grupları tarafından yürütülen uyuşturucu veya silah kaçakçılığı gibi yasa dışı faaliyetlere dâhil olabilir ya da bunlara katılmaya zorlanabilir. Bu sebeplerle, göçmen kaçakçılığı, diğer yasa dışı faaliyetlere geçiş için bir kapı aralayabilir.

İnsan kaçakçılığı şebekeleri genellikle göçmenler için farklı hizmetleri sağlamak üzere çeşitli aşamalarda faaliyet gösteren bireyleri istihdam etmektedir. Örneğin, bir kaçakçı göçmenlerin sınırı düzensiz olarak geçmelerini sağlarken, bir diğeri onları ülkede tespit edilmeden hareket ettirir, bir diğeri ise yurtiçinde barınma sağlarken, bir başkası onları ülke dışına ve diğer ülkelere taşır.

Türkiye’de, Doğu ve Güneydoğu Anadolu sınır bölgeleri, dağ sıraları ve uzun kırsal alanlar gibi zor kontrol edilebilen coğrafi koşullar nedeniyle göçmen kaçakçılığı için ana geçiş güzergâhlarıdır. Zorlu arazi ve sert iklim—sıcak, kuru yazlar ve soğuk, karlı kışlar—PKK ve onun bağlı gruplarının varlığı ile daha da karmaşık hale gelmektedir. Bu faktörler, bu bölgede göçmen kaçakçılığıyla mücadeleyi son derece zorlaştırmaktadır. Ayrıca, sınır güvenliğindeki zayıflıklar ve komşu ülkeler, özellikle Suriye ve Irak’taki iç karışıklık ve çatışmalar, Türkiye’nin sınır güvenliği çabalarını daha da zorlaştıran önemli faktörlerdir. Geçen yıl, Türk makamları neredeyse 10.500 göçmen kaçakçısını tutuklamış ve bu, rekor bir seviyeye ulaşmıştır.

Kaçakçıların Rolü

Türk yetkililer tarafından yapılan düzensiz göçmenlerle yapılan görüşmeler, kaçakçıların bireylerin Türkiye’ye düzensiz göç sürecinin neredeyse her adımında ve eğer başarılı olursa, Avrupa’ya devam etmelerinde oynayabileceği rolü gözler önüne sermektedir. Örneğin, İran’da yaşayan 24 yaşındaki bir Afgan adam, eşiyle birlikte devam eden maddi sıkıntıları nedeniyle Yunanistan’a gitmeye karar verdi. Nisan 2017’de adam, kendilerini kuzeybatı İran’daki Maku’ya kişi başı 1.300 tümen (yaklaşık 275 euro) karşılığında götürebileceğini söyleyen bir kaçakçıyla tanıştı. Daha sonra Afgan çift, Türk sınırına taşındı ve yeni bir kaçakçı grubuyla karşılaştı. Karla kaplı dağlar ve dik yamaçlar boyunca 11 saat boyunca yürüdüler. Çift daha sonra Van iline götürüldü ve Ankara’ya gitmek üzere bir otobüse bindirildi. Başkente vardıklarında, onları kişi başı 1.500 ABD doları (yaklaşık 1.350 euro) karşılığında Yunanistan’a götürecek bir başka Afgan kaçakçı buldular. Yeni kaçakçı, Ankara’dan batıdaki kıyı şehri İzmir’e otobüs biletleri satın aldı, ancak çift burada kolluk kuvvetleri tarafından yakalandı.

Başka bir adam ise Suriye’deki çatışmadan kaçmak için, amcasının karısının bir kaçakçıyla kişi başı 2.000 ABD doları (yaklaşık 1.800 euro) karşılığında Türkiye’ye geçiş ayarladığı bir Suriyeliydi. Adam ve ailesi, kaçakçı tarafından daha önce kesilmiş bir sınır telinden geçerek 15 kişilik bir grup olarak sınırı geçti. Türkiye’ye geldiklerinde, kaçakçı tarafından düzenlenen araçlarla bir köye götürüldüler ve bir Türk ailesinin evine bırakıldılar. Evin sahibi, göçmenlere bir sopa sallayarak ve “Para ödeyen buradan çıkabilir; geri kalanlar dışarıya tek bir adım bile atamaz” diye bağırarak onları tehdit etti. Suriyeli adam, Türkiye’de yaşayan kardeşini arayarak, ailesinin rehin alındığını söyledi ve kurtarılmalarını istedi.

Doğu Akdeniz Güzergahındaki Değişen Dinamikler

Doğu Akdeniz, Türkiye’den Avrupa’ya geçiş için kullanılan çok eski bir göç yoludur. Bu güzergah genellikle Yunanistan’a deniz yoluyla yapılan göçleri kapsarken, bazı göçmenler kara yoluyla Bulgaristan’a geçmektedir. 2015-16 Avrupa göç ve mülteci krizi sırasında, yaklaşık 1 milyon sığınmacı ve diğer göçmen bu güzergah üzerinden Avrupa’ya ulaşmıştır. Güzergah büyük ölçüde Orta Doğu ve Güney Asya’dan, özellikle Afganlar, Iraklılar ve Suriyelilerden kaçan insanlar tarafından kullanılmaktadır, ancak son zamanlarda dikkate değer bir Afrikalı sayısı da bu güzergahı kullanmıştır. 2024 yılında şimdiye kadar, Mısır ve Eritreliler, Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği’ne (UNHCR) göre en yaygın beş göçmen milliyet grubu arasında yer almıştır.

Başka bir Güzergah ve Göçmen Kaçakçılığına Karşı İş Birliği

Başka bir rota, Lübnan, Suriye ve Türkiye’nin güney kıyısından, 15-20 kişiyi taşıyabilen Zodiac tarzı şişme botlarla Kıbrıs’ın çeşitli noktalarına seyahat etmeyi içerir. Kıbrıs’tan, göçmenler daha büyük teknelerle 100-200 kişilik gruplar halinde İtalya’ya doğru yol alabilirler. Kaçakçılar, Türkiye’den Kıbrıs adasına bir yolculuk için genellikle kişi başı 2.500-3.000 euro civarında bir ücret talep ederler. Eğer rota daha uzunsa, örneğin doğrudan İtalya’ya gidiliyorsa veya üç ila beş kişilik bir VIP hizmeti ile son teknoloji bir yelkenlide seyahat ediliyorsa, fiyat artabilir. Ücretler, rotaya, duruma, hava koşullarına ve göç yolunun tehlikesine göre değişir.

Göç Kontrolünün Kalbindeki İş Birliği

Düzensiz göçün kontrolü ve göçmen kaçakçılığıyla mücadele, artık sadece bir veya iki ülkeyi ilgilendiren meselelerin ötesine geçmiş ve hükümetlerin uluslararası ve toplu olarak ele alınması gerektiğini kabul ettikleri ciddi konular haline gelmiştir.

Türkiye ile Avrupa Birliği arasındaki ilişki, bu karmaşık bağımlılık ağının bir göstergesidir ve zaman zaman gerginlikler yaşanabilir. AB’nin kazançları net—kendiliğinden göçmen hareketlerinin azalması—AB desteği, Türk yetkililerin kapasitelerini artırabilir ve onlara düşen büyük yükü hafifletebilir, göçmenlerin Türkiye üzerinden düzensiz geçişlerini caydırabilir ve dolayısıyla terör örgütlerini bir gelir kaynağından mahrum bırakabilir. Bu desteğin bir aracı, AB’nin Doğu Akdeniz Güzergahı için Hareket Planı’dır ve üye devletler üzerindeki baskıyı hafifletmeye yönelik daha geniş bir yaklaşımın parçasıdır. Plan, düzensiz çıkışları önlemeye, kaçakçılıkla mücadeleye, sınır yönetimini güçlendirmeye, geri dönüşler ve geri kabuller konusunda iş birliğini artırmaya, etkili göç yönetimini sağlamaya, iltica prosedürlerini iyileştirmeye, yeterli kabul kapasiteleri sağlamaya ve yasal göç yollarını temin etmeye odaklanmaktadır. Bu çabanın bir parçası olarak, blok, Türkiye ile göçmen kaçakçılığıyla mücadelede iş birliğini sürdürmeye ve Türk makamlarıyla operasyonel kolluk kuvvetleri iş birliği ve yargı iş birliğini hedefleyen yeni bir Ortak Operasyonel Ortaklık Projesi’ni (SCOPE II) desteklemeye vurgu yapmıştır. Avrupa Birliği ayrıca, Türkiye’nin sınırları boyunca ticaret ve trafiği kolaylaştırmak için kurumlar ve uluslar arası iş birliğini içeren bir sistem oluşturmayı amaçlayan Entegre Sınır Yönetimi Stratejisi’nin uygulanmasına da yardımcı olmaktadır.

Türkiye’ye ve oradan Avrupa Birliği’ne yönelik düzensiz göç, bir zorluk olmaya devam edecektir. Geçen yıl Yunanistan’a düzensiz olarak ulaşan yaklaşık 41.600 göçmen, 2016’dan bu yana en yüksek ikinci rakamdı ve COVID-19 pandemisi sırasında transit geçişlerdeki geçici düşüşün sona erdiğini göstermektedir. Önümüzdeki yıllarda, Afganlar ve Suriyelilerin, Doğu Akdeniz Güzergahı üzerinden seyahat eden en büyük sığınmacı ve diğer düzensiz göçmen gruplarını oluşturmaya devam etmeleri muhtemeldir. Kendi ülkelerinde ve İran, Lübnan ve Pakistan gibi birçok yerinden edilmiş kişinin geçici olarak yerleştiği üçüncü ülkelerde çeşitli ekonomik, güvenlik ve diğer baskılarla karşı karşıya kalmaktadırlar. Doğu Akdeniz’deki düzensiz göç, komşu bölgelerde devam eden gerilimler ve çatışmaların yanı sıra ekonomik durgunluklar gibi jeopolitik faktörlerden de etkilenmeye devam edecektir. Gazze’deki savaşın artan sonuçları, İsrail-İran gölge savaşının yoğunlaşması, pandeminin ardından bölgesel ekonomik zorluklar ve belirsizlikler ve Afganları sınır dışı etme baskısının artması, Doğu Akdeniz’deki transit geçişleri artırabilecek kilit faktörlerdir. Bu rotadan geçen daha fazla göçmenin varlığı, terör örgütleriyle bağlantılı bireylere ilişkin endişeleri artırabilir ve ayrıca gölgelerde faaliyet gösteren suçluları ve diğer ağları cesaretlendirebilir.

Düzensiz göçün azaltılması için devam eden ortaklıklar çok önemli olmaya devam edecektir. Batı Balkanlar ve Doğu Akdeniz’deki sınır kontrolleri arttıkça—örneğin, Avrupa Birliği’nin reddedilen iltica taleplerine sahip bireyler için geri dönüşleri hızlandırmayı amaçlayan Yeni Göç ve İltica Paktı ile—düzensiz göçmenler, Kıbrıs üzerinden veya İtalya anakarasına alternatif seyahat yolları aramaya devam edeceklerdir. Kaçakçılar, bu durumu istismar edebilir ve yeni güzergahlar, sahte seyahat belgeleri ve ulaşım teklif ederek, düzensiz bölgesel göçte çeşitliliğe katkıda bulunabilirler.

Düzensiz göçün kontrolü ve göçmen kaçakçılığının durdurulması, Türkiye ve Avrupa Birliği için en önemli politika öncelikleri arasındadır. Yasadışı göçte dijital iletişimin oynadığı artan rol, bu dijital teknolojilerin göçmenler ve kaçakçılar tarafından giriş ve çıkışları nasıl kolaylaştırabileceği konusunda kapsamlı bir araştırma yapılması gerektiğini göstermektedir. Uluslararası göç, teknolojinin ilerlemesiyle hızla dijitalleşmiş ve yeni dijital platformlar göçmenler için vazgeçilmez araçlar haline gelmiştir. Göçmenler, yolculukları sırasında gerçek zamanlı bilgi ve tavsiye toplamak için bilgi ve iletişim teknolojilerini kullanmaktadır—bu hem ilginç hem de endişe verici bir gelişmedir. Düzensiz seyahati kolaylaştırmanın yanı sıra, bu teknolojiler tehlikeli yanlış bilgilerin ve söylentilerin yayılmasında da kullanılabilir, bu da göçmenleri mahsur bırakabilir veya zorba kaçakçılara bağımlı hale getirebilir. Yeni gelişmeler, düzensiz göçle yalnızca yüz yüze değil, aynı zamanda dijital alanda da mücadele edilmesi gerektiğini göstermektedir. Düzensiz göçün ön saflarında yer alan bir ülke olarak Türkiye, bu düzensiz hareketle mücadele çabalarını geliştirmeye devam edecektir.

Bülent Baykal ve Özlem Özdemir

NOT: Bu yazı ilk olarak Migration Policy Institute tarafından 27 Ağustos tarihinde Turkey Aims to Halt Irregular Migration and Migrant Smuggling in the Eastern Mediterranean başlığıyla yayınlanmıştır. 

KAYNAKÇA

Baykal, Bülent, Özer Şenol, Özlem Özdemir, and Elif Başak Sarıoğlu. 2024. Digital Dimension of Migrant Smuggling Field Research and Report. Ankara: Turkish Interior Ministry, Gendarmerie General Command.

European Commission. 2023. EU Action Plan for the Eastern Mediterranean Route. Brussels: European Commission. Available online.

Europol. N.d. Facilitation of Illegal Immigration. Accessed August 9, 2024. Available online.

Frontex. 2024. Annual Risk Analysis 2024/2025. Warsaw: Frontex. Available online.

International Organization for Migration (IOM). 2024. Missing Migrants Project. Updated August 7, 2024. Available online.

Official Gazette of the Republic of Turkey. 2016. Yabancilar Ve Uluslararasi Koruma Kanununun Uygulanmasina İlişkin Yönetmelik (Sayı: 29656). Ankara: Republic of Turkey. Available online.

Turkish Interior Ministry, Gendarmerie General Command. 2022. Department of Combatting with Migrant Smuggling and Human Trafficking. Ankara: Turkish Interior Ministry, Gendarmerie General Command. Available online.

Turkish Interior Ministry, Presidency of Migration Management. 2024. 2023 Yılı İdare Faaliyet Raporu. Ankara: Turkish Interior Ministry, Presidency of Migration Management. Available online.

—. 2024. Düzensiz Göç. Updated August 1, 2024. Available online.

—. 2024. Faaliyet Raporu2023. Ankara: Turkish Interior Ministry, Presidency of Migration Management. Available online.

UN High Commissioner for Refugees (UNHCR). 2024. Operational Data Portal: Mediterranean Situation, Greece. Updated August 4, 2024. Available online.

Ukrayna’nın Rusya’ya Yönelik Derin Saldırılarıyla İlgili Yanıltıcı Umutlar

0
Bu yazı The False Promise of Ukraine’s Deep Strikes Into Russia başlığıyla ve
Prof. Dr. Stephen Biddle imzasıyla 28 Ağustos 2024 tarihinde Foreign Affairs’te yayınlanmıştır. 

Ukrayna Rusya Saldırıları

Rusya, Şubat 2022’de Ukrayna’ya karşı tam kapsamlı işgalini başlattığından beri, Amerika Birleşik Devletleri Kiev’e geniş çapta askeri yardım sağladı. Ancak bu yardım uzun süredir belirli kısıtlamalara tabi tutuluyor. Bu kısıtlamalardan bazıları, uzun menzilli füzeler veya uçaklar gibi belirli ekipman türlerinin transferiyle ilgili. Diğerleri ise ABD silahlarının nasıl kullanılabileceğini sınırlıyor. Washington, bu kısıtlamaların çoğunu, Ukrayna’nın cephe hattının çok gerisindeki hedefleri vurma yeteneğini sınırlamak için tasarladı ve derin saldırıların gereksiz yere kışkırtıcı olacağından endişe duyuyor.

Bu tutum tartışmalı bir konu oldu. Hem Ukraynalı yetkililer hem de dış eleştirmenler, Biden yönetiminin Rusya’nın misilleme yapma riskini abarttığını ve gereksiz yere Kiev’e hayati askeri yetenekleri reddettiğini savunuyor. Bu konuda bir değerlendirme yapmadan önce, derin saldırıların Ukrayna için  askeri açıdan ne kadar değerli olacağını düşünmek önemlidir—ABD’nin kısıtlamalarını kaldırması ve Ukrayna’nın gerekli yetenekleri edinmesi durumunda savaşın gidişatının ne kadar değişebileceği göz önünde bulundurulmalıdır. Ancak o zaman askeri faydaların, kışkırtıcı risklere değip değmeyeceği yargılanabilir.

Tamamen askeri bir perspektiften bakıldığında, kısıtlamalar hiçbir zaman yardımcı olmaz. Ukrayna’ya, Rusya’nın elindeki bölgelere derin saldırılar düzenleme imkanı ve izni vermek, kesinlikle Ukrayna’nın savaş gücünü artıracaktır. Ancak bu farkın belirleyici olması pek olası değil. Oyunun kurallarını değiştiren bir etki elde etmek için Ukrayna’nın bu saldırıları, bu savaşta şu ana kadar başaramadığı ölçekte sıkı bir şekilde koordine edilmiş kara manevraları ile birleştirmesi gerekecektir. Aksi takdirde, Ukrayna’nın ek derin saldırı yeteneklerinden elde edebileceği faydalar, muhtemelen savaşın gidişatını değiştirmek için yeterli olmayacaktır.

SAVAŞ ALANINI ŞEKİLLENDİRMEK Mİ?

Ukrayna’daki çatışma, bir yıldan fazla bir süredir bir yıpratma savaşı olarak devam etmektedir. Her iki taraf da tarihsel olarak aşılması son derece zor olan derin, hazırlanmış savunma hatlarını benimsemiştir. Özellikle sayısal olarak üstün olan Ruslar için toprak kazanmak hâlâ mümkündür, ancak ilerleme yavaş ve hem insan gücü hem de malzeme açısından pahalıdır. Ukrayna’nın, Rus savunmasını aşmak ve mevcut pozisyon savaşını, geniş çapta ve tolere edilebilir maliyetlerle hızla toprak kazanılabilecek bir manevra savaşına dönüştürmek için mütevazı iyileştirmelerden çok daha fazlasına ihtiyacı olacaktır.

Ukrayna’nın Rusya’nın Kursk bölgesindeki son ilerlemeleri, savaşın gidişatını değiştirmedeki zorlukları göstermektedir. Ukrayna, Rus cephesinin alışılmadık derecede hazırlıksız bir bölümüne saldırmış ve bu da Ukrayna güçlerinin hızlı bir şekilde toprak kazanmasını sağlamıştır. Ancak Rusya’nın yedek birlikleri geldikçe, Ukrayna’nın ilerleyişi yavaşlamış ve Ukrayna’nın büyük bir atılım gerçekleştirmesi pek olası görünmemektedir. Rus topraklarının mütevazı bir şekilde ele geçirilmesi, Ukrayna’nın müzakerelerdeki pazarlık gücünü artırabilir, Donbas’taki Ukrayna savunmaları üzerindeki Rus baskısını hafifletebilir veya Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’i siyasi olarak zayıflatabilir, ancak bu askeri tabloyu önemli ölçüde değiştirmez.

Prensipte, Ukrayna’nın daha büyük bir derin saldırı yeteneği kazanması savaşın gidişatını değiştirebilir. Kiev, uzak lojistik ve komuta hedeflerini, Rus hava veya deniz üslerini, kara kuvvetlerinin toplandığı alanları, silah fabrikalarını veya destekleyici altyapıları, sivil enerji endüstrisini veya Kremlin gibi Rus siyasi kontrol merkezlerini vurabilir veya bu tür hedefleri vurmakla tehdit edebilir. Bu tür hedeflere saldırmak ya da saldırı tehdidinde bulunmak, Rusya’nın saldırılarının verimliliğini azaltır, savunma kabiliyetini zayıflatır, askeri eylemleri uzun vadede daha sürdürülemez hale getirir ve savaşın maliyetini Putin ve Rus liderlik sınıfı için artırır.

Ancak bu etkilerin ne kadar önemli olabileceği konusunda şüphelenmek için nedenler vardır. İlk olarak, derin saldırı sistemleri pahalıdır. Ucuz dronlar, yüzlerce mil uçup uzak hedeflere ulaşamaz. Bu yetenek, bunun yerine daha büyük, daha sofistike ve daha maliyetli silahlar gerektirir. ABD’nin Ukrayna’ya yaptığı yardım, sıkı harcama limitleriyle sınırlıdır, bu da bu tür sistemlerin diğer yardımlar kısıtlanmadan sağlanmasını imkansız hale getirir. Örneğin, sadece 36 ABD F-16 savaş uçağından oluşan bir filonun maliyeti, en son yardım paketinde Ukrayna’ya ayrılan 60 milyar doların 3 milyarını tüketir. Ukrayna Rusya Saldırıları

Eğer pahalı sistemler orantısız sonuçlar doğursaydı, maliyetleri buna değebilirdi. Ancak uzak hedefleri vurmak için hassas kılavuzlama gereklidir; bu teknoloji, karşı önlemlere karşı savunmasızdır. Bu savaş sırasında bir taraf yeni yetenekler tanıttığında, diğer taraf hızla teknik karşı önlemler ve operasyonel uyarlamalar geliştirerek karşılık verdi. Örneğin, HIMARS füzesi veya Excalibur güdümlü top mermisi gibi pahalı hassas silahlar, Ukrayna birlikleri ilk kullanmaya başladığında son derece etkili olsa da, Rus kuvvetlerinin uyum sağlamasıyla sadece birkaç hafta içinde etkilerinin büyük bir kısmını kaybettiler.

Derin saldırıların da benzer şekilde, gerçek bir fark yaratabilecekleri kısa bir zaman dilimi olacaktır. Ukrayna, yeni yeteneklerini geniş çapta ve bir kerede konuşlandırmalı, bunları Rus hatlarını yarmak için kara manevralarıyla entegre etmelidir. ABD askeri doktrinine göre, derin saldırılar, kilit düşman cephelerine desteği geçici olarak keserek “savaş alanını şekillendirir” ve düşman toparlanıp karşılık vermeden önce bu cephelere yoğun kara ve hava kuvvetleriyle saldırma fırsatı yaratır.

Bütün bunları gerçekleştirmek ise oldukça zordur. 2023 yazındaki taarruzunda Ukrayna ordusu, belirleyici bir atılım için gereken ölçekle koordinasyon sağlama yeteneği gösteremedi. Daha uzun menzilli silahlar, bu koordinasyonu daha da karmaşık hale getirir. 2023’te Ukraynalı liderler, modern dronlar ve topçularla savaşan bir düşmana karşı geniş çaplı bir senkronizasyonun imkansız olduğunu savunurken, birçok ABD’li subay sorunu Ukrayna’nın yetersiz eğitimi olarak gördü. Her iki durumda da, derin saldırılar ve yakın muharebenin dinamik, geniş çaplı bir entegrasyonunun Ukrayna için şimdi, bir yıl önceki daha basit bir versiyona göre daha uygulanabilir olacağını düşünmek için pek bir neden yok. Ancak böyle bir operasyon olmadan, sınırlı sayıda pahalı derin saldırı sistemleri, ABD yardım bütçesinin büyük bir kısmını tüketecek ve Ukrayna’nın mevzi savaşında düşmana zayiat verme yeteneğinde yalnızca marjinal bir artış sağlayacaktır.

STRATEJİK BOMBARDIMAN?

Derin saldırıların savaşı şekillendirme potansiyeli sadece kara kuvvetlerinin senkronizasyonu ile sınırlı değildir. Ukrayna, bu yetenekleri doğrudan Rus askeri güçlerine yönelik kullanmak yerine, tank ve mühimmat üretimi gibi savaş destekleyici Rus sanayilerini; petrol rafinerileri, elektrik santralleri ve ülkenin enerji altyapısının diğer bölümlerini ya da siyasi kontrol merkezlerini hedef almak için kullanabilir. Bu hedeflerin amacı, ya Rusya’nın savaş çabalarını sürdürme yeteneğini zayıflatmak ya da bunu yapma iradesini tüketmek olacaktır.

Ancak bu tür hedeflere yönelik saldırıların tarihi pek teşvik edici değildir. Müttefik güçler, II. Dünya Savaşı’nda Alman ve Japon şehirlerini ve sanayi bölgelerini yok etmek için büyük çaplı bombardıman kampanyaları başlattılar. ABD güçleri, Kore Savaşı’nda Kuzey Kore şehirlerini ve altyapısını, Vietnam Savaşı’nda ise Kuzey Vietnam şehirlerini ve altyapısını defalarca vurdu. Ancak bu saldırılar, hedef ülkelerin kararlılığını hiçbir zaman kıramadı. Hiroşima ve Nagazaki’ye yapılan atom bombası saldırıları, 1945’te Japonya’yı teslim olmaya zorlamada belirleyici olmuş olabilir, ancak bugün kimse Rus şehirlerine nükleer saldırı düzenlemeyi önermiyor. Ukrayna Rusya Saldırıları

Daha yakın tarihli ve daha küçük ölçekli hassas bombardıman kampanyaları da benzer sonuçlar vermedi. ABD ve müttefikleri 1991 ve 2003’te Irak’ta, 1999’da Sırbistan’da, 2001’de Afganistan’da ve 2011’de Libya’da bu tür operasyonlar gerçekleştirdi. İran ve Irak, 1980–88 İran-Irak Savaşı sırasında birbirlerinin şehirlerine saldırdı. Rusya, 2022–23 kışından bu yana Ukrayna şehirlerine ve enerji altyapısına yönelik bir stratejik bombardıman kampanyası yürüttü. Ancak bu durumların hiçbirinde sonuçlar umut verici olmadı. Rusya’nın Ukrayna’nın enerji sistemine yönelik saldırıları, Ukrayna’nın savaşma kararlılığını daha da artırdı. Afganistan, Irak ve Libya’da da stratejik bombardıman taviz vermeyi sağlamadı; Batı’nın savaş hedeflerini güvence altına almak için hava ve kara savaşlarının senkronize kombinasyonları gerekliydi. Irak’ın İran şehirlerine kimyasal silahlarla saldırma tehdidi, İran’ı 1988’de BM aracılığıyla bir ateşkesi kabul etmeye itmeye yardımcı oldu, ancak bugün Rusya’ya karşı kimyasal savaş gündemde değil. Sırbistan örneğinde ise sonuçlar karışıktır. Sırp lider Slobodan Miloşeviç, aylar süren NATO bombardıman kampanyasından sonra NATO’nun taleplerinin çoğunu kabul etti, ancak bombardımanın etkilerini yıllarca süren yaptırımların etkilerinden ayırmak zordur; çünkü bu yaptırımlar Sırp ekonomisine bombardımandan daha ağır bir darbe vurmuştu. Bu nedenle, on yıllara yayılan tarihsel veriler, Ukrayna’nın mütevazı bir bombardıman kampanyası ile Rusya’nın savaşma iradesini kırabileceğine dair pek bir güvence sunmamaktadır.

Bazı analistler, stratejik bombardımanın en yararlı sonucunun, düşmanın askeri çabalarını kara savaşından hava savunmasına yönlendirme yeteneği veya düşmanın silah üretimini yok etme kabiliyeti olduğunu düşünmektedir; bu da sahadaki güçlerini zayıflatır. Ancak bunu yeterince büyük bir ölçekte yapmak muazzam bir girişimdir. II. Dünya Savaşı sırasında Müttefik güçler, Almanya’ya üç buçuk yıl boyunca iki milyondan fazla ton bomba bırakmak için 710.000’den fazla uçak kullandı—ve Alman silah üretimi Ocak 1942 ile Temmuz 1944 arasında hâlâ arttı. Sadece savaşın son aylarında, Alman hava kuvvetlerinin büyük ölçüde yok edilmesinden sonra, bu devasa kampanya Alman kara kuvvetlerini iş göremez hale getirdi. Modern teknolojinin avantajlarına rağmen, bugün Batı silahlarının hiçbir makul transferi, Ukrayna’nın bu çapta bir kampanya yürütmesine olanak tanımaz. Bir şekilde yapsa bile, Rusya, Kuzey Kore ve Çin gibi ülkelerin sağladığı silah ve ekipmanlara erişime sahiptir; bu da Ukrayna saldırılarının erişemeyeceği bir destek kaynağı olarak kalacaktır.

RİSK DEĞERLENDİRMESİ

Elbette, daha kapsamlı derin saldırılar gerçekleştirmek Ukrayna’ya yardımcı olurdu. Örneğin, Rusya içindeki fabrikaları veya altyapıyı tahrip etmek, 1942’de ABD’nin Tokyo’ya düzenlediği küçük bir bombardıman saldırısının II. Dünya Savaşı’nda Amerikan moralini artırdığı gibi, Ukrayna’nın moralini artırabilir. Ancak o zaman olduğu gibi, şimdi de bu yetenek, sahadaki askeri durumu kökten değiştirmez.

Bu doğrultuda, Kiev’in ortakları, mütevazı askeri faydaların, tırmanma riskine değip değmeyeceğini sorgulamalıdır. Bu sorunun yanıtı, çatışmanın genişleme olasılığına ilişkin değerlendirmelere ve Batılı hükümetlerin ve kamuoylarının risk toleransına bağlı olacaktır. İkincisi nihayetinde bir değer yargısıdır; askeri analiz tek başına sınırın nerede çizileceğini belirleyemez. Askeri analiz, politika kararlarının savaş alanındaki sonuçlarını öngörebilir. Batı, Ukrayna’nın derin saldırı kabiliyetine yönelik kısıtlamaları kaldırırsa, bunun sonuçları muhtemelen savaşın seyrinde belirleyici bir değişiklik içermeyecektir.

Stephen Biddle, Columbia Üniversitesi Uluslararası ve Kamu İlişkileri Profesörü ve Dış İlişkiler Konseyi’nde Savunma Politikası için Kıdemli Yardımcı Uzmandır. Military Power: Explaining Victory and Defeat in Modern Battle adlı kitabın yazarıdır.

Ukrayna Rusya Saldırıları

Ukrayna, Belarus’a Saldırmaya Hazırlanıyor Olabilir

0

Ukrayna Belarus Çatışması

Ukrayna Dışişleri Bakanlığı’nın Minsk’e yönelik üstü kapalı ültimatomu ve Ukrayna’nın meşru müdafaa hakkını yeniden teyit etmesi, Kiev’in Belarus’un Gomel Bölgesi’ni ve/veya Rusya’nın Bryansk Bölgesi’ni işgal edebileceğini ima ediyor.

Ukrayna Dışişleri Bakanlığı, Pazar günü Belarus’un sınır boyunca askeri yığınağını bir “tehdit” olarak nitelendiren bir açıklama yaptı. Belarus Devlet Başkanı Lukaşenko, geçen hafta, Belarus’un bu bölgeye ilk olarak konuşlandırıldığını iddia ettiği 120.000 Ukraynalı askere dikkat çekti. Karşılaştırma yapmak gerekirse, Belarus’un sadece yaklaşık 65.000 aktif askeri bulunuyor ve bunların üçte biri Ukrayna sınırında konuşlanmış durumda.

Bir hafta önce, küçük bir Ukrayna birliği, Belarus sınırından sadece 30 kilometre uzaklıktaki Rusya’nın Bryansk Bölgesi’nde küçük bir köyü işgal etmeye çalıştı ancak başarısız oldu. Bu, geriye dönüp bakıldığında muhtemelen bir deneme girişimiydi, ancak bu cephe boyunca Kursk benzeri bir işgal, Rusya’nın Belarus’un güneydoğusundaki Gomel şehrine yönelik askeri lojistiğini engelleyebilir veya kesebilir. Bunun nedeni, sınırdan sadece 30-50 kilometre içeride, Gomel ile Bryansk’ın aynı adı taşıyan başkenti arasında uzanan bir otoyolun bulunmasıdır.

Ukrayna, Dışişleri Bakanlığı’nın açıklamasından da anlaşılacağı üzere, ya Gomel’e saldırmaya ya da en azından Bryansk’tan oraya uzanan Rus askeri lojistiğini tehdit etmeye hazırlanıyor olabilir. “Kyiv Independent,” bunun geçen Eylül ayından bu yana Belarus hakkında yapılan ilk açıklama olduğunu belirtti. Bakanlık, “silahlı kuvvetlerine düşmanca eylemleri durdurmalarını ve Belarus sistemlerinin menzilinin ötesine çekilmelerini” talep ederek üstü kapalı bir ültimatomda bulundu.

Bu, Belarus’a “Ukrayna’nın devlet sınırının Belarus tarafından ihlal edilmesi durumunda, devletimizin BM Şartı tarafından garanti altına alınan meşru müdafaa hakkını kullanmak için gerekli tüm önlemleri alacağını” hatırlatmalarıyla desteklendi. Bu nedenle Belarus’taki tüm askerî yığınaklar, askerî tesisler ve ikmal yolları Ukrayna Silahlı Kuvvetleri için meşru hedefler haline gelecektir. Kiev’in siyasi iradesi varsa, bu sahte gerekçe altında başka bir cephe açmak için zemin hazırlanmış durumda.

Beş olası senaryonun artıları ve eksileri

İlk senaryoda Ukrayna, Gomel veya Bryansk bölgelerini işgal etmeyip, bunun yerine sınıra insansız hava araçları göndermeye ve muhtemelen Bryansk’ta küçük çaplı baskınlar düzenlemeye devam edebilir. Bu senaryonun avantajı, Ukrayna’nın kendini daha fazla yormayacak olmasıdır, ancak dezavantajı, aynı şekilde düşmanlarını da daha fazla yıpratmayacak olmasıdır. Bu, beş senaryo arasında en az riskli olanıdır.

İkinci senaryo ise Ukrayna’nın Belarus’u konvansiyonel bir çatışma başlatmaya kışkırtması veya bu amacı gerçekleştirmek için sahte bir bayrak operasyonu düzenlemesidir. Bu, İtalya’nın La Repubblica gazetesinin Belarus’un bu çatışmaya resmen dahil olması durumunda Batı’nın konvansiyonel olarak müdahale edeceğini bildirmesiyle Batı’yı harekete geçmeye zorlayabilir. Ukrayna, böyle bir müdahalenin getirebileceği baskıdan kurtulmaya acil ihtiyaç duyabilir, ancak bu girişim desteklenmeden kalabilir ya da müdahale gerilimi kontrol edilemez bir şekilde artırabilir.

Üçüncü, dördüncü ve beşinci senaryolar, Ukrayna’nın ya Gomel’e, Bryansk’a ya da her ikisine saldırması durumunda benzerdir. Bu durum, ilk senaryonun önleyeceği riskleri taşıyacak; Ukrayna’nın ya kendi kuvvetlerini ya da düşmanlarının kuvvetlerini daha fazla yıpratmasına yol açacaktır. Bu, çatışmayı ne kadar kötüleştireceği açısından en dramatik senaryo setidir, ancak Ukrayna, bunun Batı’nın kendisini desteklemek için konvansiyonel olarak müdahale etmesine neden olacağını düşünürse, tam olarak bunu isteyebilir. Bu, Batı’nın müdahale etmemesi durumunda yakında kaybedeceğini ima eder.

Bu beş senaryo arasında, ilk senaryo tartışmasız en iyi seçenek gibi görünse de en az olası olanıdır. Ukrayna Dışişleri Bakanlığı, Belarus hakkında neredeyse bir yıldır ilk açıklamasını yapmış olmasaydı, bunun kendisine bir tür fayda sağlayacağını düşünmezdi; ültimatomu üstü kapalı bir şekilde ima edip ardından meşru müdafaa hakkını yeniden teyit etmesi, Gomel ve/veya Bryansk’a saldırmaya karar vermesi durumunda saldırganlığı haklı göstermek için çarpıtılacaktır. Bir şeyler dönüyor ve bu, Belarus için pek hayra alamet değil.

Andrew Korybko tarafından kaleme alınan bu yazının İngilizce orijinali Ukraine Might Be Gearing Up To Attack Or Cut Off Belarus’ Southeastern City Of Gomel başlığıyla 26 Ağustos 2024 tarihinde yayınlanmıştır. 

Ukrayna Belarus Çatışması

Gazze’ye Sessiz, Ukrayna’ya Gür Sesler: Hristiyan Mezheplerinin Tepkilerine Bir Bakış

0

Gazze için sessiz, Ukrayna için gür sesler: Hristiyan mezheplerinin İsrail’in Gazze’deki savaşına verdikleri karışık tepkilere bir bakış

Hristiyan mezhepleri, İsrail’in Gazze’ye yönelik savaşına dair geniş bir yelpazede tepkiler göstermiştir; bunlar güçlü kınamalardan sessiz tepkilere kadar çeşitlilik göstermektedir.

Batılı ülkelerin Gazze çatışmasına verdikleri tepkiler büyük ölçüde farklılık göstermiş ve çifte standart suçlamalarına yol açmıştır. Batı’nın Gazze’ye tepkisi, diğer küresel krizlere yaklaşımından büyük ölçüde farklıdır ve bu farklılıkların nedenleri sorgulanmaktadır.

Özellikle çeşitli Hristiyan mezheplerinin karışık tepkileri dikkat çekmektedir; bu durum, adalet ve barış çağrılarının güvenilirliğine dair şüpheler doğurmuştur.

Çatışmanın onuncu ayında, The New Arab, üç farklı Hristiyan mezhebinin tepkilerini toplayarak mevcut duruşlarını değerlendirmek için bir araya getirmiştir.

Doğu Ortodoks Kilisesi’nin Ukrayna için gür sesleri, Gazze için sessizliği

Dünya genelinde yaklaşık 230 milyon takipçisi olan Doğu Ortodoks Kilisesi, Rusya’nın Ukrayna’ya yönelik saldırısını kınamada sesini yükseltmiştir. Kilise liderleri, işgale karşı güçlü açıklamalar yaparak, Ukrayna halkı ile barış ve dayanışma çağrısında bulunmuştur.

Ancak Kilise, Gazze çatışması konusunda gözle görülür bir sessizlik içinde kalmış ve eleştirilerin hedefi olmuştur. Bu konuda sorulan sorulara Kilise yetkilileri, kurumun “siyasi bir örgüt olmadığını ve dünya genelindeki siyasi meselelere dahil olmadığını” belirtmiştir.

Bu duruş, Kilise içinde eleştirilere yol açmıştır. İsimsiz olarak konuşan bir Doğu Ortodoks Piskoposu, Kilise’nin Gazze’ye dair Mesih’in öğretileri yerine siyasi çıkarları önceliklendirdiğini eleştirmiştir. Piskopos, Kilise’nin Rusya’ya yönelik sert kınamasını hatırlatarak, “Kilise, siyasi çıkarlar için hizmet ediyor. Bu, trajik bir durum” şeklinde konuşmuştur.

Piskopos, hayal kırıklığını dile getirerek Kilise içindeki Gazze çatışması konusundaki sessizliğe yönelik artan memnuniyetsizliği vurgulamıştır. “Bu, Mesih’in öğretileriyle örtüşmüyor. Gazze’yi sadece Hristiyanlar ya da kiliseler olarak değil, insan olarak desteklemeliyiz,” diye eklemiştir.

Piskopos, İsa’nın sözlerine atıfta bulunarak, “Onlar, Mesih’i terk ettiler,” diyerek “Bu en küçük kardeşlerimden birine yardım etmeyi reddettiğinizde, bana yardım etmeyi reddetmiş oluyordunuz,” şeklinde konuşmuştur.

İngiltere Kilisesi’nin on ay sonra yaşadığı değişim

7 Ekim saldırısının ardından, İngiltere Kilisesi ve onun lideri Canterbury Başpiskoposu Justin Welby, Hamas’ı tekrar tekrar kınamış ve İsrail’deki “dehşet verici terör saldırılarından” derin üzüntü duyduğunu ifade etmiştir. Başpiskopos Welby, şiddeti “en aşırı şekliyle kötülük” olarak tanımlamış ve bu dönemde Kilise’nin İsrail ile dayanışmasını vurgulamıştır. Bu duruş, İsrail’in devam eden işgalini ve Gazze’ye yönelik ağır bombalamalarını tam olarak kınamayan Başpiskopos’a yönelik işgal altındaki Batı Şeria’daki Filistinli Hristiyanları öfkelendirmiştir.

Onların hayal kırıklığı, Welby’nin Kudüs’ü ziyaret etmesiyle daha da artmıştır; bu ziyaret, Gazze Şehri’ndeki Anglikan Kilisesine ait Al-Ahli Hastanesi’nin bombalanmasının ardından Hristiyan topluluğa destek göstermek amacıyla yapılmıştır — bu bombalamadan Filistinli yetkililer İsrail’i sorumlu tutmaktadır.

Ziyareti sırasında Welby, Yunan Ortodoks Patriği III. Theophilus da dahil olmak üzere çeşitli kilise liderleriyle bir araya gelmiştir; bu, İsrail’in Yunan Ortodoks Aziz Porphyrius Kilisesi’ni bombalamasından kısa bir süre sonra gerçekleşmiştir.

Bu görüşmelere rağmen, birçok kişi Welby’nin açıklamalarının İsrail’in eylemlerini kınamakta yetersiz kaldığını düşünmüştür. Bunun yerine, Welby, ateşkes çağrısı yapan gösterilere katılanları eleştirerek, onların 7 Ekim saldırısına “karşı çıkmaları” gerektiğini öne sürmüştür. Daha da ileri giderek, bunu yapmayanları “kan iftirası”nı sürdürmekle suçlamış, bu da İngiltere Kilisesi’nde önde gelen bir rahip olan Stephen Sizer gibi isimlerin, Kilise’nin pro-İsrail gruplarıyla ilişkisini ahlaki ilkelerinin önüne koyduğunu görmesine neden olmuştur.

Sizer, Kilise’nin Filistinlilere gerçek anlamda destek vermediğini, İsrail’in sivillere yönelik saldırılarını kınamadığını veya ateşkes çağrısı yapmadığını da savunmuştur. Bunun yerine, İsrail’in “kendisini savunma hakkı“nı vurgulamış, ancak Sizer’a göre bu yasal olarak yanlıştır. Uluslararası hukuka göre, bir işgalci güç olarak İsrail’in böyle bir hakkı olmadığını, ancak Filistinlilerin kendilerini savunma ve işgale direnme hakkına sahip olduğunu savunmaktadır.

İlginç bir şekilde, başlangıçtaki duruşuna rağmen, İngiltere Kilisesi sonunda İsrail’in eylemlerini kınamış, ancak bunu yapması on ay sürmüştür. 3 Ağustos’ta Başpiskopos Welby, İsrail’in Filistin topraklarındaki işgaline son vermesi gerektiğini belirten bir açıklama yapmıştır. Uluslararası Adalet Divanı’nın İsrail’in işgalini “hukuka aykırı” olarak nitelendiren görüşünü desteklemiş ve Batı Şeria’daki politikalarını “apartheid” olarak tanımlamıştır.

Bu açıklamada Welby, İsrail’in on yıllardır Filistinlileri “onur, özgürlük ve umut”tan yoksun bıraktığını kabul etmiştir. Dünya çapındaki hükümetleri uluslararası hukuku uygulamaya çağırarak, İsrail’in Filistin topraklarını sürekli olarak ele geçirmeye devam ettiğini, kaynaklara erişimi kısıtladığını ve Filistinlileri güvenlik ve adaletten mahrum bırakan askeri yönetimi vurgulamıştır.

Bu, Kilise’nin pozisyonunda önemli bir değişikliği işaret etmiş ve İsrail’in eylemlerine yönelik daha güçlü bir kınama ve işgal altındaki Filistinlilerin karşılaştığı zorlukların tanınması olmuştur.

Katolik Kilisesi’nin İsrail’in savaşını terörizm olarak tanıması

Buna karşılık, Papa Francis İsrail’in Gazze’deki eylemlerini terörizm olarak nitelendirmiştir. Kasım 2023’te yaptığı bir konuşmada, “Burada savaşı aştık. Bu artık savaş değil; bu terörizm” demiştir.

Katolik Kilisesi, Papa’nın, bombalamalar ve silahlı saldırılarla hedef alınan silahsız sivillerle ilgili Gazze’den gelen rahatsız edici güncellemeleri almaya devam ettiğini bildirmektedir.

Devam eden şiddete tepki olarak, Mart 2024’te dünya genelinde 140’tan fazla kilise lideri bir mektup imzalamıştır. Mektup, barış ve Gazze’deki katliamın sona erdirilmesi çağrısında bulunmuştur. Mektup özellikle Filistinlilerin, Filistinli Hristiyanlar da dahil olmak üzere çektiği acıları vurgulamış ve kapsamlı ve kalıcı bir ateşkes çağrısı yapmıştır.

“Devam eden yıkım, bombalama ve Gazze’deki kara istilası devam ederken, Filistinliler, Filistinli Hristiyan kardeşlerimiz de dahil olmak üzere, dünyaya ‘Neredesiniz?’ diye sesleniyorlar. Biz, ‘Yeter artık!’ diyoruz ve hep birlikte kapsamlı ve kalıcı bir ateşkes talep ediyoruz,” ifadeleri mektupta yer almıştır.

Ancak, Doğu Ortodoks Kilisesi ve İngiltere Kilisesi bu mektubu imzalamamıştır.

Kınanmış ama yine de terk edilmiş

İsrail’in Gazze’ye yönelik savaşını kınama çabalarına rağmen, Filistinli Hristiyanlar hala terk edildiklerini hissetmektedir.

Bir Hristiyan Filistin hareketi olan Kairos’un başkanı Rifaat Kassis, The New Arab’a birçok Filistinli Hristiyan’ın hissettiği hayal kırıklığını dile getirmiştir. Filistin’deki 18 yerel kiliseden 15’inin sessizliğinin İsrail’den misilleme korkusuna bağlanabileceğini belirtmiştir.

Rifaat, “Biz, Filistinli Hristiyanlar olarak rahatsız edici bir çifte standart gözlemliyoruz. Dünya kiliseleri, Rusya’yı Ukrayna’ya işgalinin ardından iki hafta içinde kınarken, Gazze’deki on aylık etnik temizlik sonrasında İsrail’in eylemlerini henüz kınamadı.” demiştir. Ortodoks Kilisesi ile bölge arasındaki derin bağlantıyı vurgulayarak, burayı “Filistin’deki ana kilisemiz” olarak tanımlamıştır.

Rifaat, “Filistin Kutsal Toprak’tır ve Filistinli Hristiyanlar Hristiyanlığın koruyucularıdır. Kutsal Topraklardaki kiliselerin sadece birer müze haline gelmemesini sağlıyoruz,” demiştir. Rifaat, Ortodoks Kilisesi’nin Filistinli Hristiyanların durumuna kulak vermesi gerektiğini ya da onların yok olma riskiyle karşı karşıya kalacağını söylemiştir. “Burası Mesih’in toprağı,” diye ilan etmiştir. “Dünya kiliseleri şimdi dikkatlerini buraya çevirmelidir.”

Ayrıca, Gazze’deki Hristiyanların yaşadığı güçlü terk edilmişlik duygusunu da ifade etmiş ve “Gazze’de savaşın yasaları ve kuralları bile bir kenara atılmış, insan onuru artık saygı görmüyor,” demiştir.

Rifaat, Avrupa kiliselerinin bir duruş sergilemesi gerektiğini belirterek, onları sadece Gazze’de soykırım olarak tanımladığı durumu kınamaya değil, aynı zamanda “İsrail ile bağları koparmaya” da çağırmıştır.

Rifaat, “Etnik temizlik olduğunda, bu siyaseti aşar; bu, insan katliamıdır. Kilise kurbanlarla ve zayıf olanlarla yan yana durmazsa, ne işe yarar?” diye eklemiştir.

Yazar: Salwa Amor (Bağımsız Belgesel Yapımcısı, son olarak, ödüllü BBC Panorama’nın iki bölümlük ‘Suriye’nin Çocukları’ adlı belgesel serisinin yapımcılarından biridir)

Bir Kuşak Bir Yol Projesi ve Türkiye’nin Tedarik Zincirindeki Önemi

0

Türkiye’de kamuoyu olarak bizler henüz bulunduğumuz coğrafyanın jeostratejik önemini yeterince fark etmemiş olsak da, bulunduğumuz coğrafyada gelişen her hadise Türkiye’nin işgal ettiği konumu güçlendirip, artan önemini gözler önüne sermektedir.

Avrupa’da Korona salgını sonrası ortaya çıkan Ukrayna-Rusya savaşı tüm şiddeti ile devam ederken, İsrail’in Gazze’yi işgaline karşı, Yemen’deki Husi’lerin işgale tepki olarak Süveyş Kanalı’nı kontrol altına alma gayretleri dünya ticaretini önemli ölçüde etkisi altına almış bulunmaktadır.  Özellikle Avrupa’nın sanayi üretiminde ve tüketim maddelerinde kaçınılmaz tedarik kaynağı haline dönüşen Uzakdoğu’dan ham madde ve tüketim malları tedarikinin her vesile ile daha da zorlaşması, alternatif ulaşım yolları arayışını ve özellikle Türkiye’nin içinde bulunduğu ulaşım koridorlarının önemini güçlendirmektedir.

Süveyş kanalındaki mevcut yüksek güvenlik riski nedeniyle Uzakdoğu’dan hammadde ve tüketim maddeleri taşıyan gemilerin zorunlu olarak Ümit Burnu ve Afrika Boynuzunu dolanma zorunluluğu malların ulaşım sürecini en az 1 ay uzatırken, nakliye maliyetini ve ister istemez Avrupa için hammadde ve tüketim maddeleri temin maliyetini %15-25 civarında artırmaktadır. Son olarak Ukrayna-Rusya savaşının ağustos ayının ilk haftası içerisinde yeniden şiddetlenme trendine girmesi, Avrupa piyasalarında hareketliliği yeniden artırmıştır. Her ne kadar “Bir Kuşak-Bir Yol” projesi Türkiye kamuoyu gündeminde önemi ölçüsünde yeteri yer edinme imkânı bulamamış olsa da, kendi ürün tedarik güvenlikleri açısından bizim dışımızda yeniden Avrupa’da gündem konusu olup konuşulmaya başlamıştır.

Kaynak: https://www.gisreportsonline.com/r/belt-road-initiative-dangers/

Başta Orta Asya ülkeleri olmak üzere, münhasıran geçmişteki Almanya ile olan ilişkileri ve halen 1,5 milyon Alman kökenli vatandaşı bünyesinde bulunduran Kazakistan öncelikli olmak üzere, “Bir Kuşak Bir Yol” koridoru üzerinde yer alan ülkeler, Ukrayna’daki savaşla ayrı bir önem kazanmaya başlamıştır. Yeni bir ekonomik ivme kazanan bu ülkeler Avrupa nezdinde farklı bir değer kazanmaya başlamış, koridor üzerinde, demiryolu, deniz yolları kara yolu ağı olan Asya’daki bu ülkeler “Orta Koridor”dan Avrupa’nın kendi lehine yararlanabilmesi için yeni bir sürecin başlatılmasına vesile olarak gündeme yeniden gelmiştir. Bir Kuşak Bir Yol

Yapılan tasarımda konteynerlerin trenle Hazar Denizi’ne ulaşmadan önce, Kazakistan’ın Kuryk limana ulaşması bir feribotla Hazar Denizi’ni aşarak karşı taraftaki Azerbaycan limanı Alat’a ulaştırılması, gündem edilen konuşulan konular. Aktau limanındaki 19 hektarlık alan konteyner merkezi olarak tasarlanmakta ve inşası devam eden limanın yeni altyapı çalışmalarının sonuçlanması ve verimliliğin maksimum seviyeye çıkarılabilmesi beklenmektedir.

Avrupa, Orta Asya’nın ekonomik güç merkezi olarak tanımladığı, Kazakistan’ın, Çin ile Avrupa arasındaki ticareti kolaylaştırmasını beklediği önemli bir aktör olarak değerlendirilmekte karayolu, demiryolu ve deniz yolları ağı olan “Orta Koridor” da, bağlantı noktası olarak değerlendirmektedir.  Hazar’ın doğu kıyısındaki ana liman Aktau’nun yanı sıra daha küçük, kapasitedeki limanlarında geliştirilmesi, yenilenmesi yapılacak çalışmaların nihai aşamaya gelmesi ile Hazar üzerindeki ticari gemi trafiğinin bugüne oranla en az iki kat artabileceği öngörüsüyle gelecek lojistik planlamaları gündemde tutulmaktadır.

Azerbaycan’ın da hedeflenen bu tasarımda ayrı bir yeri olması nedeniyle, Batı, Azerbaycan- Ermenistan sorunu konusunda daha önce karşılaşılan radikal tutumunu bir kenara bırakarak sessiz bir şekilde Hazar kıyısında Azerbaycan’ın alt yapı yatırımlarını tamamlaması beklemektedir. Alat limanı alt yapısının yenilenmesi, ilave yeni tesislerle birlikte Azerbaycan’ın da Batı tedarik merkezleri için önemli bir lojistik merkezi konumundadır. Halihazırda çeşitli demiryolu ve karayolu güzergahlarının kavşağında yer alan Alat limanın, yılda yaklaşık yirmi milyon ton düzeyinde bir yükü elleçleyebilme kapasitesi beklentileri artırmaktadır. Bu limandan konteynerlerin Gürcistan’a, ardından Karadeniz üzerinden Romanya veya Bulgaristan’a ulaşması, bunun alternatifi olarak da Bakü-Tiflis-Kars demiryolu ile Türkiye üzerinden Avrupa’ya ulaştırılması gündemde tutulmaktadır. Bir Kuşak Bir Yol

Avrupa tarafından bugüne dek değişik gerekçeler ile görmezden gelinen Türkiye’nin de yer aldığı “Orta Koridor”, Şubat 2022’de Rus ordusunun Ukrayna’yı işgalinden bu yana, Batının gündeminde yeniden yer almaya başlamıştır. 2021’de 870.000 ton olarak gerçekleşen kullanım, bugün 1,7 milyon ton seviyesine ulaşmıştır. Orta koridoru cazip kılan, Kuzey’deki alternatiflerinden 2.000 kilometre daha kısa ve seyahat süresinin avantajlı olmasıdır. Batılı nakliyeciler, orta koridor seyahatini 18-23 gün arasında, Rusya üzerinden 25-28 gün, güneyden Karadeniz deniz yolu boyunca ise 22-37 gün arasında sürebileceğini belirtmektedirler. Bu durum Türkiye’yi ister istemez zorunlu olarak ön plana çıkarmaktadır. Bir Kuşak Bir Yol

 Bu konuda bir çalışma yapan; Coğrafyacı Frédéric Lasserre, Uluslararası ve Stratejik İlişkiler Enstitüsü tarafından Mart 2023’te yayınlanan bir çalışmasında; “ihracatçıların yaptırımlar ve Moskova ile ilişkilerin bozulmasıyla ilgili riskleri ve belirsizlikleri azaltmaları gerekmektedir” diyerek, “Rus taarruzundan bu yana, kuzey eksenleri çekiciliğini tamamen kaybetmiştir”,  Avrupa Birliği’nde faaliyet gösteren Rus nakliye firmalarının yasaklanması, çoğu Rus bankasının küresel finansal sistemden çıkarılması, malların önemli bir bölümünün Orta Koridor’a yönlendirilmesine zorunlu yol açmıştır”, ifadesini kullanmıştır. Bir Kuşak Bir Yol

Dünya Bankası ise, Şubat ayında yayınladığı bir raporda, “Orta Koridor’un sınırlarının hızla ortaya çıktığını” ifade ederek; altyapı ve lojistik eksikliği nedeniyle 2023’ün ilk sekiz ayında ticarette yavaşlama yaşandığına dikkat çekerek, sürekli artarak devam eden modernizasyon sayesinde ticaretin bu koridor üzerinden 2024 yılı sonuna kadar 4 milyon tona ulaşması ve 2030 yılına kadar ise, kullanımın10 milyon tonu aşmasının beklendiğini, ifade etmiştir.

Orta koridor üzerindeki özellikle demir yolu ağındaki Standard farklılıklarının henüz tamamen giderilmemiş olması süreci kısmen engelleyen bir yaklaşım olarak ortaya çıksa da, demir yolları üzerindeki ray uzunluk farklılıklarının giderilmesi yönünde ilgili ülkelerin ortaya koyduğu gayretlere önemle yer verilmektedir.

Coğrafyacı Fredric Lasser; Karadeniz’in Gürcistan tarafında kapasitenin sınırlı olduğunu, Poti ve Batum limanlarının geniş kullanım için yeterince derin olmadığını, bu nedenle Gürcistan hükümetinin, Karadeniz’deki derin su limanı Anaklia’yı geliştirmeye karar verdiğini, projenin Çinlilere emanet edildiğini, ancak, Gürcistan’ının liman çalışmalarında bazı belirsizliklerin de henüz tam giderilemediği yönündeki endişelerini ifade etmektedir.  Bu durum, Gürcistan üzerinden ulaşımda Karadeniz’in kullanımıyla Romanya-Bulgaristan üzerinden Avrupa’ya ulaşım alternatifini güç hale getirmekte, yine ulaşım için Türkiye’yi ön plana çıkarmaktadır.

Yapılan değerlendirmede; Orta koridorun, geleneksel jeopolitik dengeleri yeniden oluşturmakta olduğu, Türkiye’nin, Türkçe konuşulan Orta Asya’da stratejik derinlik kazanma yönünde ortaya koyduğu gayrete ayrıca özel vurgu yapılmaktadır. Yani projenin hayatiyeti açısından Türkiye “öncü rol aktör” konumundadır denmektedir.

Yapılan değerlendirmelerde; dünyanın her yerinde baskın bir şekilde tezahür eden Çin’in, 6.000 kilometre uzunluğundaki yolun geliştirilmesinde büyük gayret gösterdiği, Pekin, Kuşak ve Yol Girişimi aracılığıyla muazzam meblağlarda yatırım yaptığı ve özellikle ilişkileri çok samimi olan Kazak komşusuyla ilgilenmeye devam ettiğine dikkat çekilmekte, Kazak hükümetinin, 15 yıllık bir süre içinde otoyolların geliştirilmesine 35 milyar dolar (32.44 milyar Euro) tahsis etme ve 2026 yılına kadar 1.300 kilometre yeni demiryolu inşa etme sözü verdiği ifade edilerek, Rusya ve Çin’e sınırı olan tek Orta Asya devleti olan Kazakistan’ın, önemine vurgu yapılmaktadır.

Ayrıca, 2024 yılı başında Avrupa Komisyonu ve mali ortaklarının, bölgedeki ulaştırma ve lojistiğin geliştirilmesine 10 milyar Avro ayırmaya karar verdiği, Kazakistan’ın başkenti Astana’da, on bir farklı ülkeden yirmi beş şirketin konu üzerinde çalıştığı, 2013 yılında oluşturulan ve 2017 yılında resmiyet kazanan Trans-Hazar Uluslararası Taşımacılık Yolu Derneği aracılığıyla, yapılan çalışmaların koordine edildiği de vurgulanmaktadır.

Yukarıda yer verilen ifade ve yorumlardan anlaşılacağı üzere; coğrafyamızda yaşanan beklenmedik olaylar ve İsrail’in haksız, sınır tanımaz Gazze işgali, Avrupa’nın tedarikte devamlılığı sağlayabilmesi açısından Türkiye’yi kaçınılmaz bir konuma getirmektedir. Bu çerçevede Sn. Cumhurbaşkanımızın inisiyatifleri ile kurulan Türk Devletleri Teşkilatı Kurumunun stratejik önemi, bölgesel barışa olduğu gibi bölge ve Avrupa ekonomisine sağlayacağı ilave katkı ve fayda kendiliğinden ortaya çıkmaktadır.

Sayın Cumhurbaşkanımızın önderliğinde, Cumhuriyetimizin yeni yüzyılında ortaya konulan “Yeni Yüzyıl Vizyonu”, “Girişimci ve İnsani Dış Politika” ve bu çerçevede ortaya konulan, Sn. Dışişleri Bakanımız Hakan Fidan’ın takip ettiği yeni “Bölgesel, Yapıcı, Sistemi Dönüştüren yaklaşım, kapsamında titizlikle üzerinde durulan, Uluslararası düzeydeki koridor projeleri sadece “Türk Devletleri Teşkilatı” bünyesindeki ülkeleri değil, hem diğer Orta Asya ülkeleri ve hem de Avrupa tedarik zincirlerinin devamlılığı açısından olduğu gibi, bölgesel barış ve istikrar açısından da özel konumu ile ön plana çıkmaktadır. Batı tam olarak ismini koyamasa da önemini fark ettiğini hissettirdiği Türkiye’nin “Yeni Vizyon” yaklaşımına bir de kendi kamu oyumuz sıkıca sahiplenme imkanı bulsa, mevcut büyük projeler belki beklenenden çok daha önce gerçekleşme imkanına sahip olabileceklerdir. Bir Kuşak Bir Yol

Büyükelçi Ömer Faruk DOĞAN

Ankara, 17 Ağustos 2024

Bir Kuşak Bir Yol

Afet SonrasındaYükseköğretimde Eğitim Hakkına Erişim

0

Uluslararası İlişkiler Çalışmaları Derneği (TUİÇ) olarak, 6 Şubat Kahramanmaraş Depremlerinin ardından yükseköğretimde eğitim hakkına erişim izlemesine yönelik gerçekleştirdiğimiz bu çalışma, afet sonrası toparlanma sürecinde eğitim hakkının korunması ve geliştirilmesine dair önemli bulguları içermektedir. Avrupa Birliği ETKİNİZ Programı‘nın desteğiyle yürütülen bu çalışma, eğitim hakkının temel bir insan hakkı olduğuna ve afet sonrası süreçlerde bu hakkın korunmasının önemine dikkat çekmeyi amaçlamaktadır.

Bu rapor, depremin ardından bölgede yaşanan zorlukları, karşılaşılan sorunları ve bu sorunlara yönelik çözüm önerilerini kapsamlı bir şekilde ele almaktadır. Çalışmamızın odak noktasını, afet sonrası yükseköğretimde eğitim hakkına erişimin izlenmesi oluşturmakta olup, bu süreçte saha gözlemleri, odak grup çalışmaları ve anketler yoluyla elde edilen veriler analiz edilmiştir.

Raporda yer alan bulgular, özellikle yükseköğretimde eğitim hakkına erişim konusunda yaşanan eşitsizliklerin ve engellerin belirlenmesi açısından büyük önemtaşımaktadır. Bu çalışmanın gerçekleştirilmesinde emeği geçen tüm TUİÇ gönüllülerine, saha çalışmalarında katkı sağlayan öğrenci ve akademisyenlere, Birlikte İyileşiyoruz Programı‘na destek veren mentörümüz Burcu Yeşiladalı’ya ve Avrupa Birliği ETKİNİZ Programı’na teşekkür ederiz.

Ayrıca, raporun hazırlanmasında katkı sunan tüm sivil toplum temsilcilerine, aktivistlere ve çalışmamıza katılan herkese şükranlarımızı sunarız. Bu rapor, mevcut sorunlar etrafında çizmiş olduğu genel çerçeve ile nitel ve nicel boyutta veriler ortaya koyması açısından hak temelinde stratejik bir öneme ve özgünlüğe sahiptir. Dolayısıyla raporun, afet sonrası yükseköğretimde eğitim hakkına erişimin korunması ve geliştirilmesi yolunda önemli bir referans doküman olmasını temenni ediyoruz.

Çalışmamızın, karar vericiler ve kamuoyu tarafından dikkate alınarak, eğitim hakkının her seviyede korunması ve desteklenmesi amacıyla somut adımlar atılmasına vesile olmasını diliyoruz.

RAPOR TAM METNİ

Ukrayna F-16’ları Batılı Pilotlarla Rusya’yı Hedef Alacak mı?

0

Bu senaryo Rusya-Ukrayna çatışması, Romanya, Moldova, ve bölge için çok ciddi potansiyel sonuçlar doğurabilir.

Geçtiğimiz ayın sonunda Ukrayna’nın nihayet uzun zamandır beklediği F-16’ların bazılarını aldığına dair çıkan haberin ardından, bunlardan en az birinin Odessa üzerinde uçarken görüldüğü belirtildi. Bu hafta başında ise iki ilgili gelişme yaşandı. Senatör Lindsey Graham, Kiev’de düzenlediği basın toplantısında Zelensky’nin, kendi ülkesinden yeterince pilot yetişene kadar emekli Batılı pilotları F-16’ları uçurmak üzere işe almak istediğini açıkladı. Bu açıklamanın hemen ardından Rusya, bu uçakların Moldova’da konuşlanacağına dair çıkan haberler üzerine Moldova’nın maslahatgüzarını çağırdı.

Bu gerçekleşirse, Batılılar yakında Moldova’dan kalkarak Ukrayna F-16’larını Rusya’ya karşı, Kırım da dahil olmak üzere Rusya’nın 2014 öncesi toprakları olan Kursk Bölgesi gibi bölgelerine karşı saldırılar düzenlemek üzere uçuracaklar. Bu senaryo çok ciddi potansiyel sonuçlar doğurabilir. Öncelikle, bu paralı asker pilotlar resmi olarak ülkelerini temsil etmeyecek olsalar da, Rusya’nın Batı’nın çatışmayı doğrudan müdahaleye doğru tırmandırdığını düşündüğüne dair daha fazla kanıt olarak görülecektir.

Moldova’dan kalkmak, Polonya veya Romanya gibi NATO ülkelerinden kalkmaktan daha az kışkırtıcı olacaktır, ancak Ukrayna’nın F-16’larının bir kısmı orada depolanırsa bu da yine mümkün olabilir. Yine de, Moldova’dan kalkan uçakların Rusya topraklarına, eski Ukrayna toprakları da dahil olmak üzere, saldırı düzenlemesi durumunda, Rusya’nın Moldova’ya misilleme yapabileceği göz önüne alındığında, bu da risksiz değildir. Bu da Moldova’nın, Rusya birliklerinin hâlâ konuşlandığı ayrılıkçı bölgesi Transdinyester’e saldırmasına yol açabilir.

Bu donmuş çatışmanın yeniden alevlenmesi, Moldova’nın arasında kaldığı Ukrayna ve/veya komşusu Romanya’yı da içerebilir. Kiev, hızlı bir moral desteği ararken, Bükreş, SSCB’nin dağılması nedeniyle bağımsız bir devlet olma şansı yakalayan tarihi bölgesini zorla geri almak için bir fırsat görebilir. Eğer bu gerçekleşirse, Rusya’nın tahmin edilen 1.100 askeri kolayca alt edilebilir, ancak modern zamanların Termopylae’sinin mirası uzun süreli olabilir.

Rusya’nın bu senaryoda Moldova’ya savaş ilan etmekten kaçınması zor olur, çünkü halk baskısı dayanılmaz hale gelebilir. Bu durumda, Rusya’nın siyasi nedenlerle, şu an yaptığı gibi, bir eli arkasında bağlı olarak savaşmayı bırakması halinde Moldova intikam olarak yok edilebilir. Bu senaryoda Ukrayna’nın tümü veya bir kısmıyla ne olursa olsun, Rusya’nın misillemesi sırasında Moldova’daki NATO güçlerinden herhangi birinin öldürülmesi durumunda NATO ile sıcak bir savaşın patlak verme riski yine de vardır.

Olanların büyüklüğü göz önünde bulundurulduğunda, buna Moldova’nın halkının büyük kısmının isteğine rağmen Romanya’ya zorla ilhak edilmesi de dahil olabilir, ayrıca Ağustos 2023’te yapılan güvenilir bir ankete göre 3. Dünya Savaşı’nın yanlış hesaplamalar sonucu patlak verme riski bulunmaktadır. Moldovalılar, F-16’ların konuşlandırılmasına karşı protesto edebilir. Geçen sonbaharda “Putin, Moldova’da Yakında Elit Karşıtı Protestoların Ortaya Çıkabileceğine İma Etti”, bu tahmin Moldova’nın gerçekten anti-Rus bir hava üssü olarak hizmet edeceğinin doğrulanması durumunda gerçekleşebilir.

Aynı zamanda, Rusya’nın, bugüne kadar yaptığı gibi, “daha büyük iyilik” için kendini dizginlemesi her zaman olasılık dahilindedir, zira bu kadar çok algılanan kırmızı çizginin zaten aşılmasına rağmen. Mantık, Transdinyester’i modern bir Termopylae’ye dönüştürmenin, NATO ile sıcak bir savaş riskine girmeye değmeyeceği olabilir, özellikle de Rusya bu yeni tehditten kendini savunabiliyorsa. Bazıları derin bir nefes alabilirken, diğerleri bu durumun Batı’yı daha fazla kırmızı çizgiyi aşmaya cesaretlendirebileceğinden endişe duyacaktır.

Andrew Korybko

Küresel sistemin çok kutupluluğa geçişi konusunda uzman, Moskova merkezli Amerikalı siyasi analist Andrew Korybko’nun kaleme aldığı analiz ilk olarak 16 Ağustos 2024 tarihinde ”Will Westerners Soon Pilot Ukrainian F-16s Out Of Moldova For Sorties Against Russia?” başlığıyla yayınlanmıştır. 

Murphy’nin Hoşlanmadığı Alagić’in Ordusu

0
Murphy’nin Hoşlanmadığı Alagić’in Ordusu: Denis Bećirović nasıl devleti (yine) küçük düşürdü?

(Yazının Boşnakçası Istraga.ba adresinde yayınlandı, bu linkten ulaşabilirsiniz.)

Ailemle birlikte memleketimden zorla çıkarıldığımda iki yaşındaydım. Varlığımızın izlerini o topraklardan silmek amacıyla, kendi kendini ilan eden Sırp Cumhuriyeti’nin yetkilileri Skender-Vakuf’un adını (Kneževo olarak) değiştirdiler. Ayrıca her iki camimizi de yıktılar. Bunlardan biri, Ali-dede İskender’in camisi, 1643 yılında yapılmıştı. 20. yüzyıla kadar imamları olan atalarım bu camide görev yaptı (soyadım da buradan gelir).

Kaçmadan önce, Beyaz Kartallar veya benzeri bir paramiliter birlik kasabaya gelmişti. O zamanlar evlerde gecelemek yasaktı, bu yüzden yakındaki ormanda uyuyorduk. Daha sonradan duyduğum hikayelere göre, babam evde kaldığını gururla söylemiş ve en az bir Çetnik kendisine saldırırsa onu diğer dünyaya götüreceğini söylemişti. Neyse ki, bu noktaya gelmeden önce kaçmayı başardık.

Muhtemelen plan sadece bizi kovmaktı. Kesin bir azınlıktaydık. 1991 nüfus sayımına göre, belediye sınırları içinde sadece %7 Boşnak ve %89 Sırp yaşıyordu. En ciddi suçlar, Boşnakların çoğunluk veya nüfusun yarısını oluşturduğu belediyelerde gerçekleşti. Prijedor, Zvornik, Sanski Most, vb. Biz Skenderliler toplu olarak öldürülmedik ama Prijedor halkı bizim belediyemizde öldürüldü. Prijedor’dan 200’den fazla Boşnak’ın infaz edildiği Korićan kayalıkları, Skender-Vakuf belediyesi sınırları içindedir. Bosna Savunması

En önemli çağdaş Sırp yazarlarından biri olan Saša Ilić’in “Köpek ve Kontrbas” romanında, Korićani’deki toprağın temizlenmesinden bahseder. Birisi, suçun izlerini örtmek için her çıkarılan ceset başına 50 mark teklif etmiş, ancak sıcaklık ve sinekler nedeniyle çalışmak imkansız olmuş.
Kayalık, insan cesetlerinin çürüme gazlarıyla karışan sıcaklığı ve kalın yeşilimsi sineklerin vızıltısıyla yukarı doğru yayılan bir ısı yaymış.  Topisirević (kahramanlardan biri) mavi adidas eşofman giymiş bir cesede ulaştığında, kayalığın tepesinden mide içeriği dışarıya dökülmüş, altın rengi bir sinek sürüsü ona ulaşmaya çalışmış. Sinekler, maskesinin gözlüğüne yapışarak onu kısa bir süreliğine kör etmiş ve çalışmasını giderek zorlaştırmış. Onları boşuna kovalamış, yeni sinekler gelip camlara yapışmış, sanki avlarını hiçbir şekilde bırakmak istemiyormuş gibi vb. Bosna Savunması

Canımızı zor kurtardık, önce Beşpelj’e, Jajçe belediyesindeki bir dağ köyüne akrabalarımızın yanına kaçtık. Topçu saldırısı başladığında hepimiz sığınaklara kaçtık, ancak bana sonradan söylendiğine göre, ağabeyim bombardımanın ortasında şarapnel toplamak için dışarı çıkmış. Beşpelje’de bir akrabamın motorla odun keserken omzumdan kazara kestiğini hatırlıyorum. O zaman sadece iki yaşındaydım. Elimi koparmaması bir mucizeydi. Şimdi sağ omzumda büyük bir yıldız şeklinde yara izi var. Bosna Savunması

Sonunda, Busovaça üzerinden geri çekilerek Zenica’ya vardık. İlk anılarımdan biri, Bihać yerleşkesine yapılan saldırıları radyodan dinlemekti. Sanırım 1994 kışıydı. Büyüklerin, “Bihać düşerse, bütün Bosna düşer” dediklerini hatırlıyorum. Sınırları gerçekten de derimizin sınırları gibidir. Onun yok oluşu, Kur’an’ın “O gün insan bağıracak: ‘Nereye kaçmalı?’ Hiçbir yere! Sığınacak yer yok!” sözleriyle tanımladığı kıyamet günüyle eşdeğer olurdu.

Kendimi ve çevremi fark etmeden, hafızamın gücünü kazanmadan önce, her şeyin aslında bir sığınak olacağını doğrulayan önemli bir an yaşandı. Yedinci kolordu Vlašić’i özgürleştirdi. Bu, ordumuzun en büyük zaferlerinden biriydi, yani Sırp Cumhuriyeti’nin en büyük yenilgilerinden biriydi. “Eğer Karadžić, Vlašić’in Sırp Cumhuriyeti’nin tacı olduğunu söyleseydi, onların tacını aldım,” demişti o dönemde 7. Kolordu komutanı Mehmed Alagić.

CIA’nın Bosna’daki savaşla ilgili raporunda, “Vlašić’in ele geçirilmesi, Bosna-Hersek Cumhuriyeti Ordusu’nun gelişiminin çarpıcı bir kanıtıydı ve Bosna hükümeti saflarında morali büyük ölçüde artırdı” denilmektedir. CIA analistlerinin belirttiği gibi, kilit an General Alagić’in Vlašić’in en yüksek zirvesi olan Paljenik’i ele geçirmesi oldu. CIA, “Zafer nihayetinde piyadelerin zaferiydi,” diyor, “korkunç araziyi geçerek el ele mücadele ederek savaştıkları zafer – bu, Bosna-Hersek Cumhuriyeti Ordusu’nun savaşın başından beri temel taktiği olmuştu.” Ancak operasyon, ekipman, planlama, organizasyon ve icrada görülen iyileşmelerle önceki operasyonlardan farklıydı.” CIA, “BM askeri gözlemcileri ve Batılı gazeteciler,” diyor, “hafif silahlar, mühimmat, zırh yelekleri, miğferler ve telsizler taşıyan iyi donanımlı ordu birimlerini bildirdi.”

Sislerin arasında hatırlıyorum – ve bu savaş sırasında ya da savaştan sonra olabilir – çocukken şarkı söylüyorduk:

Kupres’ten Vlašić’e, bir güçlü kuvvet var,
Bu Alagić’in ordusu, Çetnikler hoşlanmıyor. Bosna Savunması

 

Bir seferinde, Skender-Vakuf’tan sürülen akrabalar Janjići’ye, Zenica’ya geldiler. Biz Skenderliler’in kendi şarkılarımız yoktu, bu yüzden komşu Kotor-Varoš kasabası hakkında (çok iyi hatırlıyorum) bir mülteci şarkısı söyledik, ki bu kasaba da aynı kaderi yaşamıştı.

Kotor-Varoš, pes etme, pes etme,
Hey pazar, sevgili arkadaşlar,
Kotor-Varoš, düşmanları cezalandıracak,
İnşallah, döneceğiz…

Savaşın sonuna kadar, halkımız Skender’in de özgürleşeceğini umdu. Bu umut, 1995 sonbaharında, Bosna’nın kuzeybatısında Ordu (ve Hırvat güçleri) tarafından büyük bir saldırı sırasında neredeyse gerçeğe dönüştü. Beşinci ve yedinci kolordular, Sanski Most, Ključ ve Bosanski Petrovac’ı özgürleştirdi. Bosna Savunması

Savaş günlüğü “Ljiljan i pepeo”da Bernar-Henri Levy, 22 Eylül 1995’te Vlašić’te Mehmed Alagić ile tanıştığını yazıyor.
Çam ağaçlarıyla çevrili dik bir yolda ilerledikten sonra Levy ve ekibi, General Alagić’in komuta merkezinin bir kütük kulübede bulunduğu platoya ulaşıyorlar. “Onu görecek miyiz?” diye yazıyor Levy, “Gazetecilerden nefret ettiği ya da küçümsediği söylentileri dolaşan biri bize onur gösterecek mi, bizi kabul edip konuşacak mı?”

Alagić onları, Levy’nin söylediğine göre, Babanovac’a, ardından Cisava köyüne ve son olarak Mudrike’ye (bu arada, annemin büyükannesi bu köyden) götürüyor. “Sonunda,” diye yazıyor Levy, “cephe hattının önündeki son Bosna mevzisi olan Mudrike’ye ulaştık. Sırplardan yüz metre uzaktayız – ve Skender Vakuf’a beş kilometre kuş uçuşu mesafedeyiz, Mladić’in adamlarını ve adamlarını topladığı Banja Luka’ya giden yolu savunan son kale.”

Levy, bir noktada Alagić’e, bir noktada Saraybosna’dan gelen hükümetin ona saldırıyı durdurmasını emrederse ne olacağını sorduğunu söylüyor. “Bihać’taki Dudaković gibi yapacağız,” diyor Alagić (Levy’nin aktardığına göre), “emir gelmedi diyeceğiz! İletişim sistemimizin ne kadar düzensiz olduğunu anlamak bir mucize.” Sonra, Levy’nin söylediğine göre, Alagić gülerek ekledi: “Ya da İsrailliler gibi olacağız, Amerikalı akıl hocalarını nazikçe dinleyip, kafamızdaki şeyi yapmaya acele edeceğiz.” Bosna Savunması

Sonunda bu olmadı. İsrail gibi davranmadık. Quod licet Iovi, non licet bovi. Pek çok kişi maalesef diyor. Ben belki de iyi ki diyorum. 1995 sonbaharında, 5. Kolordu askerleri şarkı söylediler:

Dude (Atıf Dudakovic’e ithafen) al, pazarlık etme,
Ordumuz sınırları çizecek.
Krajina krizi aştı,
Şimdi hepimiz Drina’nın yakında olduğunu biliyoruz.

Ancak, generaller hükümetimizin otoritesine boyun eğdiler (ordu’nun yapması gerektiği gibi). Sana 95 – bir tamamlanmamış zafer filminde kaydedildiği gibi, Dudaković ve Alagić birkaç gün sağır gibi davrandılar, mümkün olduğunca fazla toprak işgal etmeye çalıştılar, ardından savaşın sona ermesini bir şişe viskiyle kutladılar. Bosna Savunması

Skender-Vakuf özgürleşmemiş olsa da, pek çok yer gibi, hükümetimiz Dayton Barış Anlaşmasını imzalayarak doğru olanı yaptı. Haksız olsa da, savaşın devamından daha adildi. Gerçeklik, özellikle savaş zamanı, çok öngörülemezdir. Sırp yetkililer, askeri olarak tam üstünlüğe sahip olmalarına rağmen çöküşün eşiğine geleceklerini hayal bile edemezlerken, biz de Amerikan barış sürecini reddedip savaşa devam etseydik ne olacağını bilemeyiz, çünkü (ve bu sıkça unutulur) 1995 Eylül ayının sonunda, HV askerlerinin şişkin Una’da boğulmasından sonra, Tuđman, Hırvat güçlerinin devam etmeyeceğini söylemiştir.

Dayton Anlaşması‘nın imzalanmasından bugüne kadar, Amerika Birleşik Devletleri, Boşnak ve genel olarak Bosna yanlısı politikaların en önemli ortağı olmuştur. Ancak bu, onların ayaklarına kapanmamız veya bize saygısızlık etmelerine izin vermemiz gerektiği anlamına gelmez.
Mehmed Alagić’in heykelinin dikilmesini kınayan Amerikan Büyükelçiliği’nin açıklaması, bu ülkeye karşı saygısızlığın ve hatta kabul edilemez küstahlığın bir örneğidir. Büyükelçiliğin, “bu ülkenin vatandaşları, Vlašić Dağı’nda görkemli bir anıt dikerek savaş suçlarıyla suçlanan bir kişiyi onurlandırmaktan daha iyisini hak ediyor” iddiası hakkında başka ne söylenebilir? Bosna Savunması

Alagić’i, soykırım, soykırım ya da zulüm gibi sistematik suçlardan suçlananlarla aynı tonda konuşmak (ki Amerikan Büyükelçiliği bu durumda yapıyor) yersiz ve hatta iğrençtir. Özellikle, birkaç gün önce Uluslararası Ceza Mahkemesi’nde Gazze’yi sistematik olarak aç bırakmakla suçlanan Benjamin Netanyahu’nun Amerikan Kongresi’nde büyük bir coşkuyla karşılandığı göz önüne alındığında. Eğer zaten ahlak dersi veriyorsak, quod licet Iovi, non licet bovi geçerli değil.

Netanyahu’nun aksine, Mehmed Alagić ne soykırım ve insanlığa karşı suçlar gibi sistematik suçlarla suçlandı, ne de tarihin mahkemesinde, Milošević gibi, mahkum edildi. Eğer suçlu bulunsaydı, Alagić’e anıt yapılmamalıydı. Ancak o zaman bile soykırım, soykırım ya da zulüm failleriyle eşit tutulamazdı, çünkü uluslararası hukukun ilk ilkesi tüm suçların aynı olmadığıdır.

Ancak, Büyükelçi Murphy’nin bize saygısızlık göstermesi en büyük sorun değildir. Sorun, ona cevap verecek yetkili olanların cevap verememesidir. Bu ülkenin onurunu savunmakla görevli olanlar, bu onuru çiğnemişlerdir. Burada öncelikle, anıtın dikilmesini destekleyen, önce törene katılmayı kabul eden, ancak sonunda katılmayan Denis Bećirović‘i kastediyorum. Kendi temsilcisini bile göndermedi. Amerikan Büyükelçiliği’nin açıklamasının ardından nedenini görmek açık. Bosna Savunması

Amerika Birleşik Devletleri, bu ülkenin hayatta kalmasına yardımcı oldu, ancak 1992’de Mehmed Alagić gibi insanlar saldırgana karşı çıkmasaydı, üç yıl sonra yardım edecek bir şey kalmazdı. Amerika Birleşik Devletleri, Bosna-Hersek’in barış ve devletliğini korumaya hala yardımcı oluyor, ancak ayaklarına kapanırsak, yardımcı olacak bir şey kalmayacak. Mermi Alagić’i öldüremediyse, ama küçük düşürme öldürdüyse, bu ülke şimdi bulunduğu durumda nasıl hayatta kalacağını sanıyor? Bosna Savunması

HARIS IMAMOVIC – @skendervakuf 

Yazar. “Vedran ve İtfaiyeciler” kitabının yazarı. http://sic.ba’nın editörü. Bosna-Hersek eski Cumhurbaşkanlığı Üyesi Šefik Džaferović’in (2018-2022) danışmanı.

Asya: Amerikan Cezayiri

0

Asya: Amerikan Cezayiri

Temmuz 1961’de Hans J. Morgenthau tarafından kaleme alınan bu yazı, Fransa’nın Cezayir ve Amerika’nın Laos’taki yanlış dış politika varsayımlarını ele alıyor. Morgenthau, bu politikaların temelindeki yanılsamaların, sadece yerel düzeyde değil, küresel ölçekte ciddi sonuçlar doğurabileceğini savunarak, özellikle Amerika’nın Asya’daki stratejik yaklaşımını sert bir şekilde eleştiriyor.

Fransa’nın Cezayir sorununu doğru bir şekilde anlamasını engelleyen iki büyük yanılgı vardır. Bu yanılgılar Fransa’nın kaynaklarını tüketmiş, siyasi ve ahlaki çöküşüne katkıda bulunmuş ve ülkeyi iç savaşın eşiğine getirmiştir. Bu yanılgılardan ilki, Cezayir’in Fransa’nın diğer bölgeleri kadar integral bir parçası olduğu yanılsamasıdır. Diğeri ise Cezayir isyanının askeri yöntemlerle bastırılabileceği inancıdır. Bu inançların yanıltıcı doğası dışarıdan bakıldığında açıkça görülebilirken, birçok zeki Fransız için bu durum böyle değildir. Milletler, tıpkı insanlar gibi, kendileriyle ve başkalarıyla olan ilişkilerinde onları destekleyecek yanılsamalara ihtiyaç duyarlar ve bu yanılsamaların çoğu kişisel zaaflar niteliğindedir, bu nedenle fazla zarar vermezler. Ancak, Fransa’nın Cezayir hakkındaki yanılsamaları gibi başka yanılsamalar da vardır ki bunlar bir milletin hayati kaygılarının karmaşıklığını gizler, düşüncelerini karıştırır, yargılarını yozlaştırır ve eylemlerini yanlış yönlendirir. Bunlar, felaketlerin oluşmasını sağlayan malzemelerdir. Asya: Amerikan Cezayiri

Bu tür yanılsamalardan yalnızca Fransa değil, Amerika da muzdariptir. Laos’ta olanlar bize bunlardan bazılarını anlamamıza olanak tanımaktadır. Laos’ta yaşanan olaylar, belki de Amerika’nın en tehlikeli yanılsamalarını su yüzüne çıkarmıştır.

Laos’taki felaketi, başımızdan mümkün olduğunca az acı çekerek kurtulmamız gereken yalıtılmış bir talihsizlik olarak görmek cazip gelebilir. Böylece, kendi içimizdeki felaketimizin nedenlerini arama, fikirlerimizi deneyim gerçekleri ışığında gözden geçirme ve eylemlerimizi nesnel koşullara uyarlama zorunluluğundan kurtulmuş oluruz. Gerçekte, Laos’ta olanlar, unutulması gereken pişmanlık verici, kendi kendine yeten yerel bir yenilgi değil, bir ulusal felaketin eşiğine getirecek olan bir zihin bozukluğunun ilk ve şu an için yerelize edilmiş belirtisidir. Bu bozukluk, iki yanıltıcı ama güçlü inanca dayanmaktadır: Komünist tehdidin Avrupa dışında askeri yöntemlerle karşı koyulabileceği ve Çin-Sovyet imparatorluğunun, Avrupa dışı çevresine yerel askeri kalelerle çevrilerek mevcut sınırları içinde tutulabileceği inançlarıdır.

Çevreleme politikası, uygulandığı bölgede, yani Avrupa’da son derece başarılı olmuştur. Bu başarı, onu Amerikan dış politikasının genel bir ilkesi haline getirmiştir. Avrupa’da işe yarayan şeyin, Asya’da Çin-Sovyet imparatorluğunun çevresinde de işe yarayacağı düşünülmüştü. Ancak, bu politika Avrupa dışındaki bölgelerde aynı başarıyı gösteremedi. Bu durum, çevrelemenin genel bir politika ilkesi olarak iki yanlış anlamadan kaynaklanması nedeniyle beklenen bir sonuçtu. Bu yanlış anlamalar, çevrelemenin Avrupa’da neden başarılı olduğunu ve Avrupa dışındaki tehdidin doğasını yanlış anlamaktadır. Sovyetler Birliği hiçbir zaman Avrupa’da NATO’nun Avrupa’da toplayabileceği askeri güçler tarafından kontrol altına alınmamıştır. Sovyetler Birliği’nin böyle bir şekilde kontrol altına alındığı veya alınabileceği inancı, NATO’nun politikalarını karıştıran kalıcı yanılsamalardan biri olmuştur. Sovyetler Birliği sadece bir şeyle kontrol altında tutulmuştur: Amerika Birleşik Devletleri’nin nükleer gücü ve bu gücün kullanılması olasılığı. Asya: Amerikan Cezayiri


Birleşik Devletler, Avrupa dışında Sovyetler Birliği’nin yerel güçler tarafından kontrol altına alındığı yanlış varsayımı üzerine bir çevreleme politikası kurdu ve böylece Çin-Sovyet imparatorluğunun çevresinde müttefikler ve müşteriler toplamak için, John Foster Dulles’ın başlıca sorumluluğunu taşıdığı bir politikaya girişti. Laos, bu koleksiyonun bir parçasıdır. Ancak, nükleer veya konvansiyonel olsun, askeri güçler, Komünizmi Avrupa dışında kontrol altında tutma konusunda yetersizdir; çünkü Komünizmin Avrupa dışındaki temel tehdidi askeri değil, siyasi nüfuz ve yabancı yardım ve ticaretin genişlemeci bir dış politika aracı olarak kullanılmasıdır. Yerel konvansiyonel güçlerin inşası bu tehdide bir cevap olarak yalnızca yararsız değil, aynı zamanda ters etkilidir. Laos, bu duruma bir örnektir. Asya: Amerikan Cezayiri

Indochina savaşı 1954’te sona erdiğinde, Laos’un Kuzey Vietnam sınırındaki iki kuzeydoğu vilayeti, Komünist Pathet Lao’nun kontrolü altındaydı. Aynı yılki Cenevre konferansı, Pathet Lao’nun kraliyet ordusuna dahil edilmesiyle Laos’un tarafsız bir devlet olmasını öngörmüştü. Bu orduyu Fransızlar eğitecekti. Fransızlar geri çekildiğinde, Amerikan askeri personeli sivil kıyafetler içinde yerlerini aldı. Bu personel, “modern” bir Laos ordusu yaratmaya çalıştı. Bu çaba, toplam 310 milyon dolarlık bir dış yardımla desteklendi. Bu kadar büyük bir miktarın, yıllık tüketim kapasitesi en fazla 24 milyon dolar olarak tahmin edilen yoksul bir ekonomiye enjekte edilmesi, Laos seçkinlerini tamamen yozlaştırdı ve Komünizmin beslendiği gösterişli tüketim, demoralizasyon ve halk memnuniyetsizliği koşullarını yarattı. Tarımın temel ekonomik sorun olduğu bir ülkede, 1960 yılında tarımsal yardıma sadece yarım milyon dolardan biraz fazla harcadık! Laos’a yapılan ekonomik yardımın yönetimi, yetkililerimiz ve Amerikan müteahhitlerinin büyük ölçekli yolsuzlukları tarafından verimsizlik, beceriksizlik ve yolsuzluklarla işaretlenmiştir. Temsilciler Meclisi Hükümet İşlemleri Komitesi’nin Alt Komitesi tarafından Amerika Birleşik Devletleri’nin Laos’taki Yardım Operasyonları hakkında 16 Haziran 1959 tarihinde hazırlanan rapor, bir avuç dürüst ve yetkin adamın karşısında hiç şansı olmayan dolandırıcılar ve uyumsuzlarla dolu bir dedektif hikayesi gibi okunmaktadır. Asya: Amerikan Cezayiri

Amerikan politikasının, Komünistlerin eline körü körüne oynamasına rağmen, 1954 Cenevre konferansının Laos için geliştirdiği tasarım, her ne kadar tehlikeli de olsa, sağlam kalmaya devam etti. Ülke, fiilen Pathet Lao ile Prens Souvanna Phouma’nın liderliğindeki kraliyet hükümeti arasında bölünmüş olarak kaldı. Bu iki grup arasındaki ilişkiler, aralıklı çatışmalardan dostane işbirliğine kadar değişiyordu. Dostane işbirliğinin zirvesi, Pathet Lao’nun 1958’de kraliyet hükümetine katıldığı zaman yaşandı. Bu noktada, Laos siyaseti zayıf bir dokuya sahip olduğu için parçalandı. Asya: Amerikan Cezayiri

Birleşik Devletler, yeni hükümete olan yardımlarını geri çekti ve bu hükümetin çöküşüne yol açtı. Prens Souvanna Phouma’dan, yani politikaları gerçekte Batı yanlısı olan ve tarafsızlık hedefleyen bir liderden, Amerika’nın desteğini yüksek sesle anti-komünizm ifadelerinde bulunan ve Pathet Lao’yu şiddetle bastırmaya çalışan bir dizi verimsiz ve popüler olmayan hükümete kaydırdı. Bu kayma, esas olarak CIA tarafından yönlendirildi ve hem Dışişleri Bakanlığı hem de CIA’in sahadaki bazı ajanları tarafından karşı çıkıldı. Bu kayma, Laos politikasının anti-komünistler ve pro-komünistler arasında kutuplaşmasına yol açtı. Prens Souvanna Phouma gibi Batı yanlısı tarafsızlar ve 1960 yılında kraliyet hükümetine karşı başarılı bir darbe düzenleyen Kaptan Kong Le gibi apolitik vatanseverler ve kraliyet hükümetine bağlı olmayan tüm politik bilinçli unsurlar, artık pro-komünist olarak damgalandı ve çoğu gerçekten de böyle oldu.

Gizlice Batı yanlısı olan bir hükümeti, açıkça Batı yanlısı bir hükümetle ve Amerikalılar tarafından eğitilen ve yönetilen bir orduyla değiştirme girişimi, dışarıdan keskin bir tepki getirdi. Kraliyet hükümeti ve Pathet Lao arasındaki çatışmalar 1960’a kadar yüzeysel ve yerel nitelikte olmasına rağmen, Pathet Lao şimdi Laos’u fethetmeyi ve kraliyet hükümetini devirmeyi amaçlayan stratejik bir saldırı düzenledi. 1959’a kadar, Komünist güçler, Pathet Lao’yu yok etme ve Laos’u Batı askeri karakoluna dönüştürme girişimlerine oldukça temkinli bir şekilde yanıt verirken, şimdi Kuzey Vietnam ve Sovyetler Birliği, Pathet Lao’yu malzeme ve teknisyenlerle ciddi şekilde desteklemeye başladılar. Bu satırlar yazıldığı sırada (Haziran başı), Laos’un Komünistlerin egemenliği altına girmesi neredeyse kaçınılmazdır.


Laos’ta olanlar daha önce de oldu ve eğer düşüncemizdeki temel bozukluk düzeltilmezse, daha önemli yerlerde ve daha ciddi sonuçlarla tekrar olacaktır. Çin’de en verimsiz, yozlaşmış ve popüler olmayan gruba bel bağladığımızda, bir zamanlar umut vaat eden ılımlı bir grubun yoldan düşmesine izin verdiğimizde ve böylece Çin siyasetinin anti-komünistler ve komünistler arasında kutuplaşmasını aktif bir şekilde teşvik ettiğimizde de benzer bir durum yaşandı. Aynı model, Güney Vietnam’da ortaya çıktı ve İspanya’da da ortaya çıkma sürecinde. Her iki ülkede de muhalefeti bastıran ve onu komünizmle eşit gören bir rejimle özdeşleştik. Sonuç olarak, değişim talepleri Komünist kanallara akma eğilimindedir. Muhalefet, Laos’ta ve Çin’de iç savaşın son aşamalarında gördüğümüz aynı siyasi hayatın kutuplaşması Güney Vietnam ve İspanya’da da yaşanmaktadır.

Bir kez bu kutuplaşma gerçekleştiğinde, Amerika Birleşik Devletleri’nin artık eylem özgürlüğü kalmaz. Ancak, anti-komünizmin en güvenilir ve etkili olduğunu düşündüğümüz grupları destekleyerek, bu kutuplaşmaya aktif olarak, eğer belirleyici değilse bile, önemli ölçüde katkıda bulunma sorumluluğunu taşımaktadır. Askeri yardıma verilen vurgu, bu siyasi sorunun kavramının uygun pratik tamamlayıcısıdır ve askeri güç, çürüyen rejimlerin son sığınağı olduğu için, askeri yardım da pratik bir zorunluluk haline gelir.

Askeri yardıma verilen vurgu, ekonomik yardımdan ziyade, hala başka bir kökten beslenmektedir: Ekonomik yardımın makul ve uygulanabilir bir felsefesinin yokluğu. Dışardan yapılacak ekonomik yardımlarla Laos’lu köylünün durumunu iyileştirmek, çoğu zaman Laos’a gönderdiğimiz dış yardım yöneticilerimizin anlayışını aşan, yabancı ekonomik koşulların ince bir anlayışını ve sosyal ve politik manipülasyonun zarif bir şekilde kullanılmasını gerektirir. Aynı zamanda, ekonomik yardımın içinde yer alması gereken politik bağlamın farkında olmayı da gerektirir. Bu bağlam bulanık olduğunda, Laos’ta son yıllarda olduğu gibi, dış yardım yönünü kaybeder. Ekonomik yardımın bu ve diğer karmaşıklıklarını göz önünde bulundurarak, askeri sektöre odaklanmak hem entelektüel olarak sonsuz derecede daha basittir hem de pratik olarak daha tatmin edicidir. Herhangi bir ordu genişletilebilir, eğitilebilir ve donatılabilir, ve vergi mükellefine parası karşılığında ne aldığını somut sonuçlarla gösterebilirsiniz. Eğer ordu, nüfusun destekleyebileceğinden çok büyükse, eğer eğitimi muhtemelen operasyon yapacağı araziye uygun değilse, eğer inşası politik olarak ters etkilere sahipse—bunların hepsi Laos’taki askeri yardımımızın sonuçlarına uygulanabilir—Kongre ve genel kamuoyu muhtemelen bundan haberdar olmaz. Asya: Amerikan Cezayiri

Avrupa dışındaki askeri çevreleme politikası, niyet ettiği şeyi genişletmede güçlü bir faktör olması nedeniyle kendini yok eden bir politikadır. Avrupa’da çevreleme politikamız Amerikan atom caydırıcılığının inandırıcılığı sayesinde bu zamana kadar test edilmemişken, Asya’da test edilmiştir. Kesin olarak sadece Kore’de çalışmıştır, ancak bu da savaş pahasına olmuştur, ve şimdilik Tayvan boğazlarında işe yaramaktadır. Indochina’da ise 1945’ten önce işe yaramamış ve şu anda da işe yaramamaktadır. Bu, kısa vadede başarısızlık ve uzun vadede başarısızlık perspektifiyle karışan bir başarıdır ki, Amerika Birleşik Devletleri’ni bir tür felaketle tehdit etmektedir.


Kısa vadede, Asya’daki müttefiklerimizin ve müşterilerimizin topraklarındaki iç zayıflık, Laos’un fiilen kaybedilmesine yol açmıştır, Güney Vietnam’ı ciddi şekilde tehlikeye atmaktadır ve İran’ı tehdit etmektedir; yarın başka milletleri tehdit edebilir. Yönetim, Laos’un kaybını kabul etti. Yarın Güney Vietnam’ın, ertesi gün ise İran’ın kaybını kabul edecek mi? Eğer öyleyse, muhtemelen içeride bir öfke fırtınasıyla karşı karşıya kalacaktır ve sadece çok cesur ve ileri görüşlü bir Başkan bu riski göze alabilir. Eğer yönetim, Komünistlere karşı daha fazla toprak kaybını kabul etmezse, en iyi ihtimalle kesin sonuçlar elde edemeyecek bir askeri müdahale politikasına girişmek zorunda kalacaktır. Dahası, bu müdahale Çin imparatorluğunun çevresinde gerçekleştiği sürece, Komünist Çin’in devam eden askeri zayıflığına dayanmaktadır.

Bugün Çin’i kontrol eden şey, Amerika Birleşik Devletleri’nin Laos, Tayland, Güney Vietnam veya Tayvan’da toplayabileceği askeri güç değil; Çin’in kendi zayıflığıdır. Ancak bu zayıflık, yakın bir gelecekte Çin’i Asya’nın en büyük askeri gücü yapacak bir güçle yer değiştirilebilir. Bu an geldiğinde, çevreleme politikası nihai sınavını verecek ve Amerika Birleşik Devletleri’ni Laos’ta olduğu gibi çok sınırlı ölçekte olsa da, geri çekilme ve savaş arasında bir seçimle karşı karşıya bırakacaktır. Bu savaş bir orman savaşı olmayacak, tam ölçekli bir nükleer savaş olacaktır. Çin askeri olarak güçlendiğinde, Sovyetler Birliği’nin bugün Avrupa’da olduğu gibi kontrol altına alınacak—eğer alınabilirse—tek şey, Amerikan nükleer caydırıcılığının inandırıcılığı olacaktır. Bu inandırıcılık ne kadar büyük olabilir? Ve Çin hükümeti bu durumu tamamen ikna edici bulsa bile, Çin’in karşılaşabileceği zarar ile Amerika Birleşik Devletleri’nin karşılaşabileceği zararı nasıl değerlendirecektir? Bu tür hesaplar, Asya’daki çevreleme politikasının altında yatan varsayımların bir parçasıdır ve sadece bu politikanın başarısı değil, aynı zamanda Amerika Birleşik Devletleri’nin kaderi de bu hesaplara dayanabilir.

Böylesine kaderi belirleyen bir politikanın, bu sonuçları göz önünde bulundurmadan yürütülmesi endişe vericidir. Bazılarımız—ben de dahil—askeri ve sivil olarak çok etkili ve genellikle zeki insanların, Komünist Çin’e karşı politikamız hakkında, belirgin gerçeklere ve muhtemel gelişmelere karşı kayıtsızlıklarında Fransız generallerinin ve politikacıların, Cezayir’i askeri yöntemlerle Fransız olarak tutma olasılığına inanan düşüncelerine paralel olan görüşler dile getirdiklerine tanık olduk. Laos’u, sınırlarında Çin’den bir tepki beklemeden Amerikan askeri karakoluna dönüştürmeye çalışmanın aptallığı, bir kolektif gerçeklik kaybına işaret etmektedir. Asya: Amerikan Cezayiri

Bu kayıp, hükümet yetkilileriyle sınırlı değildir. Halkımızın büyük bir kısmı, Asya’daki durumun gerçeklerinden neredeyse tamamen habersiz yaşamaktadır. Burada başka bir felaketin tehlikesi belirmektedir. Amerikan halkının dünyadaki durumu değerlendirmesi yaklaşık on yıl geridedir. Amerikan halkının yargılama standartları, atom öncesi çağdan ve Amerika Birleşik Devletleri’nin atomik tekel döneminden kaynaklanmaktadır. Yetkili konumda kimse bize, nükleer silahların iki kutupluluğunun Amerika Birleşik Devletleri’nin konumunu nasıl radikal bir şekilde etkilediğini ve nükleer silahların daha fazla yayılmasının onu nasıl etkileyeceğini, Amerika Birleşik Devletleri’nin taahhütlerinin gücüyle ne kadar uyumlu olduğunu ve bu yeni koşullarla başa çıkmak için düşünce ve eylemlerimizde ne gibi değişikliklerin gerekli olduğunu söylemedi.

Amerikan halkı, hayatın gerçekleriyle, mantıklı ve yetkili bir sunum yoluyla değil, parça parça terslikler tecrübesiyle karşı karşıya kaldığında nasıl tepki verecek? McCarthyism’in hafızası bize uyarı vermelidir; ve Cezayir yanılsamalarının sonucu olarak Fransa’nın yaşadığı siyasi ve ahlaki yıkım da öyle. Ancak Fransa, bu yanılsamalardan uyanışını bir adamın öngörüsüne ve cesaretine borçluysa, Amerika da Asya’daki yanılsamalarından uyanışını bir adamın zihin ve karakterine borçlu olmalıdır. Başkan, bu meseleler hakkında derinlemesine düşünmek ve siyasi risklere rağmen dürüstçe konuşmak gibi kutsal bir göreve sahiptir. Asya: Amerikan Cezayiri

 ASIA: THE AMERICAN ALGERIA – Temmuz 1961 – Hans J. Morgenthau