Home Blog Page 4

Afrika’nın Konumu ve Türkiye: BM 79. Genel Kurul Toplantısı

1945 Yılında kurulan BM’nin bugün dünya haritası üzerinde yer alan 210’un üzerindeki ülkeden 193’ü resmi üyesi olarak bünyesinde bulunmaktadır. Kalan bir bölümü gözlemci üye iken, bir bölümü de üyelik sürecini ve tanınmayı bekliyor.

BM’nin “Ortak Geleceğimiz” temalı 79. Genel Kurulu 22-23 Eylül 2024 tarihleri arasında New-York’ta gerçekleştirilecek. Sayın Cumhurbaşkanımızın da ağırlıklı olarak Gazze’de yaşanan zulmü gündeme getireceği BM Genel Kuruluna hitabını gerçekleşeceği toplantı gündeminde bu gün dünyada karşı karşıya olduğumuz uluslararası sorunların büyük bir kısmı yer alırken doğal olarak en öncelikli sorun İsrail’in Gazze’yi işgali ile yaşanan zulümle karşı karşıya olunan insanlık dramının yanı sıra, iki yıldır devam eden Ukrayna-Rusya savaşı da önemli gündem maddeleri arasında yer almaktadır.

Dünya’daki siyasi istikrarsızlıkların giderilmesi, barış ve kalkınmanın istikrarlı bir hale getirilmesi yönünde geniş gündem oluşturan BM Genel Kurul gündeminin önemli bir bölümünü de Afrika oluşturmaktadır. Büyük hammadde zenginliği, endüstrinin gelişmesi için ihtiyaç hissedilen tüm stratejik hammaddelerin en yoğun şekilde yer aldığı kıtanın sahip olduğu potansiyeline rağmen, içinde bulunduğu insanlık açısından geri kalmışlık, yokluk, yoksulluk, insani dram, Gazze Zulmü ve Ukrayna Rusya savaşından sonra en dikkat çekici gündem maddeleri arasında yer almaktadır.

Afrika BM bünyesinde 54 üye ülkeye sahip olmasına rağmen, BM Genel Kurulunun %27 nispetinde oy hakkına sahip kıta, BM de en zayıf temsil edilen kıta konumundadır. Bu nedenle Afrika Birliği yıllardır, dünyanın en geri kalmış kişi başı geliri en düşük ülkelerin yoğunlukla yer aldığı birliğin daha anlamlı temsil edilebilmesi için büyük bir gayret içerisindedir. Sn. Cumhurbaşkanımızın “Dünya 5’ten Büyüktür” sloganından da önemli ölçüde güç alan Afrika Birliği, bu konudaki girişimlerini önemli ölçüde yoğunlaştırmış olmasının sonucunda, BM’nin veto hakkına sahip 5 daimî temsilcisinden birisi olan ABD, en azından BM Güvenlik Konseyinde Afrika’ya veto hakkı olmayan iki daimi sandalye teklifini gündeme getirmiştir. Ayrıca, ortamın dahada yumuşatılabilmesi amacıyla da Orta Afrika’nın kilit ve istikrarlı ülkelerinden Kamerun eski başbakanı Philemon Yang’ı 79. Dönem Genel Kurul Başkanı olarak seçti.

Her ne kadar BM Genel Kurulu ve ilgili organlarının özellikle, BM Güvenlik Konseyi’nin almış olduğu kararlar, Filistin örneğinde olduğu gibi zaman zaman uygulamaya geçme imkanı bulamasa da, dünyada kamu oyu oluşturma ve yapılan haksızlıkları insanlığa en yaygın ve etkin bir şekilde duyurma platformu olarak değerlendirilebilir.

BM Şartına göre Genel Kurul’da bir kararın alınabilmesi 2/3 olumlu evet oyunu zorunlu kılıyor. Bu da büyüklük küçüklük konumuna bakılmaksızın BM üyeliğini önemli hale getiriyor. Mevcut kıtaların yapılanma ve konumuna baktığımızda bu anlamda geniş örgütlü kıta 54 üyeyi bünyesinde bulunduran Afrika Kıtası oluşturmaktadır. Genelde de kendi içerisindeki etkileşimi en yüksek birliklerden birisi olduğu için Afrika kıtası BM Genel Kurulu açısından ayrı özel önemi haiz bulunmaktadır. Eğer konu doğru anlatılabilir ve Afrika ikna edilebilir ise BM bünyesinde konunun niteliğinden ari olarak 54 ülkenin olumlu oyunu almak en az zaman ve gayret gerektiren geri dönüşümü yüksek en anlamlı girişimlerden birisi olarak ortaya çıkmaktadır. Başka birçok anlamlı bilindik gerekçelerin yanı sıra ABD, Rusya, Çin, Batı Ülkeleri Fransa İngiltere vb, ülkelerin yanı sıra Japonya ve hatta İsrail’in kıtaya yönelik özel ilgi ve gayretlerinin önemli bir gerekçesi de BM ortamında Afrika’nın 54 ülkesinin kendi arzuları doğrultusunda hareket etmelerini sağlamak olduğunu görmemiz mümkündür. Özellikle İsrail’in tüm Afrika’da özel güvenlik ve savunma alanında büyük gayretler göstermesini, diğer birçok özel menfaatin yanı sıra BM ortamı ve dünya kamuoyu önünde arzu edilen konularda özel destek sağlamak amaçlı olarak da ifade etmek mümkündür.

Tüm bu ülkelerin içerisinde Afrika’ya arka plansız, gizli gündemsiz en samimi ve en yakın yaklaşan ülkenin Türkiye ve Sn. Cumhurbaşkanımızın özel Afrika ilgisi olduğunu görmemek mümkün değildir. Tamamen insani hedefleyen insani değerleri ön planda tutan Türkiye anlayış ve yaklaşımının Sn. Cumhurbaşkanımızın önderliğinde 20 yıl gibi kısa bir sürede Afrika’da bu kadar yüksek seviyede karşılık bulmasının başka şekilde bir izahı da yoktur. Geçmişte büyük zulümler ve yokluklar yaşamış Afrika’nın Türkiye ile yeni bir “Beyaz Adam” tarifine gittiği ve bu beyaz adam, diğerlerinden çok farklı diye ifade ederek samimiyetle inandığı ve model olarak kabul ettiği insan Türk-Anadolu insanıdır. Bu gerçekliğe Afrika ile irtibatı olan veya bir vesile ile bulunan her kimsenin şahitliği yaşanan bir gerçekliktir. Bu nedenledir ki Sn. Cumhurbaşkanımızın BM ile ilgili olarak ifade ettiği; “Dünya 5’ten Büyüktür” sloganına en etkin ve yaygın reaksiyon Afrika’dan gelmiştir.

“Kazan-Kazan” ilkesi, karşılıklı eş seviyeli yarar ve göz hizası ilkeli ilişki şeklini Afrikalı ilk defa Türkiye ve Anadolu insanıyla yaşamış ve kendi söylemlerini ve ilişki şekillerini bu anlayışla yeniden dizayn etmeye başlamıştır. Son on yılda Afrika’da yaşanan dış ilişkilerdeki farklı tarz ve söylemin temelinde bu yeni yaklaşımın etkisi büyüktür. Birçok çevrenin Türkiye’ye karşı ağır ve anlamsız söylemlerinin temelinde de bu gerçekliğin var olduğunu ifade etmek gerekir. Türkiye adeta Afrika’nın dünyaya açılan yeni penceresi olmuştur. THY’nin Afrika’nın ilişki ağının genişlemesi ve yeniden şekillenmesine, yaygın uçuş ağı oluşturarak büyük katkı sağladığı, bu şekilde Afrika’yı dünyaya açmasının özel önemini belirtmeden geçmek mümkün değildir. İstanbul Afrika’nın dünyaya açılan önemli bir kapısı olarak geçmişte kaçınılmaz olduğu düşünülen birçok bağlantı şehrinin yerini almıştır.

Yatırım, ticaret, yüksek eğitim ve sağlık alanlarında, Türkiye’nin Afrika açısından bugün kaçınılmaz stratejik öneme haiz olduğu Afrikalılar tarafından münhasıran ifade edilen bir husustur.

Türkiye’nin tüm dünyanın gözü önünde kayda değer ölçüde kendi imkanlarıyla ortaya koyduğu savunma sanayi, endüstri, alt yapı, ticaret, ulaşım alanlarındaki gelişmeler Afrika’ya model olarak ilham vermiş ve birçok Afrika ülkesi kendi gelişmelerini sağlayabilmek için model olarak Türkiye’yi ön plana çıkarmıştır. Her ne kadar biz Türkiye’de bu durumun çok farkında olmasak bile, Afrika’da birçok bölgede yaygın olarak kullanılan “Türk gibi” kavramının temelinde de Türkiye’nin bu “model olma” esin kaynağı olma gerçekliği vardır.

Her ne kadar iç tartışmalar nedeniyle Sn. Cumhurbaşkanımızın oluşturduğu Afrika stratejisi çerçevesinde, Türkiye’de yaşayan insanımızın bir bölümü bu durumun çok farkında olmasa bile, Afrika ile ilgili birçok değişik kesim bu durumu fark etmiş, Türkiye’ye bu durumdan dolayı özel tavır koymuş ve yeniden Afrika’yı kendi arzuları doğrultusunda yönlendirebilecek şekle dönüştürebilmek için özel gayret içerisine girmiştir. Afrika’ya yönelik yeni, bazen şaşırtan, niye şimdi diyebildiğimiz yaklaşımların bu çerçevede değerlendirilmesi, ikinci Yüzyılımız başlangıcında “Yeni Türkiye Vizyonu” kapsamında oluşturulan “Girişimci ve İnsani Dış Politika” etkisinin en yüksek seviyede Afrika’da olumlu sonuçlarını görmemize imkan verebilecektir. Ayrıca, BM ve Daimi Üyelerinin de Afrika’ya bu anlamda özel önem atfettikleri gözden kaçmamalıdır.

Ömer Faruk DOĞAN

Ankara, 22 Eylül 2024

Srebrenitsa Soykırımı ve Ötesi: JIRPSS Özel Sayı Makale Çağrısı

0

 Srebrenitsa Soykırımı’nın 30. Yıldönümü anısına düzenlenecek özel sayıyı duyurmaktan mutluluk duyuyoruz. “Srebrenitsa Soykırımı ve Ötesi” başlıklı bu sayıda, Bosna-Hersek’teki göç, uluslararası hukuk ve savaş sonrası barış inşası konuları işlenecek, ayrıca küresel karşılaştırmalar yapılacaktır. Özel sayı Journal of International Relations and Political Science Studies dergisinde yayınlanacaktır. Srebrenitsa Soykırımı

Ana temalar şunları içermektedir:

  • Göç, geri dönenler ve yerinden edilmiş kişiler (IDP’ler)
  • Eski Yugoslavya Uluslararası Ceza Mahkemesi (ICTY) ve Uluslararası Adalet Divanı (ICJ) odaklı uluslararası hukuk ve hesap verebilirlik
  • Soykırım ve insanlığa karşı suçların karşılaştırmalı analizleri
  • Savaş sonrası bölgelerde barış inşası ve uzlaşma
  • Soykırım inkarı ve tarihsel revizyonizmle yüzleşme
  • Bosna’nın deneyimlerinden çıkarılacak küresel dersler

Son başvuru tarihi 15 Mart 2025, yayın tarihi ise 15 Haziran 2025’tir. Türkçe ve İngilizce makaleler kabul edilmektedir. Tüm detaylar için PDF’yi  inceleyebilirsiniz. https://www.tuicakademi.org/wp-content/uploads/2024/09/After-30-YEARS-SREBRENICA-GENOCIDE-AND-BEYOND-.pdf

Uluslararası hukuk, barış çalışmaları, göç ve soykırımın önlenmesi alanlarında çalışan akademisyenler, araştırmacılar ve uygulayıcılar için önemli bir fırsattır. Makale gönderim süresi 15 Mart 2025 tarihinde sona erecektir. Yayın tarihi ise 15 Haziran 2025 olarak belirlenmiştir. Makale başvuruları hem Türkçe hem de İngilizce dillerinde kabul edilecektir. Bu özel sayıda, yalnızca Srebrenitsa Soykırımı değil, aynı zamanda Bosna-Hersek genelindeki diğer insanlığa karşı işlenen suçlar ve soykırımlar da ele alınacaktır. Özellikle göç, geri dönenler, yerinden edilmiş kişiler, uluslararası hukuk, soykırım inkârı ve savaş sonrası barış inşası gibi konular bu sayının ana temalarını oluşturmaktadır. Bu özel sayı, uluslararası hukuk, savaş sonrası uzlaşma ve barış inşası, soykırımın reddi ve tarihsel revizyonizm gibi konular üzerinde çalışan herkes için küresel bir perspektiften yeni akademik tartışmalara kapı aralayacaktır.  Srebr enitsa

So

Bu özel sayıda, yalnızca Srebrenica Soykırımı değil, aynı zamanda Bosna-Hersek genelindeki diğer insanlığa karşı işlenen suçlar ve soykırımlar da ele alınacaktır. Özellikle göç, geri dönenler, yerinden edilmiş kişiler, uluslararası hukuk, soykırım inkârı ve savaş sonrası barış inşası gibi konular bu sayının ana temalarını oluşturmaktadır.Bu özel sayıda, yalnızca Srebrenica Soykırımı değil, aynı zamanda Bosna-Hersek genelindeki diğer insanlığa karşı işlenen suçlar ve soykırımlar da ele alınacaktır. Özellikle göç, geri dönenler, yerinden edilmiş kişiler, uluslararası hukuk, soykırım inkârı ve savaş sonrası barış inşası gibi konular bu sayının ana temalarını oluşturmaktadır.ykırımı

Demokrat Parti’nin Siyasal ve Ekonomik Politikalarının Dönemin Bürokratik Yapısına Etkileri

Melih Asaf Nalbantoğlu 

Ankara Sosyal Bilimler Lisesi – Ankara Social Sciences High School

The Effects of the Democrat Party’s Political and Economic Policies on the Bureaucratic Structure of the Period

GİRİŞ

Kaynakların Tanımlanması ve Değerlendirilmesi

Çalışmada “Demokrat Partinin politik ve ekonomik uygulamaları dönemin bürokratik yapısını nasıl etkilemiştir?” araştırma sorusu olarak belirlenmiştir. Türkiye’de çok partili hayata geçiş ile yaşanan değişim sürecinde pek çok politik ve ekonomik uygulama etkili olmuştur. Bu süreçteki politik ve ekonomik uygulama Demokrat Parti (DP) döneminde bürokratik yapıda etkili olmuş ve bürokratik yapılanmada değişim yaşanmasına neden olmuştur. Araştırma sorusu çerçevesinde DP döneminde uygulanan politik ve ekonomik uygulamaların bürokratik yapıdaki etkisinin iktidar ve değişim kavramları üzerinden incelenmesi amaçlanmıştır.

Çalışmanın ilk ana kaynağı olarak Yusuf Ziya Keskin’in “Demokrat Parti İktidarı ve Günümüze Yansımaları” (Keskin, 2012) adlı makalesi belirlenmiştir. Keskin, makalesinde, DP (Demokrat Parti) dönemindeki politik ve ekonomik uygulamaları CHP dönemiyle karşılaştırmalı olarak ele alarak söz konusu uygulamaların toplumsal yapıya etkilerinin günümüz siyasal, ekonomik ve toplumsal yapısının şekillenmesinde belirleyici unsurlar olduğunu ortaya koymayı amaçlamıştır.  Keskin DP döneminde izlenen politikaların günümüze yansımalarını DP’nin özgürlükçü tutumunda zaman içerisinde yaşanan değişim üzerinden analiz etmektedir. İlgili makale DP iktidarı döneminde toplumsal yapıda yaşanan dönüşümde ekonomik düzende yaşanan değişimin etkili olduğunun ortaya konulması için merkeze alınmıştır.

Keskin’in bilimsel araştırma makalesi tarih, siyaset bilimi ve sosyoloji alanında çalışan araştırmacılara hitap etmektedir. Makalenin, DP döneminde gerçekleşen toplumsal ve siyasi gelişmeleri detaylı bir biçimde aktarması, döneme dair bilgi edinmek isteyenler için nitelikli bir kaynak olarak kullanılmasını sağlamaktadır. İlgili makalede toplumsal yapıdaki dönüşüm CHP ve DP dönemlerindeki siyasi ve ekonomik uygulamaların karşılaştırmalı analizi üzerinden ortaya konulmasına rağmen yeni sınıfsal yapılanmada kamu bürokrasisindeki dönüşümde doğrudan etkili olan mali ve hukuki düzenlemeler ele alınmamıştır.

Çalışmanın ikinci ana kaynağı olarak Mehmet Göküş’ün “Demokrat Parti Döneminde Türk Kamu Bürokrasisinin Genel Görünümü” (Göküş, 2003) adlı makalesi belirlenmiştir. Göküş makalesinde, DP’nin uygulamış olduğu politikaları ve bu politikaları destekleyecek hukuki düzenlemeleri merkeze alarak toplumsal alanda yeni bir sınıfın oluşmasının temel faktörlerini ve eski bürokratik yapıda gerçekleşen dönüşümü ortaya koymayı amaçlamıştır. İlgili makaleden DP döneminde uygulanan politikaların bürokratik yapı üzerindeki etkisinin mali ve hukuki düzenlemelerden hareketle analiz edilmesinde önemli bir referans olarak faydalanılmıştır

Göküş’ün bilimsel araştırma makalesi DP döneminin bürokratik yapısı; bürokrasi-hükümet ilişkileri, bürokrasi-burjuvazi ilişkileri ve bürokrasi-teknokrasi ilişkileri gibi konular üzerinden araştırma yapmak isteyen araştırmacılara hitap etmektedir. Makalede iktidar değişiminin toplumsal yapıda meydana getirdiği dönüşüm istatistiksel verilerden hareketle değerlendirilmiştir. Döneme ait anketlerin kullanımı, halkın süreçteki tutum ve yaklaşımını yansıtmak için kullanılmıştır. İktidarın izlediği politikalardan ötürü siyasi ve mali alanda güç kaybeden bürokratların, teknik alanda etkili olan teknokratlarla arasındaki rekabete de makalede yer verilmesi sosyokültürel yapıdaki değişimin hem ekonomi hem de hukuki düzenlemeler üzerinden değerlendirilmesine olanak sağlamaktadır. Ancak makalede DP döneminde bürokraside yaşanan değişimin toplumsal sonuçlarına ilişkin ayrıntılı bir analize yer verilmemiştir.

Araştırma

Millî mücadelesini henüz kazanmış bir milletin liderlerinin yeni Türkiye Cumhuriyeti’ni kurmasının ardından, bir devletin ayrılmaz parçası olan bürokrasi de oluşturulmaya başlanmıştır. Bu çerçevede inanç, değerler ve düşünceler bakımından neredeyse her anlamda mutabık bir hükümet ve bürokratik yapı oluşturulması amaçlanmıştır. Türkiye Cumhuriyeti’nin bürokrasisini özel kılan mühim niteliklerden birisi dönemin şartları olmuştur. Dönemin konjonktürü itibariyle ülke yönetiminin siyasi perdesinde çok partili hayata henüz geçilmemiş olmasından dolayı bürokrasinin içinde farklı siyasi eğilimler yer almamıştır. Bu doğrultuda Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) yönetimi iktidarı süresince bürokrasi ile yakın ilişkiler kurmuş (Keskin, 2012), bu durum iktidarın idari alanlarda başarı sağlamasına neden olurken bürokratların toplumdaki konumunu güçlendirmiştir. Dolayısıyla, bürokratlar ile siyasi iktidar arasında karşılıklı bir menfaat ilişkisi başlamıştır.

1950 yılında yapılan seçimle DP’nin iktidara gelmesi ile uzun süren CHP iktidarı son bulmuştur. İleride çeşitli tenkitlerin hedefi olacak DP iktidarının ardından ülkede pek çok politikada önemli değişimler yaşanmış, bu değişimler toplumsal alanda çeşitli çatışmaların yaşanmasına neden olmuştur. Bu çatışmaların temel sebebinin iktidara gelen partinin benimsediği siyaset olduğu düşünülmüştür.

DP, CHP dönemindeki uygulamalara karşı yürütmüş olduğu muhalefet ile halkın desteğini alarak iktidara gelmiş ve toplumsal memnuniyetin azaldığı düşüncesiyle, önceki iktidara nazaran; geleneksel değerlere, dini inançlara ve ahlaki normlara daha çok hassasiyet gösteren uygulamalarıyla muhafazakâr bir duruş sergilemiştir (Uçar, 2019). Aynı zamanda DP iktidar yapılanmasında özel girişimciler ve tüccarların etkin olduğu “alternatif bir seçkinler grubu” (Keskin, 2012, p. 110) oluşturarak yeni bir ekonomik düzen kurmayı hedeflemiştir. Yeni ekonomik düzende liberal düşünce etkili olmuş, ekonomide özel sektörün etkinliği artmıştır. Kentli nüfusa ağırlık verilen ve bürokrasinin hâkim olduğu CHP politikalarının aksine DP’nin liberal politikalarında kırsal nüfusa ve özel sektöre odaklanması (Keskin, 2012) eski bürokratik yapının ekonomik faaliyetlerde ve bu faaliyetlerin denetlenmesinde etkinliğini kaybetmesine neden olmuştur. Bu durum bürokratik yapılanmada bir dönüşüm yaşanmasına neden olmuş ve yeni bir sınıfsal yapılanma ortaya çıkmıştır. Bu yapılanma siyasette de etkin olan yeni bir çevreyi oluşturmuştur (Keskin, 2012).

DP iktidarının hükümet programı kapsamındaki ekonomik uygulamalarda serbest piyasa ekonomisini benimsemesi ve özelleştirme politikalarını desteklemesi devletin ekonomi üstündeki etkinliğini sınırlandırmıştır (Baytal, 2007). Bu doğrultuda, devletin ekonomik faaliyetlerinin büyük bir parçasını oluşturan Kamu İktisadi Teşebbüslerinin (KİT) özelleştirilmesi planlanmış ancak ekonomide yaşanan olumsuz gelişmelerin etkisiyle özelleştirme uygulaması hayata geçirilememiştir (Canlı, 2020). Her ne kadar KİT’ler özelleştirilemese de özel sektörün ekonomideki payının artmasına paralel olarak nitelikli ve deneyimli iş gücü daha yüksek ücretlerle kamudan özel sektöre geçiş yapmaya başlamıştır. Bu kişilerin serbest piyasanın çarkları arasına katılmaya başlamasıyla kamu bürokrasisinin iş hayatındaki nüfuzu azalmıştır.

Tablo 1: Memur Ücretlerin Eski ve Yeni Kuruluşlar Arasında Dağılımı (Us, 1973)

Bakanlıklar (1930’dan önce kurulan)

Ücret Oranları (%)

800 TL Altında

801 – 2000 TL Arası

2001 TL Üstünde

İçişleri Bakanlığı

67

28

4

Maliye Bakanlığı

68

30

0

Dışişleri Bakanlığı

28

62

11

Yeni Kurumlar (1950’den sonra kurulanlar)

 

 

 

İmar ve İskan Bakanlığı

30

30

38

Devlet Su İşleri Gn. Müd.

41

32

27

Karayolları Gn. Müd.

33

39

27

Tablo 1’de verilen rakamlara göre CHP iktidarında kurulan kamu kurumları ile DP yönetiminde kurulan kamu kurumlarında çalışan bürokratların maaşlarının önemli ölçüde değişiklik gösterdiği dikkat çekmektedir. Maliye bakanlığında 2001 TL üzerinde maaş alan personel oranı %0 iken İmar ve İskân Bakanlığı’nda bu oran %38’e kadar yükselmiştir. Karayolları Genel Müdürlüğü’nde 800 TL altında kazanç sağlayan personel oranı %33 olmuş, İçişleri Bakanlığı’nda ise bu oran %67 olarak saptanmıştır. Bu durum DP’nin bürokrasi üstündeki etkinliğini arttırma yolunda yeni açılan kurumlardaki personelin göreli konumunu yükseltmeyi hedefleyen mali politikalar izlediği yönünde değerlendirilebilir. Maaşlar arasında oluşan fark eski bürokrat kesimin ekonomik açıdan güç kaybetmesine ve toplumsal konumunun sarsılmasına neden olmuştur. Bu durum eski bürokrat kesimin siyasi iktidara karşı bir tutum almasına neden olmuştur (Göküş, 2003).

Bu süreçte; İmar ve İskân Bakanlığı ve Karayolları Genel Müdürlüğü gibi kurumların kurulması, DP döneminde altyapı alanında yapılan icraatların önemli bir sonucu olmuştur. Bu dönemde teknik alanda gelişmelere daha çok önem verilmiş, bunun bir sonucu olarak da değişen konjonktüre uygun bir biçimde mesleki ve teknik bilgiye sahip personelin istihdam edilmesine dikkat edilmiştir (Göküş, 2003). Teknik alanda yetkin personele daha çok ihtiyaç duyulması “teknokrat” adı verilen yeni bir sınıfın oluşmasına neden olmuştur. Kurumların ihtiyaçları bağlamında uzmanlıklarına yüklenen ayrıcalıkla teknik personel maaşları yüksek tutulmuştur (Göküş, 2003). Personel istihdamında teknokrat olarak yapılandırılan personelin kurumda kalması için gereken maddi artış bareme (Genel Türkçe Sözlük, n.d.) aykırı gerçekleştirilmiştir (Göküş, 2003). Tüm bunlar iş hayatında teknokratlar ve bürokratlar arasında rekabetin artmasına neden olmuştur. Bürokraside maaş dengesizliğinin daha çok yükselmesiyle beraber mali anlamda zayıf kalan kurum personelinin verimi düşmüş ve bürokrasi zincirinde önem taşıyan kurumlarda aksamalar yaşanmaya başlamıştır.

DP döneminde bürokratların ücret yapısındaki düzenlemelere ek olarak bürokrasinin hukuki yapısına ilişkin bazı düzenlemelerin hayata geçirildiği ve bürokrasinin dönüşümünde bunların da etkili olduğu görülmektedir.  Bu düzenlemeler arasında yer alan 21 Haziran 1954’de çıkartılan 6422 sayılı “Türkiye Cumhuriyeti Emekli Sandığı Kanunun Bazı Maddelerinin Değiştirilmesine Dair Kanun” ile diğer devlet memurları gibi, Yargıtay, Sayıştay, Danıştay ve üniversite çalışanlarının da belirtilen yirmi beş yıllık hizmetleri sonunda resen emekliye sevk edilmeleri öngörülmüştür (Eroğul, 1992, p.125). Bu kanun yaş haddi, sağlık sorunları ve disiplin suçları gibi çeşitli sebeplerden dolayı personelin emekli edilmesi durumunu gündeme getirmiştir. Bürokrat kesimini bir çıkmaza sokan mevzu, emekliye sevk durumunda yargı yolunun kapatılması olmuştur. Bu hükümden yola çıkarak DP döneminde, kamu bürokrasisinde iktidarın talepleri doğrultusunda, personelin zorunlu olarak emekliye sevk edilmesi hususunda harekete geçildiği söylenebilir. DP’nin elinde bulunan yetki mevcut yapının zedelenmesine sebep olmuş, kamu bürokrasisinde hükümetin müdahalesi ile mesleğin itibarı düşürülmüş, bürokratik yapı eski güvencesini kaybetmiştir.

Bu bağlamda yapılan bir diğer değişiklik, 5 Temmuz 1954’de 6435 sayılı “Bağlı Bulundukları Teşkilat Emrine Alınmak Suretiyle Vazifeden Uzaklaştırılacaklar Hakkında Kanun” olmuş, bu hüküm kamu kuruluşlarında çalışan personelin iş güvencesine yönelik önemli değişiklikler barındırmıştır. Kanunda, hükümetin yetkisi altında istendiği zaman bir engel olmaksızın devlet memurlarının görevlerinden geçici süre boyunca uzaklaştırılmaları öngörülmüştür. Uzaklaştırılan memurların yeni bir göreve tayin edilmeleri için 6 aylık bir süre belirlenmiş, bu zamanın aşılması halinde personelin emekliye sevk edilmesi için yeterli sebebin olduğu beyan edilmiştir. Bu süreçte askeri ve yargı bürokrasisi kanunun etki alanının dışında kalmıştır. Kanunun yürürlüğe girmesinin ardından bakanlık emrine alınan personelin yargı yoluyla duruma itiraz etmesinin önü kapatılmıştır (Göküş, 2003). Kanun bütün olarak değerlendirildiğinde, DP’nin kamu idaresi alanında elini güçlendirmek için bürokrasinin hükümete olan bağımlılığını; kamu personelini bakanlık emri altına alarak ve süre aşımına dayalı olarak emekliye sevk ederek arttırmaya çalıştığı söylenebilir. Memurların iş güvencesini tehdit eden bu kanuna karşı hukuk yolunun kapatılması, hükümetin karar verme mekanizmalarında ne kadar etkin olduğuna dair bir göstergedir. Bunun neticesinde ise DP ile geleneksel bürokrat sınıfının arasında oluşan asimetrik güç ilişkisi, imkanların değişmesi sonrasında bürokratları daha büyük bir karşıtlığa itmiştir.

Kamu kuruluşlarında çalışan personelin istihdamı ve genel statüsü ile ilgili mevzuata yönelik yapılan değişimlerden birisi de 1955 yılının başlarında temelleri atılan personel kanunu tasarısı olmuştur. Bu kanun kapsamında âmme idaresinin mevzuatında meydana gelen ve kamu bürokrasisini etkileyen önemli değişimlerden ikisi şu şekildedir; devlet personelinin istihdamı için yazılı sınav şartının getirilmesi ve devlet memurlarının disiplin işlemlerinin daha şeffaf ve hakkaniyetli hale dönüştürülmesi (Gürsoy, 1955). Memurluk için zorunlu tutulan yazılı sınav, üst düzey bürokrasiye girişi zorlaştırarak, daha seçici bir ortamın oluşmasını sağlamayı hedeflemiştir. Bu şartın getirilmesiyle bürokraside hükümetin eli güçlenmiş ve işe alımlarda yazılı sınavların ön planda tutulması ile nitelikli personel alımı hedeflenmiş olsa da uygulama gerektiren alanlarda sorunlar yaşanmıştır. Kamu personelinin yaptığı işlemlerin daha sıkı denetim altına alınması ile kurumlardaki toplam kalitenin arttırılması ve personelin çalıştığı kuruma güven ve aidiyet duyması hedeflenmiştir. Aynı zamanda bu değişiklik siyasi iktidarın aleyhine durumların oluşmasına karşı alınmış bir önlem olarak değerlendirilebilir. Bu değişikliklerle Türkiye’nin etkin bir çoğunluğunu kapsayan memuriyetin bir nevi arınarak iktidarın şekillendirmesi ile yeni bir yapıya dönüştürülmeye çalışıldığı, bu durumun ise bürokratik yapının istikrarında bir değişimi meydana getirdiği şeklinde değerlendirilebilir. Ayrıca yaşanan değişimlerin oldukça kısa bir sürede olmasının ve mesleği ifa eden kesimi zor durumda bırakmasının bürokrasinin işleyişinde aksamaların meydana gelmesine sebep olduğu söylenebilir. Yapılan düzenlemelerle bürokratlar vazifelerinin değerinin azaldığını düşünmüş ve iktidar ve bürokrasi arasında meydana gelen uyuşmazlık eski bürokratik yapının aleyhinde sonuçlar doğurmaya devam etmiştir.

DP yönetimi, halkın gelişimine ve üretimine karşı engel teşkil edecek, toplumsal düzende gücü olan bürokratik bir yapıya karşı gerekli önlemlerin alınacağını “istihsal hayatını devletin zararlı müdahalelerinden ve her çeşit bürokratik engellerden kurtarmak” (Dönem IX, Birleşim 4, Oturum 1, 1950, p.60) sözleri ile belirtmiştir. 788 sayılı Memurin Kanununun 9. maddesine göre, bürokratların “Siyasi parti ve kulüplere üye olma ve üyelere müdahale ve siyasi neşriyat ve beyanda bulunması” (TBMM, 1926, p.510) yasağı çerçevesindeki DP dönemindeki uygulama ve yaptırımlar DP iktidarının mevcut bürokratik yapının siyasi gücünü azaltarak idari alanlarda kendisine zorluk çıkarmasını engelleme amacı ile ilişkilendirilebilir. Bu uygulama Demokrat Parti’nin, siyasi geçmişi bulunan bürokratların meclis içerisinde ve kamu idaresinde aktif rol oynamalarına engel olmaya çalıştığı düşüncesini de desteklemektedir.

Sonuç itibariyle, DP iktidara geldikten sonra özel sektör temelli liberal ekonomi politikaları izlemeye başlamıştır. İktidara geldiği dönemde görevde olan bürokrasinin CHP döneminde ve devletçi politikalar etkisiyle yetişmiş olmasının uygulayacağı politikalar önünde engel oluşturacağı düşüncesiyle hareket eden DP, yönetimde elinin güçlenmesi için bürokrasinin sahip olduğu ekonomik ve siyasi gücü azaltmayı amaçlamıştır. Bu doğrultuda uygulayacağı yeni düzende daha etkili olacağını ve daha rahat kontrol edebileceğini düşündüğü teknokrat sınıfın gücünü arttırmıştır. Dolayısıyla DP, uyguladığı politikalarla yönetim sahasında etkinliğini arttırmak için yeni bir bürokrat sınıfı oluşturmaya çalışmıştır. CHP döneminde yetişen bürokrasinin eski gücünü yitirmesi aynı zamanda söz konusu bürokratlar ile hükümet arasındaki karşıtlığın artmasına neden olmuştur.                                                                                          

Dönüşümlü Düşünme

Çalışmada, 1950 yılında iktidara gelen DP’nin politik ve ekonomik uygulamalarının bürokratik yapı üzerindeki etkisinin ortaya konulması amaçlanmış ve söz konusu politikalarla bürokratik yapıda bir dönüşüm yaşandığı sonucuna ulaşılmıştır. Temel alınan politikalar Demokrat Parti dönemindeki liberal esaslara dayalı yeni ekonomik düzen ve hukuki düzenlemeler üzerinden incelenmiştir. Bürokratik yapıda yaşanan dönüşümde, liberal esaslara dayalı yeni ekonomik düzenin ve eski bürokratik yapının DP iktidarının uygulayacağı politikalar önünde engel teşkil edeceği düşüncesiyle yapılan kimi hukuki düzenlemelerin etkili olduğu görülmüştür. Çalışma neticesinde siyasi iktidar yapılarının uygulamaya koyduğu politikalar ve bu politikaların toplumsal yapıda meydana getirdiği değişimler vasıtasıyla gücünü arttırdığına, bu güçte bürokratik yapının önemli bir unsur olduğuna dair bir farkındalık kazanılmıştır. Görüldüğü üzere kurumsal yapı dinamiklerinde politika ve ekonomi arasında iç içe geçmiş bir ilişki söz konusudur. Bu yüksek karşılıklı bağımlılık, sosyal bilimler alanında yapılan araştırmalarda araştırmacıların disiplinlerarası çalışarak daha bütüncül analizler yapmalarını gerektirmektedir. Bu farkındalıkla, araştırma sorusu çerçevesinde farklı disiplinlerden yararlanılarak bütüncül bir bakış açısıyla daha objektif ve güvenilir sonuçlara ulaşılmaya çalışılmıştır.

Çalışmaya ilk olarak, DP’nin bürokrasiye yaklaşımına dair bilgi veren kaynaklar taranarak, bu dönemde bürokrasiyi ekonomik ve sosyal alanlarda etkileyebilecek politika değişimleri incelenmiş, araştırmalarda özellikle dönem içerisinde mevzuatta yapılan değişiklikler referans alınmıştır. Spesifik kanunların tespit edilmesi için Mevzuat Bilgi Sistemi kullanılmış fakat bu alanda ihtiyaç duyulan materyal akademik çalışmalara başvurularak ve literatür taraması yapılarak edinilmiştir. Geçmişte gerçekleşen değişimlerin tespit edilmesi bu araştırma sırasında bir zorluk oluşturmuş, sorunun aşılması için kanunlara ve mevzuata sonradan yapılmış olabilecek eklemeler göz önünde bulundurulmuştur. Konulara ilişkin seçilen kanunların değerlendirilmesinde ilgili kanunların amaç ve kapsamları dikkate alınmıştır. Yapılan analizlerde akademik dayanaklar ve objektif delillerden hareket edilmiştir. Ana kaynak olarak kullanılan makaleler konuya ilişkin araştırma alanını kapsamış, bahsi geçen politikaların araştırılması için çeşitli yan kaynaklara da başvurulmuştur. Bu süreçte akademik çalışmaların değerine objektivite kriteri ile dikkat edilerek, incelemelerde döneme dair çeşitli bakış açılarına duyarlı olunmuştur. Bu açıdan çalışma kanıtlara dayalı çıkarım yapma, farklı kaynakları kullanarak araştırma yapma ve eleştirel düşünme becerileri gibi kazanımların edinilmesinde destekleyici olmuştur.

Kaynakça

Baytal, Y. (2007). Demokrat Parti Dönemi Ekonomi Politikaları [Economic policies of the Democrat Party period]. Ankara Üniversitesi Türk İnkılap Tarihi Enstitüsü Atatürk Yolu Dergisi, 10(40), 545–567. https://doi.org/10.1501/Tite_0000000070

Canlı, A. (2020). Demokrat Parti Dönemi Ekonomi Politikaları (Bir Muhteva Analizi İncelemesi) [Economic policies of the Democrat Party period (A content analysis study)]. Bulletin of Economic Theory and Analysis, 5(2), 75–99. https://dergipark.org.tr/en/pub/beta/issue/59370/754493

Dönem IX, Birleşim 4, Oturum 1: İstanbul Milletvekili Adnan Menderes’in Kurduğu Hükümetin Programı [Term IX, Session 4, Meeting 1: The program of the government formed by Istanbul Deputy Adnan Menderes]. (1950, May 1). TBMM Tutanak Dergisi, 1, 42–92. https://www5.tbmm.gov.tr/tutanaklar/TUTANAK/TBMM/d09/c001/tbmm09001004.pdf

Eroğul, C. (1992). Çok Partili Düzenin Kuruluşu 1945-1971 [Establishment of the multi-party system 1945-1971]. Geçiş Sürecinde Türkiye [Turkey in transition] (pp.). Belge Yayınları.

Genel Türkçe Sözlük [General Turkish dictionary]. (n.d.). Türk Dil Kurumu Sözlükleri. Retrieved February 9, 2024, from https://sozluk.gov.tr/

Göküş, M. (2003). Demokrat Parti Döneminde Türk Kamu Bürokrasisinin Genel Görünümü [General view of the Turkish public bureaucracy during the Democrat Party period]. Süleyman Demirel Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Sosyal ve Ekonomik Araştırmalar Dergisi, 3(5), 40–62. https://dergipark.org.tr/tr/pub/susead/issue/28438/302934

Gürsoy, B. (1955). Amme İdaresi; Devlet Personel Kanunu Tasarısı Hakkında Rapor [Public administration; Report on the draft civil servants law]. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi, 10(4), 179–192. https://doi.org/10.1501/SBFder_0000000201

Keskin, Y. (2012). Demokrat Parti İktidarı ve Günümüze Yansımaları [Democrat Party rule and its reflections to the present]. Erzincan Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 5(1), 107–130. https://dergipark.org.tr/tr/pub/erzisosbil/issue/6035/80838

Türkiye Büyük Millet Meclisi. (1926, March 31). 788 sayılı memurin kanunu [Civil servants law no. 788]. Resmî Ceride (Official Gazette), 336.https://www5.tbmm.gov.tr/tutanaklar/KANUNLAR_KARARLAR/kanuntbmmc004/kanuntbmmc004/kanuntbmmc00400788.pdf

Uçar, H. (2019). 1950-1960 Yılları Arası Türkiye’de Sosyal ve Kültürel Kimlikler [Social and cultural identities in Turkey between 1950 and 1960] [Master’s thesis, Trakya Üniversitesi]. http://dspace.trakya.edu.tr/xmlui/handle/trakya/4767

Us, Ö. (1973). Memurluk Prestiji [The prestige of civil service]. Amme İdaresi Dergisi, 6(3), 55.

Geri Göndermeme İlkesi Bağlamında Türkiye’de Suriyelilerin Geri Dönüş Süreçleri

Merve Nur Doğan 

Göç Çalışmaları o-Staj Programı

Özet

Bu çalışma, geri göndermeme ilkesi çerçevesinde Türkiye’de geçici koruma statüsündeki Suriyelilerin geri dönüş süreçlerini incelemektedir. Esas amacı, Suriye’deki iç savaşın Türkiye’ye etkilerini, geçici koruma statüsünün ayrıntılarını ve Suriyelilerin geri dönüş süreçlerini analiz etmektir. Çalışma, Suriye’nin güncel durumu ve geri dönüş istatistikleri üzerine bir inceleme yapmaktadır. Son olarak, geri göndermeme ilkesinin uygulanmasında karşılaşılan zorlukları ve Türkiye’nin gönüllü geri dönüşleri teşvik etmek için yürüttüğü politikaları ortaya koymaktadır.

Anahtar kelimeler: geçici koruma, geri göndermeme ilkesi, Suriye, geri dönüş, Türkiye’nin geri gönderme politikaları

GİRİŞ

2000 yılında Hafız Esad’ın vefatının ardından iktidara gelen oğlu Beşar Esad, başlangıçta Batı yanlısı ve halk için umut verici bir lider imajıyla göreve başlamış, birçok reform ve yenilik vaat etmiştir. Ancak, kısa süre sonra babasının izinden giderek baskıcı bir yönetim tarzı benimsemiş ve ülkedeki ekonomik durumu daha da kötüleştirmiştir. Suriye, zaten mevcut olan Sünni-Alevi çatışmalarıyla gergin bir atmosfere sahipken, Arap Bahar’ının etkisiyle iyice karışmış ve 2011 yılında Dera’da başlayan protestoların ülke geneline yayılmasıyla, rejim tarafından şiddetle bastırılmaya çalışılan bu gösteriler, ülkeyi iç savaşa sürüklemiştir. Bunlara ek olarak, bölgesel ve küresel güçlerin etkilerini de göz önünde bulundurmak gerekmektedir. İç savaşın başından beri varlığını belli eden her iki kutbu da destekleyen çeşitli devletler bulunmakta ve bu devletler savaşın gidişatında önemli rol oynamaktadırlar (Özdemir, 2016, s.83).

Suriye iç savaşı Arap Bahar’ının içinden çıkan olaylar arasında en kanlı ve jeopolitik olarak önemli olanlardan biridir. Ülke nüfusunun neredeyse yarısının yer değiştirmek durumunda kalması ve bu yer değiştirmelerde komşu ülkelere sığınmacı olarak gidenlerin sayısının fazlalığı nedeniyle bu durum ülke sorunu olmaktan çıkıp bölgesel ve uluslararası politikanın temel gündem maddelerinden biri haline gelmiştir. Suriye ile uzunca bir kara sınırına sahip ülkemizde bu durumdan ziyadesiyle etkilenmiş ve mesele hem iç hem dış politikamızda önemli bir yer kaplar hale gelmiştir (Kiraz, 2020, s.101).

2011 yılında Suriye nüfusunun 22,5 milyon civarında olduğu bilinmektedir. Olaylar neticesinde 13,5 milyon kişi Suriye’de yaşadığı şehirden göç etmiştir. 2022 Dünya Göç Raporuna göre Suriye’de yaşanan iç savaş sonunda 6,8 milyondan fazla Suriyeli ise başta komşu ülkeler olmak üzere ülkelerinin dışına göç etmişlerdir (Çataklı, 2024, s.235). Suriye’den Türkiye’ye mülteci akışı, 29 Nisan 2011 tarihinde Suriye’deki çatışmalardan kaçan 250-300 kadar Suriye vatandaşının Türkiye topraklarına sığınma talebinde bulunmasıyla başladı (Ihlamur Öner, 2014, s.43). Türkiye, Suriye’deki iç karışıklığın başladığı ilk günden bu yana uyguladığı açık kapı uygulaması ile gelen sığınmacıları kabul etmiş olup bir kısmı Türkiye’nin sınır bölgelerindeki geçici kamplara yerleştirilmiştir; büyük kısmı da ülkenin değişik bölgelerinde yaşamını sürdürmektedir (Akkoyunlu & Ertan, 2017, s.10).


                                 Kaynak: (Çataklı, 2024)

Suriyelilerin Türkiye’deki Statüleri

Türkiye, 1951 tarihli Mültecilerin Hukuki Durumuna İlişkin Cenevre Sözleşmesi’ne taraf ülkelerden biridir ve 1967 tarihli Ek Protokol’e “coğrafi sınırlama” ile taraf olmuştur. Buna göre, Türkiye sadece Avrupa ülkelerinden gelen ve ırkı, dini, milliyeti, belirli bir toplumsal gruba üyeliği veya siyasi düşünceleri nedeniyle takibata uğrayacağı korkusu ile iltica talebinde bulunanlara mülteci statüsü vermektedir. Avrupa dışından gelenlerin başvurularını ise BMMYK ile birlikte değerlendirmekte ve mülteci statüsü verilmesi kararlaştırılanları, BMMYK aracılığıyla üçüncü ülkelere yerleştirmektedir.[1] Fakat Türkiye, Suriye iç savaşı başladığında bu sürecin kısa sürede sonlanacağı düşüncesiyle Suriyeli sığınmacıları “misafir” olarak tanımlamıştır. Ancak “misafir” kavramının haklar bakımından uluslararası hukukta bir karşılığı bulunmadığı için bu durum sığınmacılara yönelik keyfi uygulamalara yol açma riski taşımaktadır. Türkiye, Ekim 2011’den itibaren, Suriyeli “misafirlerini” İçişleri Bakanlığı 1994 Yönetmeliği’nin 10. maddesi gereğince “geçici koruma rejimi”ne aldığını ilan etmiştir. Yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanunu (YUKK) Madde 91 geçici korumayı şu şekilde düzenlemektedir: “Ülkesinden ayrılmaya zorlanmış, ayrıldığı ülkeye geri dönemeyen, acil ve geçici koruma bulmak amacıyla kitlesel olarak Türkiye sınırlarına gelen veya sınırlarımızı geçen yabancılara geçici koruma sağlanabilir” (Yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanunu [YUKK], 2013). Asgari uluslararası standartlarla uyumlu olan bu rejim, açık kapı politikası, geri dönmeye zorlamama, bireysel statü belirlemenin yapılmaması, kamplarda barınma ve diğer temel hizmetlerin sunulması gibi ilkeleri içermektedir (Ihlamur Öner, 2014, s.44). Geçici koruma niteliği itibariyle bir uluslararası koruma türü olmayıp, kitleler halinde sınırlarımıza gelen kişilere acil koruma sağlamak ve bu kişileri bir an evvel güvenli bir ortama yerleştirmek amacıyla geliştirilmiş, bu kişilerin ancak uluslararası koruma ile sağlanabilecek olan ihtiyaçlarını, bireysel olarak değil fakat grup olarak ele alan bir koruma türüdür (Aydoğmuş, 2017, s.143). Rejim, geçici koruma olarak adlandırılsa da, YUKK’ta süre sınırı konusunda değişiklik yapılmıştır ve azami süre sınırı uygulanmamıştır. Suriyelilere geçici koruma statüsü 2011’de Bakanlar Kurulu tarafından verilmiştir, ancak 2016’daki Anayasa değişikliği referandumundan sonra yabancılara geçici koruma statüsü verilmesi ya da tersi kararı Cumhurbaşkanı tarafından alınabilecek hale getirilmiştir (Öztürk & Demirkol, 2024, s.271). Ayrıca Türkiye, gelenlerin “geçici” olduğundan hareketle, bu insanların yerleştirilmesi konusunda herhangi bir girişimde bulunmamış ve dolayısıyla Suriyeli mülteciler, o zamandan beri sınır bölgelerinin çok ötesine yayılarak, şu anda Türkiye’nin 81 ilinde yaşamaya başlamıştır. Yani Türkiye’deki mültecilerin %97’sinden fazlası kendi istek ve iradeleri ile Türkiye’nin her tarafına kendiliğinden yerleşerek “kent mültecileri” haline gelmiştir (Yıldırım Yücel, 2019, s.152)

                      Kaynak: https://www.goc.gov.tr/gecici-koruma5638

Suriye’deki Mevcut Durum ve Geri Dönüş Eğilimleri

Göç süreçlerinde, geri dönüş hem gönüllü hem de zorunlu durumlarda, kilit bir rol oynamaktadır ve çok daha sorunlu bir boyuta sahiptir. Geri dönüş göçü, birçok faktöre bağlı olarak şekillenir. Bu faktörler arasında, göçmenin menşe ülkesindeki siyasi, ekonomik ve sosyal koşullar, ev sahibi ülkenin sunduğu olanaklar, bireysel özellikler (yaş, cinsiyet gibi), sosyal ilişkiler (eş ve çocuklar gibi), teşvikler ve caydırıcı unsurlar yer alır. Ayrıca, geri dönüş kararını etkileyen önemli unsurlar arasında güvenlik durumu, geçim kaynakları, eğitim, sağlık ve yardım hizmetlerine erişim, mülk ve arazi durumu, sosyal ağlar ve göçmenin ev sahibi ülkede kalış süresi de bulunmaktadır. Bu unsurların her biri, göçmenlerin geri dönme kararlarını ve yeniden entegrasyon süreçlerini belirleyen kritik etkenlerdir. Geri dönüş tek başına yeterli değildir aynı zamanda “başarılı” ve “sürdürülebilir” olması gerekir. Çünkü mültecilerin sürdürülemez bir şekilde geri dönüşü, yeniden çatışmaya ve/veya daha fazla yerinden edilmeye katkıda bulunabilir (Öztürk ve Demirkol, 2024).

Savaş, Suriye hükümetinin elindeki bölgelerde devletin rolünü, erişimini ve kurumsal kapasitesini önemli ölçüde etkilemiştir. Nominal olarak hükümetin kontrolü altındaki bölgelerde, otoritesinin ‘dağınık, parçalanmış ve rejim yanlısı paramiliterler, yabancı güçler ve yerel milisler şeklinde birden fazla gruba devredilmiş’ hale gelmiştir. Bu durum aynı zamanda hükümetin merkezi kontrolünü zayıflatan örtüşen yapılar yaratmıştır (European Union Agency for Asylum [EUAA], n.d.). Çatışma dinamikleri, ülkenin her bölgesinde farklılık göstermekle beraber düzensiz bir süreç izlemektedir; her zaman çatışma olmasa dahi her an patlak verebilecek potansiyele sahiptir, bu nedenle istikrarlı bir eğri oluşmamaktadır. Esad’ın bu yılın başında destekçilerine hitaben, “Geçen yıl olduğu gibi savaşın bittiği düşüncesine kapılmamalıyız. Bunu sadece vatandaşlara değil yetkililere de söylüyorum. Bazen zafer kazandığımız gibi romantik görüşe kapılıyoruz. Hayır. Savaş bitmedi” şeklinde ifadelerde bulunmuştur (Yıldırım Yücel, 2019, s.179)

                                   Kaynak: https://jusoor.co/en/details/map-of-foreign-forces-in-syria-mid-2024

72 sayfalık “’Hayatlarımız Ölüm Gibi’: Suriyeli Mülteci Lübnan ve Ürdün’den Geri Dönüyor” raporu, Suriye’nin geri dönüş için güvenli olmadığını tespit etmiştir. Röportaj yapılan 65 geri dönen veya aile üyesi arasında, İnsan Hakları İzleme Örgütü 21 tutuklama ve keyfi gözaltı vakası, 13 işkence vakası, 3 kaçırma, 5 yargısız infaz, 17 zorla kaybetme ve 1 iddia edilen cinsel şiddet vakası belgeledi (Human Rights Watch, 2021). Suriye’nin bazı bölgelerinde 2018’den beri aktif çatışmalar yaşanmamış olsa da, İnsan Hakları İzleme Örgütü’nün Suriye’nin güvenli olmadığı bulgusu diğer insan hakları örgütlerinin, gazetecilerin ve Suriye BM Soruşturma Komisyonu’nun bulgularıyla tutarlıdır. Hepsi keyfi tutuklamaları, gözaltıları, işkence ve kötü muameleyi, istem dışı veya zorla kaybetmeleri ve özet infazları belgelemiştir. UNHCR Haziran 2022’de yaptığı açıklamada 2017’den bu yana yapılan araştırmaların Suriyeli mültecilerin geri dönüşlerinin çok sınırlı kaldığını ve yıllar içinde azaldığını belirtti. Geri dönmeme nedenleri arasında emniyet ve güvenlik endişeleri yer alırken, geri dönme nedenleri arasında mal ve mülkleri koruma ihtiyacının yanı sıra, özellikle Suriye dışından geri dönenler için, yerinden edilen yerdeki kötüleşen ekonomik durum yer almaktadır (European Union Agency for Asylum [EUAA], 2022, s.65).  Suriyeli mültecilerin bakış açısı da Suriye’nin durumuna ilişkin korku, belirsizlik ve güven eksikliği üçgeninde şekillendiği, çoğunluk için savaşın sona ermesinin, Suriye’ye geri dönmek için temel bir koşul olduğu saptanmıştır. Bununla birlikte güvenlik, geçim olanakları, sağlık ve eğitim gibi temel hizmetler geri dönüşü etkileyen ana unsurlar arasındadır (Kaya, 2022 s.78). Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği‘ne (UNHCR) göre temel koruma koşullarının yokluğunda toplu geri dönüşlerin kolay olmayacağını ancak gönüllü olarak geri dönmeye karar veren mültecilere bireysel olarak yardımcı olunacağını belirtti (İndependent Türkçe, 2023).

                                 Kaynak: https://data.unhcr.org/en/situations/syria_durable_solutions? 

Geri Göndermeme İlkesi Bağlamında Türkiye’nin Geri Gönderme Girişimleri

Devletler, geçmişte de olduğu gibi, sığınma hakkı verme konusunda isteksiz olduklarından geri göndermeme ilkesi, mülteci ve sığınmacıların yaşama haklarını korumak bakımından uluslararası hukuk kapsamında bir yükümlülük olarak kabul edilmek zorunda kalmıştır (Gündüz, 2018). Zulümden kaçan kişileri korumanın en etkili yollarından biridir. Devletleri, zulüm korkusu nedeniyle ülkelerini terk eden mültecileri sınır dışı etmekten ve/veya menşe ülkelerine geri göndermekten alıkoymayı amaçlayan geri göndermeme ilkesi, en dar manasıyla kendi ülkelerinde olumsuz koşullardan kaçarak güvenli bir ülkede yaşamak isteyen kişiler için koruma sağlayan bağlayıcı bir uluslararası hukuk ilkesidir (Gözen Ercan & Kul, 2021, s.7). Bu ilke ne kadar ülkelerine geri döndüklerinde hayatları tehlikede olan veya kötü muamele görecek kişileri koruyor olsa da özellikle tehlikeli bireylerin nasıl sınır dışı edileceği ve ev sahibi ülkelere yönelik kitlesel göçlerin nasıl yönetileceği gibi konularda boşluklar içermektedir ve endişeler yaratmaktadır. 2001’de Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği (UNHCR) tarafından düzenlenen Uzman Yuvarlak Masa Toplantısı, insan hakları koruma ilkesinin, ev sahibi ülkenin kamu düzeni ve ulusal güvenlik gibi çıkarlarını göz önünde bulundurabileceğini ortaya koymuştur. Bu, geri göndermeme ilkesinin ev sahibi ülkelere ekonomik ve sosyal güvenlik açısından önemli riskler oluşturmadığı sürece uygulanması gerektiğini ima etmektedir. Bir kişinin geri göndermeme ilkesinden yararlanması için, geri gönderileceği ülkede işkence veya kötü muamele görme riskinin gerçek olduğunu kanıtlaması gerekir. Bu risk, devlet aktörlerinden veya devlet dışı aktörlerden kaynaklanabilir. Kişinin belirli bir etnik, dini, siyasi veya sosyal gruba üyeliği nedeniyle hedef alınma riski bulunuyorsa da bu durum geçerlidir. Ayrıca, geçmişte kötü muamele görmüş olması, geri göndermeme kapsamına girmektedir. Karar verilirken, kişinin geri gönderileceği ülkedeki mevcut koşullar ve devletin koruma sağlama kapasitesi de dikkate alınmalıdır. Bu unsurların varlığı durumunda, kişi geri gönderilmeyerek korunur (Öztürk & Demirkol, 2024, s.276). Ancak, dönmesini engelleyen bir durum yoksa sığınmacının geri gönderilmesi mümkün olabilir. Bu nedenle, geri göndermeye karşı koruma, işkenceye karşı koruma ile benzer bir anlama gelmektedir.

En fazla sayıda Suriyeliye 13 yıldır ev sahipliği yapan Türkiye, uyguladığı açık kapı politikası ve geri göndermeme ilkesi ile zaman içerisinde milyonlarca Suriyeliyi ağırlar hale gelmiş, bu durum kamuoyunda rahatsızlık yaratmaya başlamış, Türkiye’nin kötüleşen ekonomisi ve siyasi gerilimleri, yabancı grupları ve özellikle Suriyelileri, hedef tahtası haline getirmiştir. Geri gönderilmeleri yönünde hem siyasiler hem vatandaşlar tarafından artan tepkiler ortaya çıkmaktadır. Türk yetkililer, geçici koruma statüsü altındaki Suriyelilerin ülkelerine onurlu, güvenli ve gönüllü bir geri dönüş sağlamaları için birtakım politikalar geliştirip geri göndermeme ilkesine riayet ederek dönüşlerini sağlamaya çalışmaktadır.  İç işleri bakanı Yerlikaya’nın bu bağlamda ki önemli açıklamalarına göre, Suriye’nin kuzeyine gerçekleştirilen harekâtlar sonrasında oluşturulan güvenli bölgeler sayesinde göçü kaynağında durdurduklarını ifade etti. Suriye’de hem terör koridoruna karşı hem de göçü önlemek için güvenli bölge oluşturulduğunu, 3 milyonu İdlib olmak üzere sınırlarımızın yakınında yaşayan 7 milyon insanı, oluşturulan 911 km’lik duvarla sınırlarımıza geçirmediklerini belirtti. Bakan Yerlikaya, gönüllü, güvenli ve onurlu geri dönüş yapan Suriyeli sayısının son bir yılda 132 bin 288, son 5 yılda ise 687 bin 706 olduğunu söyledi (Göç İdaresi Başkanlığı, 2023). Eski İçişleri Bakan Yardımcısı Çataklı, bu konuya ilişkin güncel bir makale kaleme almış olup, makalesinde şu ifadeleri kullanmaktadır. “Bugün Suriye’de rejim tüm bölgelerin kontrolünü sağlayamamaktadır ve kimi bölgeler terör örgütleri tarafından ele geçirilmişken kimi bölgeler Türkiye’nin yaptığı operasyonlarla güvenli hale getirilmiştir. Türkiye, geçici koruma kapsamında ülkemizde bulunan Suriyelilerin gönüllü, güvenli ve onurlu geri dönüşleri noktasında uluslararası hukuka ve insan haklarına uygun bir politika ve program takip etmektedir. Türk Silahlı Kuvvetleri tarafından Suriye’nin kuzeyinde gerçekleştirilen Fırat Kalkanı, Zeytin Dalı ve Barış Pınarı harekâtları bölgenin güvenliğinin sağlanmasında kritik bir rol oynayarak hem olası göç dalgalarını engellemiş hem de gönüllü geri dönüşler için imkân sağlamıştır” (Çataklı & Taşdoğan, 2024, s.250). Bunlara ek olarak Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’da Suriyeli mültecileri ülkelerine gönüllü olarak geri dönmelerine teşvik etmek amacıyla Suriye’nin kuzeyinde briket evler inşa edildiğini ve Katar’ın desteğiyle 1 milyon mülteciyi barındırabilecek konut projelerinin sürdüğünü belirtti. Bu çabaların insani, vicdani ve İslami bir boyut taşıması gerektiğini vurgulayan Erdoğan, Türkiye’nin Suriyelileri zorla geri gönderemeyeceğini ifade etti (Anadolu Agency, 2023). 2017 yılından itibaren başlatılan “bayram izni” uygulaması da gönüllü geri dönüşleri teşvik etmek amacıyla uygulanmış bir yöntemdir. Bu uygulama ile Suriye uyruklu yabancıların ülkelerinde bulunan akrabaları ile bayramlaşmaları ve daha önce yaşadıkları yerlerdeki yaşam koşullarını ve ülkelerine gönüllü geri dönüş yaptıklarında bu yerlerde güvenli ve yeterli bir şekilde hayatlarını idame ettirip ettiremeyeceklerini görebilmeleri amaçlanmıştır.  2017 yılında 272 bin, 2018 yılında 154 bin ve 2019 yılında 198 bin Suriyeli, ülkesine gitmiştir. Bu üç yıl içinde toplam 118.689 Suriye uyruklu yabancı ülkesinde kalarak geri dönmemiştir (İrdem, Zengin, Gören, & Uzun, 2020, s.51). Tüm bu çalışmalarla sürdürülebilir ve kalıcı bir geri dönüş eylemi elde edilmeye çalışılmakta, ancak ülkede yaşayan yaklaşık 4 milyon Suriyeli varken, bu kadar az sayıda geri dönüşün ne denli bir başarı sağladığı tartışmalıdır. Veriler, Suriyeli mültecilerin geri dönüşünde önemli bir sayı elde edilemediğini, insanların hâlâ güvenlik endişeleri taşıdığını ve bulundukları ülkelerde mevcut bir düzen kurdukları için bu düzeni bozmak istemediklerini göstermektedir.

                               Kaynak: https://data.unhcr.org/en/situations/syria_durable_solutions?  

SONUÇ

Sonuç olarak, bu çalışma, Türkiye’deki Suriyeli mültecilerin geri dönüş süreçlerini ve geri göndermeme ilkesinin uygulanmasındaki zorlukları incelemiştir. Suriye’deki iç savaşın yol açtığı büyük çaplı göç, Türkiye’yi ciddi bir mülteci kriziyle karşı karşıya bırakmıştır. Geçici koruma statüsü altındaki Suriyelilerin geri dönüşü hem Suriye’nin güvenlik durumunun belirsizliği hem de Türkiye’nin uyguladığı eksik politikalar nedeniyle başarılı olamamaktadır. Türkiye, gönüllü, onurlu ve güvenli, geri göndermeme ilkesine aykırı olmadan, geri dönüşler sağlamak için önemli çabalar sarf etse de eve dönenlerin sayısı yaklaşık dört milyon göçmenin yanında çok az bir sayıdır. Suriyeli mültecilerin geri dönme isteksizliği, Suriye’deki güvensizlik ortamı ve Türkiye’de kurdukları yeni yaşam düzeni gibi faktörlerden kaynaklanmaktadır. Bu nedenle, geri dönüş süreçleri hem uluslararası hukukun ilkelerine uygun hem de mültecilerin güvenlik ve insan haklarını gözetecek şekilde ilerletilmeye çalışılmaktadır.

KAYNAKÇA

Akkoyunlu Ertan, K., & Ertan, B. (2017). Türkiye’nin Göç Politikası. Contemporary Research in Economics and Social Sciences, 1(2), 7-39.

Anadolu Agency. (2023, June 1). Türkiye creating infrastructure for voluntary return of Syrian refugees: President Erdoğan. Retrieved from https://www.aa.com.tr/en/middle-east/turkiye-creating-infrastructure-for-voluntary-return-of-syrian-refugees-president-erdogan/2906013

Aydoğmuş, A. Y. (2017). Expulsion of Temporary Protection Beneficiaries Under Turkish Law. Milletlerarası Hukuk ve Milletlerarası Özel Hukuk Bülteni, 37(2), 141-169.

Çataklı, İ., & Taşdoğan, C. (2024). Suriyeli Göçü ve Türkiye’nin Sığınmacılara Yönelik Politikaları Üzerine Bir Değerlendirme. Ankara Hacı Bayram Veli Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dergisi, 26(1), 233-260. https://doi.org/10.26745/ahbvuibfd.1405605

Durable Solutions for Syria. (30 Haziran 2024). UNHCR. Retrieved from https://data.unhcr.org/en/situations/syria_durable_solutions

European Union Agency for Asylum. (n.d.). Country guidance: Syria – Government of Syria and associated armed groups. Retrieved from https://euaa.europa.eu/country-guidance-syria/11-government-syria-and-associated-armed-groups

European Union Agency for Asylum. (2022). Syria: Security situation (COI Report). Retrieved from https://coi.euaa.europa.eu/administration/easo/PLib/2022_09_EUAA_COI_Report_Syria_Security_situation.pdf

Geçici Koruma. (5 Eylül 2024). Göç İdaresi Genel Müdürlüğü. Retrieved from https://www.goc.gov.tr/gecici-koruma5638

Göç İdaresi Başkanlığı. (22 Ağustos 2023). İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya: Göçü kaynağında durdurduk. Retrieved from https://www.goc.gov.tr/icisleri-bakani-ali-yerlikaya-gocu-kaynaginda-durdurduk

Gözen Ercan, P., & KUL, S. (2021). Ülkeleri İçinde Yerinden Edilmiş Kişilerin ve Mültecilerin Koruma Sorumluluğu Çerçevesinde Korunması. Uluslararası İlişkiler / International Relations, 18(71), 1–19. https://www.jstor.org/stable/27085793

Gündüz, B. (2018). Non-Refoulement Principle in the 1951 Refugee Convention and Human Rights Law. ASSAM Uluslararası Hakemli Dergi, 5(10), 13-23.

Human Rights Watch. (2021, October 20). Syria: Returning refugees face grave abuse. Retrieved from https://www.hrw.org/news/2021/10/20/syria-returning-refugees-face-grave-abuse

İndependent Türkçe. (2023, April 5). Mültecilerin Suriye’ye güvenli dönüşü nasıl sağlanacak? Retrieved from https://www.indyturk.com/node/648296/d%C3%BCnya/m%C3%BCltecilerin-suriyeye-g%C3%BCvenli-d%C3%B6n%C3%BC%C5%9F%C3%BC-nas%C4%B1l-sa%C4%9Flanacak

İrdem, İ., Zengin, Ü. N., Gören, K. B. B., & UZUN, M. (2020). Türkiye’deki Suriyeliler ve sınır ötesi güvenli bölge [Rapor]. Polis Akademisi Başkanlığı.

Ihlamur Öner, S. G., (2014).” Türkiye’nin Suriyeli Mültecilere Yönelik Politikası”. Ortadoğu Analiz, vol.6, 42-45.

Kaya, M. (2022). İnanç Temelli Suriyeli Mülteci Topluluklar ’da Geri Dönüş Eğilimleri. İstanbul Ticaret Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, 21(Özel Sayı), 74-89. https://doi.org/10.46928/iticusbe.1096087

Kiraz, S. (2020). Türkiye’nin Doğrudan Müdahale Öncesi Dönemde Suriye İç Savaşı’na Yönelik Dış Politikasının Analizi. Türkiye Ortadoğu Çalışmaları Dergisi, 7(2), 99-140. https://doi.org/10.26513/tocd.707351

Map of foreign forces in Syria (mid-2024). (2 Temmuz 2024). Jusoor. Retrieved from https://jusoor.co/en/details/map-of-foreign-forces-in-syria-mid-2024

Özdemir, Ç. (2016). Suriye’de İç Savaşın Nedenleri: Otokratik Yönetim mi, Bölgesel ve Küresel Güçler mi? Bilgi Sosyal Bilimler Dergisi (2), 81-102.

Öztürk, O., & Demirkol, A. (2024). Exploring the non-refoulement principle in the ECtHR jurisprudence: Syrians under Temporary Protection in Türkiye as a case study. Hacettepe Hukuk Fakültesi Dergisi, 14(1), 269-306. https://doi.org/10.32957/hacettepehdf.1406406

Yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanunu, Kanun No. 6458, 11 Nisan 2013 tarihli ve 28615 sayılı Resmî Gazete (2013).

Yıldırım Yücel, Z. (2019). Ulus devlet, mültecilik ve menşe ülkeye geri dönüş: Türkiye’de yaşayan Suriyeli mülteciler (Doktora tezi, İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü). İstanbul Üniversitesi.

[1] Kısaca Türkiye, Avrupa Konseyi üyesi olmayan devletlerden gelen kişilere “mülteci” statüsü vermemekte, onları “şartlı mülteci” olarak tanımlamaktadır.

Türkiye’de Suriyelilere Yönelik Sosyal Medya Algısı

Elina Günay Özdeş   

Göç Çalışmaları o-Staj Programı

Özet

Bu araştırma yazısında; Türkiye’de yaşayan Suriyeli bireylere yönelik sosyal medya algısını inşacı teori çerçevesinde ele aldım. Sosyal medya, internetin yayılmasıyla paralel olarak yayılmıştır ve göçmenlere yönelik toplumsal algıları şekillendiren önemli bir araç haline gelmiştir. Sosyal medya ve kullanıcıları; birbirlerini karşılıklı olarak etkilemektedir. Sosyal medyanın bu kadar hızlı yayılması; kullanıcılarına bilgilerini ve düşündüklerini tek tıkla paylaşma imkânı vermesi olumlu olduğu kadar olumsuz sonuçlar da yaratmıştır. Bu yazı kapsamında ele alınan Suriyeli kişilere yönelik sosyal medya algısına ek olarak; sosyal medyanın “göç etmeyi nasıl etkilediği” ve “göç etme” olgusunun bireyler üzerindeki genel etkisi de tarafımca bir anket yapılarak sonuçları -yapay zekâ yardımıyla- analiz edilmiştir. Yapılan ankette, sosyal medyanın göç deneyimlerine olan etkisi, sosyal medya kullanıcılarının “göç” algısı ve sosyal medya içeriklerine güven seviyesi analiz edildi. Bu sonuçlar, göçmenler ve göçmenlere yönelik sosyal medya algısının nasıl şekillendiğine dair bizlere önemli veriler sunmakta ve yeni tartışmalara kapı aralamaktadır.

Anahtar Kelimeler: İnşacı Teori, Kimlik, Sosyal Medya, Nefret Söylemi, Algı.

Giriş

Sosyal medya, bilgi teknolojileri devrimiyle birlikte gündelik hayatımızın ayrılmaz bir “iletişim aracı” olmuştur ancak ona sadece bir iletişim aracı demek dönüşüme uğrattığı alanları açıklamada yetersiz olacaktır. Sosyal medya; küresel bir etkileşim, iletişim alanı yaratan, bilgiye erişim hızını azaltan, mesafelerin uzaklığını yok eden yeni bir gerçeklik ve yeni gerçekliğe özgü bir “algı” inşa etti. Artık daha çok insana ve bilgiye sınırsız şekilde erişebiliyoruz, daha çok etkileşime ve daha zayıf bağlara sahibiz. Bilgi teknolojileri devrimi ve beraberinde gelen dijital teknolojiler çağı olgusu hem olumlu hem de olumsuz sonuçlar yarattı. Dijital çağda her bilgiye bir tıkla ulaşmanın kolaylığının, pratikliğinin yanında bilginin içeriğinin oluşturulma şekli ve bilginin dolaşıma girdiği kanalların amaçları nedeniyle olumsuz durumlar da yaşanabilmektedir (Dal, 2022; 88). Yarattığı en büyük olumsuzluklardan bazıları; -kullanıcıların yaratılmasında önemli rol oynadığı- nefret söylemi kültürü, amaç dışında kötüye kullanım, yanlış bilgi yayma, anonimlik ve dijital uçurumdur. Bilgi teknolojileri devrimi yaşansa da hala gelişmekte olan toplumlar ve gelişmiş ülkeler arasında; bilgiye erişim ve dijital teknolojileri kullanabilme becerilerinde büyük bir uçurum vardır.

Tüm toplumların en büyük sorunuysa; anonimlik ve doğru bilgiye erişim haline geldi. Massachusetts Institute of Technology ve Pew Research Center’ın yaptıkları araştırmalara göre sosyal medyada gördüğümüz herhangi bir içeriğin, görsel veya yazının gelişmekte olan toplumlarda; sahte, yanlış, olumsuz, manipüle edici olma ihtimali %30’dur. Sosyal medya da yaratılan bu yeni gerçeklik; kendimiz gibi olmayana (ötekine) karşı davranışlarımızı da şekillendiriyor. Burada yaratılan gerçeklik ve davranışların şekillenmesi ise “sosyal medya kullanıcıları”na ait. Sosyal medya toplumu etkileyip davranışları şekillendirirken, sosyal medya kullanıcıları da hem veri tabanlarını hem de diğer kullanıcıları etkiliyor. Bunun sonucunda karşılıklı olarak bir etkileşim var oluyor. Ötekileştirme sadece kendimiz gibi görünmeyene karşı değil; kendimiz gibi konuşmayana, düşünmeyene, etnik kökene sahip olmayana ve hatta sadece doğuştan gelen bazı farklı özellikler için olabiliyor (Nelik ve Yıldız, 2022; 1127). Göçmenler içinse kimlik kavramı; bulundukları mekâna, zamana ve geldikleri kültüre göre yeniden şekillenerek “öteki” olgusuyla, olumsuz kalıplar kullanılarak inşa ediliyor (Gürel, 2022; 270).

Araştırma Yöntemi

“Türkiye’de Suriyeli Bireylere Yönelik Sosyal Medya Algısı”nın nasıl şekillendiğini ve yeniden yaratıldığını “inşacılık” teorisi üzerinden ele alıp yorumlayacağım. Yöntemim hem literatür taraması hem de yazının genelinde ele alınan Suriyeli bireylere yönelik sosyal medya algısını açıklamaya destek olması adına; sosyal medyanın “göç etmeyi nasıl etkilediği” ve “göç etme” olgusuna nasıl bir bakış açısının olduğuna dair bireyler üzerindeki genel etkisi de tarafımca bir anket yapılarak sonuçları -yapay zekâ yardımıyla- analiz edilmiştir. Yapılan ankette, sosyal medyanın göç kararına olan etkisi, sosyal medya kullanıcılarının “göç” algısı ve sosyal medya içeriklerine güven seviyesi analiz edildi. Anketi yaparken temel amacım ve yola çıktığım nokta;

“Sosyal medya kullanıcıları;

  1. Sadece göçmen bireylere mi karşıt tutum sergiliyor?
  2. Göç etme olgusuna mı karşıt tutum sergiliyor?
  3. Sosyal medya içeriklerinin doğruluğuna ne kadar güveniyor?
  4. Başka bir kullanıcıdan -popüler kullanıcılardan- ne kadar etkileniyor?”

sorularının cevaplarını merak etmem oldu. Ankette bulunan sorularla ölçmek istediğim “Bağımlı-Bağımsız Değişken ve İlişkisi” ise;

Bağımsız değişkenler; sosyal medya kullanım süresi, sosyal medyanın kullanım amacı, sosyal medyadan edinilen bilginin güvenliğine dair inanç, göçe dair sosyal medyadan edinilen bilgi varlığı-yokluğu.

Bağımlı değişkenler; göç etme kararı, göç etme isteği, göç sürecinde sosyal medyanın rolü. Varmak istediğim sonuç-ilişkiyse; bağımsız değişkenlerin (s.m. kullanım süresi, amacı, bilgi güvenliğine dair inanç) bağımlı değişkenler (göç etme kararı, ettikten sonraki uyum, sosyal medyanın karardaki rolü) üzerinde nasıl bir etki yarattığı.

Çalışmada anket yöntemini kullanma sebeplerimse; geniş kapsam alanı, basit, hızlı ve maliyetsiz olması, objektif olmaya çok yakın olması, verinin anonimliği, konunun şu an yaşanmaya devam ettiği için anket analizine çok uygun olması.

İnşacılık ve Gerçekliğin Sosyal İnşası

İnşacılık sosyoloji literatüründe ortaya çıkmıştır, temeli “sosyal teori”ye dayanmaktadır. Bu teori; Soğuk Savaş’ın ana akım teoriler üzerinde yıkıcı bir etki yaratmasından önce ortaya çıksa da uluslararası ilişkiler literatüründe tam olarak bu zamanlarda kalıcı yer edinmiştir. Kavramı uluslararası ilişkiler literatüründe ilk kez kullanan kişinin Nicholas Onuf olmasıyla birlikte kavramın uluslararası ilişkiler teorileri üzerindeki etkisi Alexander Wendt’in çalışmalarıyla olmuştur. Uluslararası ilişkilerde inşacılık çalışmaları; dil bilim, sosyoloji ve felsefe disiplinleriyle birlikte çalışılmıştır. Temelde inşacılık; Kantçı bilim felsefesinde, bilginin pasif şekilde sadece bireylere aktarılmadığı, bireyler ve bireylerin bilişsel kapasiteleri aracılığıyla yorumlanarak öğrenildiğini savunan yaklaşıma verilen isimdir. İnşacılığa geniş perspektiften bakıldığında bundan dolayı Durkheim, Kant, Weber ve Hegel’in etkilerini görürüz (Rumelili, 2021; 151).

İnşacılık; toplumsal fenomenlerin nasıl oluştuğuyla ilgilenen bir bilgi teorisidir. Teoriye göre kimlikler, çıkarlar ve içinde yaşadığımız gerçeklik; bireyler tarafından, karşılıklı ve sürekli olarak inşa edilmektedir. Toplumdaki algılar ve kimlik doğal olarak var olmaz. Bunlar toplumsal iletişim, etkileşim ve sosyalleşme yoluyla olur. Sosyalleşme sadece fiziksel bir süreç değildir aynı zaman da bilişsel ve zihinseldir. Toplumsal algılar ve kimlikler sabit değildir; yaşanılan çağa, tarihsel arka plana ve mekâna göre sürekli değişirler, toplumsal etkileşim yoluyla yeniden inşa edilirler (Wendt, 2013; 39). İnşacılık; geçmişte başat teoriler olarak görülen (neo)realizm-(neo)liberalizme karşı tepki olarak ortaya çıkan bir teoridir ve aktörleri “rasyonel” olarak kabul etmez (Düzgit, 2022).

İnşa Edilen Sosyal Medya Algısı

Göç terimini; insanların ekonomik, sosyolojik, politik veya psikolojik nedenlerden dolayı mekanlar arası yer değiştirmesi, hareket etmesi olarak tanımlayabiliriz. Göç hareketi, gönüllü yapılan bir eylem olsa da savaş zamanlarında zulüm görmemek için mecburiyetten yapılan bir eylemdir. Bireyler; savaştan ve zulümden kaçmak, daha iyi yaşam standartlarına sahip olmak, eğitim alabilmek gibi sebeplerden dolayı zor koşullarda çalışma, baskı altında yaşama, şiddet görme ve ötekileştirilme risklerine rağmen göç ederler. Çünkü genellikle göç etmekten başka bir seçenek kalmamıştır, evde yaşamak göç etmekten daha riskli bir hale gelmiştir. 2022 yılında Anıl Suna ve Sedat Cereci’nin ülkemizin en çok göç veren 10 ilinde yaşayan 100 katılımcıyla yaptığı “Göç Etmezliğin Teorisi” araştırması bu düşüncemi doğrular niteliktedir. Her ne sebeple olursa olsun, göç etmek insanların en doğal haklarından birisidir. Kitle iletişim araçlarının yayılması sayesinde insanlar doğrudan birbirleriyle etkileşime, iletişime geçebiliyor ve paylaşımlarıyla diğer insanları doğrudan yönlendirebiliyorlar (İşçi ve Uludağ, 2019; 3). Medyanın ve sosyal medyanın toplumda “göç hareketi ve göçmen” olmak üzerine yeni bir algı inşa edilmesinde çok büyük bir role sahip olduğu; sosyal medya kullanımının ve kullanıcılarının artmasıyla birlikte değişen Suriyeli bireylere yönelik algıdan görülmektedir. Bu yeni algıyı ve inşasını “kullanılan dil”, “çerçevelenerek” sunulan konularla etkilemektedir (Başoğlu, 2023; 60). Yaratılan bu yeni algı; anonimlik sorunuyla birleşmiştir ve Suriyeli bireylerin toplumsal uyum sağlamalarına engel niteliktedir.

Suriyelilere Yönelik Algı

15 Mart 2011 yılında Suriye’de başlayan ayaklanma Suriye İç Savaşı’na dönüştü. Bu savaş binlerce Suriyeli yerleşik halkı yerinden etti ve hayatlarını kaybetmesine neden oldu. Suriyeli halkın mecburiyetten göç etmeye başlamasıyla onlara kapı açan ülkelerden birisi de Türkiye oldu. Ülkemiz basınında -o yıllarda- Suriye İç Savaşı hakkında komşularımıza üzüldüğümüze ve yardım etmek istediğimize dair haberler yayımlanmaktaydı. 2015 yılında Aylan Kürdi isimli, Suriyeli bir bebeğin Bodrum sahiline vuran cansız bedeni ülkemiz basınında yer aldı ve halkta büyük bir hüzne sebep oldu. Başlarda daha insani olan algı ve davranışlar, yıllar ilerledikçe daha ayrımcı ve kutuplaştırıcı söylemlere dönüşerek medyada yayılmaya başladı. Haberlerde; tek odadan oluşan ev benzeri yerlerde kalabalık şekilde yaşayan Suriyeli aileleri daha çok görmeye başladık. Göçmenler genel olarak; bir tehdit, sorun, şiddet ve suçla anılmakta, ilişkilendirilmektedirler. Medyada “onlar” ve “biz” şeklinde bir çatışma, ötekileştirme paylaşımları artmaktadır. Suriyeliler Ulusal ve yerel gazetelerde yoksulluk, mağduriyet ve suç haberleriyle birlikte temsil edilmişlerdir (Erdoğan, 2018; 148 akt. Başoğlu, 2023; 61). Bu paylaşımlar sadece sözlü ve basılı yayında değil sosyal medya da çok sık kullanılmakta. Medya; olağan bir durum ve insani bir hak olan göç hareketini yansıtmamakta ve göç kavramını bir sorun olarak yansıtmaktadır. Bu durum yerleşik halkın göçmenleri ötekileştirmesine ve bu sorunun çözümlenmesi gerektiğini savunmalarına sebep olmuştur (Başoğlu, 2023; 61). Ev ve iş yeri sahiplerinden “göçmen istemiyoruz” cümleleri basında daha çok görülmeye başladı.

Prof. Dr. M. Murat Erdoğan’ın 2022 yılında yaptığı “Suriyeliler Barometresi” isimli araştırmasında (2022; 132) Türk toplumunun sosyal medya paylaşımları konusundaki görüşlerini anlamaya yönelik bazı sorular yöneltilmiş ve tabloda yer alan sonuçlara ulaşmıştır.

SB-2022- TABLO 63: SOSYAL MEDYADA YER ALAN/ÇIKAN MÜLTECİLER KONUSUNDAKİ HABERLERLE İLGİLİ AŞAĞIDAKİ İFADELERDEN HANGİSİ DÜŞÜNCENİZİ YANSITMAKTADIR? Kaynak: https://www.unhcr.org/tr/wp-content/uploads/sites/14/2024/07/SB-2022-TR-d1.pdf

Toplumun, genelde Suriyeliler konusunda olumsuz içerikleri olan sosyal medya haberlerine daha fazla itibar ettiği tablodan görülmektedir. Yayımlanan yanlış, eksik ve yalan haberler/içerikler insanları linç kültürüne doğru itmekte, doğru ve yanlışı ayırt edememeye ve genelleme yapmaya sebep olmaktadır. Bu sebeplerden dolayı göçmenler sahip oldukları eşitsiz ve zorlu yaşam koşullarına daha uzun süre ve insanlarla sosyalleşmeden, uzak durarak devam etmektedirler. Eğitimden, sağlık hizmetlerinden, iş fırsatlarından ve “insan gibi” yaşama standartlarından geri kalmaktadırlar. Yaşamlarını sürdürebilmek için kötü işlerde çalışmayı kabul edip, sömürülmelerine neden olan sebeplerden birisi de budur. Bu noktada yaptığım ankette ulaştığım birkaç ilginç ve farklı sonuç bulunmakta. Ulaştığım sonuçlardan önce anket hakkında daha detaylı bilgiler vermek istiyorum;

  • Anket sorularını doğru oluşturmak, objektif olmak ve etik değerlere uygunluğu olması için yapay zekadan yardım aldım. Aynı sebeplerden dolayı analizinde de yine yapay zekadan yardım aldım.
  • Ankete toplamda 82 adet katılımcı yanıt verdi.
  • Yanıt verenlerin yaş grubu %74,1 ile 18-25 yaş aralığında.
  • Yanıt verenlerin cinsiyeti %48,1 ile eşit şekilde kadın-erkekten oluşmakta (%1,2 belirtmek istemiyor, %2,5 ise diğer yanıtını işaretlemiş).
  • Yanıt verenlerin %91,4’ü kendi ülkesinden başka bir ülkeye göç etmemiştir.

Bu cümleler konunun ve anket verilerinin bağlamı açısından oldukça önemli, dikkat edilmesi gereken detaylardır. Ulaştığım ilginç sonuçlardan birincisi; sosyal medyanın göç etme isteğini artırması ve göç etme kararını etkilemesidir. İlginç olan nokta; göçmen bireylere yönelik ötekileştirmenin ve nefret söyleminin çok açık bir şekilde yapıldığı sosyal medyanın yine de insanları göç etme konusunda etkilemesidir. Buradan vardığım sonuç; sosyal medya kullanıcılarının göç etme olgusuna karşıt bir tutumunun olmadığı ve “göçmen/göç eden” bireyin kendileri olduğu zaman göç etme eyleminin sorun olmadığı korelasyonuna ulaştım.

Ulaştığım ikinci sonuç; bu korelasyonu sağlayan bireylerin davranışlarının/tutumlarının sosyal medyada geçirdiği süre ve sosyal medyanın kullanım amacıyla paralel şekilde olduğudur.

Ulaştığım üçüncü sonuç ise; sosyal medya kullanıcılarının kendilerinden daha popüler olan insanların “yaptıklarını yapma, paylaştıklarını paylaşma” ve “popüler insanlara güvenme eğilimleri” olduğudur. Sadece bu sonuç bile nefret söyleminin, ötekileştirmenin ve yanlış bilgilerin niçin daha hızlı toplumda yayıldığının bir kanıtıdır. İnşacı teorinin “aktörler rasyonel değildir” tezine kesinlikle katılmaktayım. İnsanlar rasyonel değildir ve söz konusu kişi kendileri dışındaki başka/tanımadıkları/öteki bir insan olduğunda hiç rasyonel değillerdir.

Ulaştığım dördüncü sonuç; sosyal medyanın sadece göç etme isteğini artırmadığı aynı zamanda bireylerin göç hakkında bilgi toplamasına yardımcı olduğu ve göç süreci organizasyonuna katkı sağladığıdır. Bireyler tek tıkla göç etmek veya seyahat etmek istedikleri mekân hakkında bilgiye ulaşmaktadır ancak bu bizi ulaştığım son bulguya yani bilginin doğruluğu sorununa götürmektedir.

Ulaştığım son bulgu; bireyler genel olarak sosyal medyanın güvenilirliğinden şüphe ediyorlar ancak “rasyonel” olmadıkları için sosyal medyadaki bilgilerin güvenilirliğine dair bir sorgulamada bulunmuyor ve gördükleri bilgileri kanıksamaya daha yatkın oluyorlar. Tıpkı Suriyeli bireyler hakkında doğruluğunu bilmedikleri bilgileri araştırmak yerine ön yargılı şekilde direkt doğru varsaymaları gibi (bkn. Prof. Dr. M. Murat Erdoğan’ın 2022 Suriyeli Barometresi çalışması, sayfa 132, tablo 63). 

Sonuç

Sonuç olarak inşacılık teorisi (Ertem, 2012; 183) üzerinden vurgulamak istediğim bir cümle var; sosyal medyanın yansıttığı bilgi de gerçeklik de insan iradesinden bağımsız yapılar değildir, bireyler kendi yarattıkları bir dünyada yaşamaktadır ve bu dünyanın aldığı biçim, yine bireylerin iradesinin, davranışlarının bir sonucudur. Bu bağlamda nefret ve ötekileştirici söylem/paylaşımların kaynağı sadece medya ya da yeni medya değil; aynı zamanda toplumun kendisidir (Vardal, 2015; 136). İnsanları genelleyerek, ötekileştirmek yerine yapılan olumsuz eyleme tepki göstermek gerektiği kanısındayım. Göçmen olma etiketi/kimliği, her insanın sadece seyahat ederek bile deneyimleyebileceği bir kimliktir. Hepimizin özümüzde insan olduğunu unutmamak ve gördüğümüz tüm içeriklerin doğruluğu hakkında sorgulayıcı olup, önyargılı olmamak gerekmektedir. Sosyal medyanın etkileyici gücü sadece olumsuz değildir, olumsuz algıları yıkmak ve değiştirmek içinde kullanılabilecek bir araçtır. Doğru bilgilendirmenin teşvik edilmesi, nefret söylemiyle mücadele etmek, farkındalık yaratacak eğitimler vermek bu değişime kapı açacaktır.

Kaynakça

  1. Dal, Ö. B. (2022). Göçmen karşıtlığının yükselmesinde İnfodeminin etkisi. Uluslararası Afro-Avrasya Araştırmaları Kongresi Bildiri Kitabı, 86-105. https://afroeurasia.org/userfiles/files/Full_Papers_Afro-Eurasia%20(1).pdf
  2. Yapı Kredi. (2024). Dijital uçurum: Dijital okuryazarlık ile arayı kapatabilir miyiz? Yapı Kredi. Erişim tarihi: 8 Eylül 2024,https://www.yapikredi.com.tr/blog/gelisim/dijital-okuryazarlik/detay/dijital-ucurum-dijital-okuryazarlik-ile-arayi-kapatabilir-miyiz
  3. Massachusetts Institute of Technology. (2018). Çalışma: Twitter’da yanlış haberler gerçek hikayelerden daha hızlı yayılıyor. MIT News. Erişim tarihi: 8 Eylül 2024, https://news.mit.edu/2018/study-twitter-false-news-travels-faster-true-stories-0308
  4. Pew Research Center. (2019). Gelişmekte olan ekonomilerdeki halklar sosyal medyanın siyasi katılım için yeni fırsatlar sunarken bile bölünme yaratmasından endişeleniyor. Pew Research. Erişim tarihi: 8 Eylül 2024, https://www.pewresearch.org/internet/2019/05/13/users-say-they-regularly-encounter-false-and-misleading-content-on-social-media-but-also-new-ideas/
  5. Nelik, S., & Yıldız, G. (2022). İnternet sözlüklerinde biz ve ötekiler: Ekşi Sözlük’teki Suriyeli sığınmacılar başlığı üzerine bir araştırma. The Turkish Online Journal of Design, Art and Communication, 12(4), 1125-1139. https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/2532114
  6. Gürel, O. (2022). Kimlik ile güvenlik ilişkisi bağlamında “öteki”nin kavramsallaştırılması: Göçmenlik ve Avrupalılık. MSGSÜ Sosyal Bilimler, 2(26), 269-282. https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/2644793
  7. TUİÇ Akademi. (2024). İnşacılık. TUİÇ Akademi. Erişim tarihi: 8 Eylül 2024, https://www.tuicakademi.org/insacilik/#google_vignette
  8. Dış Politika ve Barış Araştırmaları Merkezi İhsan Doğramacı Barış Vakfı. (2016). Prof. Nicholas Onuf Uluslararası Florida Üniversitesi 15 Nisan 2016. Foreign Policy and Peace. Erişim tarihi: 8 Eylül 2024, https://www.foreignpolicyandpeace.org/index.php/tr/2016/04/prof-nicholas-onuf-international-florida-university-15-nisan-2016/
  9. Rumelili, B. (2021). İnşacılık. Küresel Siyasete Giriş: Uluslararası İlişkilerde Kavramlar, Teoriler, Süreçler (4), İletişim Yayıncılık, İstanbul, 151-173.
  10. Wendt, Alexander E., “Anarşi Devletler Ne Anlıyorsa Odur: Güç Politikalarının Sosyal İnşası”, Uluslararası İlişkiler, Cilt 10, Sayı 39 (Güz 2013), s. 3-43. https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/540255
  11. Düzgit, A. E. (2022). İnşacılık. Tübitak Bilim ve Toplum Başkanlığı Popüler Bilim Yayınları. Erişim Tarihi; 08 Eylül 2024. https://ansiklopedi.tubitak.gov.tr/ansiklopedi/insacilik
  12. TUİÇ Akademi. “Göç, Beyin Göçü ve Türkiye.” Erişim tarihi; 08 Eylül 2024. https://www.tuicakademi.org/goc-beyin-gocu-ve-turkiye/#:~:text=%C4%B0nsanlar%20bulunduklar%C4%B1%20mekanlar%20ve%20%C3%A7evreleri,farkl%C4%B1%20t%C3%BCrler%20ve%20ama%C3%A7larda%20geli%C5%9Febilmektedir.
  13. İşçi, D., & Uludağ, E. (2019). Sosyal medyada Suriyeliler algısı: YouTube sokak röportajları üzerine bir inceleme. Ulisa: Uluslararası Çalışmalar Dergisi, 3(1), 1-24.  https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/754342
  14. Yıldırım Başoğlu, M. (2023). Medya ve toplumda göçmen algısı. Muhakeme Dergisi, 6(2), 58-67. https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/3469277
  15. Erdoğan, M. M. (2022). Suriyeli barometresi: Suriyelilerle uyum içinde yaşamın çerçevesi. SerBest Kitaplar, Ankara, 1-165.
  16. Ertem, S. H. (2012). Kimlik ve güvenlik ilişkisine konstrüktivist bir yaklaşım: “Kimliğin güvenliği” ve “Güvenliğin kimliği”. Güvenlik Stratejileri Dergisi, 8(16), 177-237. https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/84501
  17. Vardal, Z. B. (2016). Nefret söylemi ve yeni medya. Maltepe Üniversitesi İletişim Fakültesi Dergisi, 2(1), 132-156. https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/172390

Ulus Devletin Kimlik Mücadelesi: Küreselleşme, Göç ve Milliyetçi Hareketler

Bilgesu TABAKOĞLU

Göç Çalışmaları o-Staj Programı

Ulus Devletin Kimlik Mücadelesi: Küreselleşme, Göç ve Milliyetçi Hareketler


Giriş Ulus Devletin Kimlik Mücadelesi

Küreselleşme ile birlikte ekonomik, kültürel ve siyasi süreçler dünya genelinde hızla yayılmıştır. Küresel iletişim, ulus devletlerin sınırlarını aşan bir etkileşim ağı yaratmıştır. Bu süreç, özellikle ulusal kimlikler ve milliyetçi söylemler üzerinde önemli etkiler yaratmıştır. Küreselleşme, ulus devletlerin egemenlik algısını zayıflatırken, uluslararası aktörlerin, şirketlerin ve göçmen gruplarının etkisini artırmıştır. Ancak bu etkileşim, her zaman olumlu karşılanmamış, birçok ülkede milliyetçi hareketlerin yükselişine neden olmuştur. Özellikle son on yılda, küresel ekonomik krizler, iklim değişikliği ve çatışma bölgelerinden kaynaklanan göç hareketleri, göçmen karşıtı ve milliyetçi söylemleri körüklemiştir. Bu bağlamda, Mudde (2019), 1980 sonrası Avrupa’da yükselen dördüncü popülizm dalgasına dikkat çeker. Bu popülist dalga, küreselleşmeye ve özellikle göçmen hareketliliğine karşı bir tepki olarak ortaya çıkmış, milliyetçi ve yabancı düşmanı söylemleri güçlendirmiştir. Avrupa’da popülist sağ partiler, göçmenleri ulusal kimlik için bir tehdit olarak sunarak sınır kontrollerini sıkılaştırma ve göç politikalarını sertleştirme talebinde bulunmuştur. UNCHR raporlarına göre Suriye iç savaşı patlak verdikten sonra Türkiye, dünyada en fazla sığınmacıya en sahipliği yapan ülke haline gelmiştir (UNCHR, 2021). Türkiye’de de benzer bir popülist söylem gelişmiş, artan Suriyeli göçmen sayısı ulusal kimlik ve entegrasyon üzerine tartışmaların merkezinde yer almıştır.  Ulus Devletin Kimlik Mücadelesi

Küreselleşmenin bu etkileri, sadece ekonomik ve sosyal alanlarda değil, ulus devletin varlığını sürdürme kabiliyetinde de kendini göstermektedir. Robertson’a (1992) göre küreselleşme, yerelleşmeyle birlikte düşünüldüğünde, ulusal kimliklerin dönüşmesine neden olan bir süreçtir. Küyerelleşme, küresel ve yerel unsurların birbirleriyle etkileşime girdiği ve karşılıklı olarakyeniden şekillendiği bir süreç olarak tanımlanır. Küyerelleşme, küreselleşme yolunda ilerleyen bir şirketin ürünlerini çeşitli pazarların kültürel ihtiyaçlarına uygun olacak şekilde yeniden yapılandırması olarak da tanımlanabilir. Küresel etkileşimler, yerel kimliklerin korunması ya da yeniden inşası sürecinde önemli bir rol oynamaktadır. Bu çalışma, küreselleşme ile göç hareketlerinin ulusal kimlik inşası üzerindeki etkilerini inceleyerek, milliyetçi söylemlerin bu süreçlerle nasıl şekillendiğini ortaya koymayı amaçlamaktadır.

Küreselleşme ve Ulusal Kimlik: Değişen Bir İlişki

Küreselleşme süreci, ulusal kimliklerin yapılandırılmasını önemli ölçüde etkilemiş ve dönüştürmüştür. Anthony Smith’e göre ulusal kimlik, ortak bir tarih, kültür, dil, toprak ve kader bilincinin birleşimiyle oluşur ve bir ulusun bireylerini bir arada tutan temel bir yapı taşı olarak işlev görür (Smith, 1991). Küreselleşme, ekonomik ve kültürel sınırları aşındırarak, ulus devletlerin bu ortak kimliği koruma ve sürdürme yeteneklerini zayıflatmıştır. Dolayısıyla, küreselleşme ile değişen sosyal, ekonomik ve politik dinamikler, ulusal kimlik inşasını yeniden değerlendirilmesi gereken kritik bir mesele haline getirmiştir. Bu yeni düzende, ulusal kimlikler, esnek ve dinamik yapılar olarak sürekli yeniden tanımlanmakta ve dönüştürülmektedir. Ulus Devletin Kimlik Mücadelesi

Smith’e (1991) göre ulusal kimlik, tarihsel süreçte oluşmuş köklü bir yapıdır ve modern devletlerin meşruiyet kazanmasında kritik bir role sahiptir. Küreselleşme ise bu köklü yapıları sarsarak ulusal kimlikleri daha esnek ve akışkan bir hale getirmiştir. Örneğin, küreselleşmenin bir sonucu olarak, göç ve teknolojinin etkisiyle farklı kültürler bir araya gelmekte, ulusal kimliğin sınırları eskisi kadar belirgin olmamaktadır. Bu durum, ulusal kimliklerin homojen bir yapı olarak kalmasını zorlaştırmaktadır (Smith, 1991). Özellikle internet ve sosyal medyanın yaygınlaşmasıyla birlikte bireyler, kendi ulusal kimlikleri dışında farklı kimliklere ve kültürlere daha fazla maruz kalmaktadır. Netflix, küresel medya dünyasında önemli bir oyuncu olarak, kültürel yayılma ve kimlik oluşumu üzerinde büyük bir etkiye sahiptir. Netflix’in küyerelleşme stratejisi, platformun içeriklerini yerel zevklere göre uyarlarken küresel değerleri de yaymasını sağlamaktadır. Bu strateji, küreselleşmenin ve yerelleşmenin birleşimi olarak tanımlanır ve Netflix gibi platformlar, farklı ülkelerde yerel kültürlere uygun içerikler üreterek aynı zamanda bu içerikleri küresel izleyicilere ulaştırır. Squid Game gibi diziler, Güney Kore kültürünü yansıtarak yerel bir bakış açısı sunarken, aynı zamanda küresel izleyicilerin dikkatini çekmiş ve büyük başarı elde etmiştir (Wang & Weng, 2022). Bu tür içeriklerin başarısı, dijital platformların kültürel yayılmaya nasıl katkıda bulunduğunu ve yerel içeriklerin küresel ölçekte nasıl ilgi çekebileceğini göstermektedir.

Bu örnekler, dijital platformların kültürel etkileşimleri artırarak farklı kültürel kimlikleri daha görünür hale getirdiğini ortaya koymaktadır. Ancak, ulusal kimlik kavramı bu bağlamda ele alınmamış, daha çok kültürel kimlik ve kültürel yayılma üzerine odaklanılmıştır. Ulusal kimlik ile bu süreçler arasındaki ilişkiyi açıklamak gerekirse; dijital platformlar, yerel kültürleri küresel çapta görünür kılarken, ulusal kimliğin sabit ve tekil bir yapıdan ziyade esnek ve değişken bir hale gelmesine neden olabilir. Ulusal kimlik, küresel medya içerikleriyle etkileşim halinde sürekli yeniden şekillenebilir, bu da ulusal aidiyet duygusunun zayıflamasına ya da yeni biçimlerde yeniden tanımlanmasına yol açabilir. Dijital platformlar, farklı kültürel unsurları bir araya getirerek ulusal kimliğin dönüşümünü hızlandırabilir, böylece ulusal kimlik artık sadece ulusal sınırlar içinde oluşan bir kavram olmaktan çıkarak küresel etkileşimlerle harmanlanan dinamik bir yapıya dönüşebilir.

Netflix ve benzeri platformların yaygınlaşması, izleyicileri farklı kültürel hikâyelere maruz bırakarak kimlik anlayışlarını ulusal sınırların ötesine taşımaktadır. Platform, kültürel sembollerin küresel dağıtımında önemli bir araç haline gelmiş ve içeriği sınırları aşarak bireylerin kendi ve diğer kültürlere bakışını değiştirmiştir. Bu çeşitliliğe maruz kalan insanlar için sabit bir ulusal kimlik fikri giderek daha akışkan hale gelmektedir. Yanis Varoufakis’in Technofeudalism kitabında belirttiği gibi, bulut sermayesine sahip olan bu tür şirketler, insan davranışlarını algoritmalar aracılığıyla izleyip yönlendirmektedir. Varoufakis’e göre, bu şirketler sadece kullanıcıların beğenilerine göre içerik sunmakla kalmaz, aynı zamanda algoritmaları sayesinde kullanıcıların gelecekteki davranışlarını şekillendirir ve yönlendirir. Bu durum, bireylerin kimliklerinin ve tercihlerinin artık yalnızca kültürel etkileşimlerle değil, dijital platformların algoritmik müdahaleleriyle de yeniden yapılandığını gösterir. Ulus Devletin Kimlik Mücadelesi

Küreselleşme ile birlikte artan kültürel etkileşimler ve göç, ev sahibi toplumların kimliklerini muhafaza içgüdüsünü tetiklemekte ve milliyetçi söylemleri güçlendirmektedir. Smith’in (1995) vurguladığı gibi, milliyetçilik, modern toplumlarda kimliklerin korunması ve savunulması için önemli bir araçtır. Özellikle Avrupa’da göç karşıtı hareketlerin yükselmesi, bu milliyetçi söylemlerin en belirgin örneklerinden biridir. Göçmen karşıtlığı ve ulusal kimliğin korunması temaları, küreselleşmenin doğrudan bir yan etkisi olarak değerlendirilebilir. Küreselleşme ekonomik ve sosyal bağlantıları arttırarak ve kolaylaştırarak göç hareketlerini hızlandırabilir (de Haas, 2023). Bu durum milliyetçi hareketler tarafından ulusal kimlikler için bir tehdit olarak algılanır (de Haas, 2023). Milliyetçi söylemler, genellikle göçmenlerin ulusal bütünlüğü bozduğu iddiası ile öne çıkarken, de Haas, bu söylemlerin büyük ölçüde yanlış anlamalara dayandığını ve göçmenlerin aslında ekonomik ve kültürel açıdan birçok katkı sağladığını vurgular. Milliyetçi söylemlerin zemini sağ parti liderleri tarafından retoriğe dökülebilir ve popülist bir zeminde yer alır.Avrupa’da yükselen göç karşıtı hareketler, küreselleşmenin yol açtığı demografik ve kültürel değişikliklere karşı bir tepki niteliğindedir. Göçmen karşıtı politikalar, milliyetçi partiler tarafından halkın korkularını besleyerek, seçimlerde avantaj elde etmek için kullanılır (de Haas, 2023). Ancak bu politikalar, gerçek göç dinamiklerini anlamakta yetersiz kalır ve göçmenlerin topluma olan katkılarını göz ardı eder. De Haas, göçün yönetilebilir bir olgu olduğunu ve ulusal kimliklerin de bu değişimlere adapte olabileceğini savunur.

Göç Hareketleri ve Milliyetçilik: Nedenler ve Sonuçlar

Küreselleşme süreciyle birlikte artan göç hareketleri, ulusal kimlik inşası ve milliyetçi söylemlerin yükselmesinde önemli bir rol oynamaktadır. Özellikle ekonomik ve siyasi krizler, savaşlar ve iklim değişikliği gibi faktörler, dünyanın farklı bölgelerinden göç akımlarını tetiklemektedir. Bu göç hareketleri, göçmenlerin varış noktalarındaki topluluklarla karşılaştıklarında ortaya çıkan sosyal, kültürel ve ekonomik değişimlerle birlikte ev sahibi toplumlarda kimlik krizlerine ve milliyetçi söylemlerin artmasına neden olmaktadır. Göç olgusu bu yönüyle, hem siyasi aktörlerin hem de toplumsal dinamiklerin şekil almasında etkilidir.

Cas Mudde (2019) tarafından Avrupa’daki sağ popülist hareketlerin yükselişi ve göçün bu süreçteki rolü ele alınmaktadır. Mudde’ye göre, sağ popülist partiler göçü, ulusal kimlik için bir tehdit olarak sunarak, politikalarının merkezine yerleştirmiş ve göçmen karşıtı söylemlerle seçmen tabanlarını genişletmiştir. Klaus Von Beyme ise savaş sonrası aşırı sağ hareketleri üç dalgaya ayırmaktadır. 1980’lerde başlayan üçüncü dalga, Milliyetçi Cephe veya Avusturya’daki Özgürlük Partisi gibi göçmen karşıtı hareketlerle öne çıkmıştır. Özellikle Avrupa’da artan göç hareketleri, sınır kontrollerinin sıkılaştırılması ve daha katı entegrasyon politikaları talep edilmesine neden olmuştur. Mudde, sağ popülist partilerin göçü sadece ekonomik bir mesele olarak değil, aynı zamanda ulusal kimlik ve güvenlik krizi olarak sunduklarını vurgular. Bu bağlamda, milliyetçi söylemler, göçün ulusal kimliği tehdit ettiği iddiasıyla güç kazanmakta ve bu partiler toplumda oluşan korkuları retoriğine dahil etmektedir. Milliyetçi söylemler ile göç birlikte ele alındığında, kimlik siyasetinin merkezine konumlandırıldığı görülür.

Hein de Haas (2023), göçün dinamiklerini derinlemesine analiz ederek, göçmenlerin neden hareket ettiklerini ve bu hareketlerin ev sahibi ülkeler ile göçmenlerin kendi kimlikleri üzerindeki etkilerini tartışır. Küreselleşen ekonomi ve bölgesel eşitsizliklerin göçün ana itici güçleri olduğunu vurgulayan de Haas, özellikle gelişmiş ülkelere yönelik göç hareketlerinin iş gücü piyasalarını etkilediğini ve ev sahibi ülkelerde ekonomik, kültürel ve siyasi değişimlere yol açtığını belirtir (de Haas, 2023). Göçmenler, bir yandan geldikleri ülkenin kültürel normlarına uyum sağlamaya çalışırken, bir yandan da kendi kimliklerini ve ulusal aidiyetlerini koruma mücadelesi verirler. De Haas, bu ikili sürecin, ev sahibi ülkelerde milliyetçi söylemlerle sıkça “entegrasyon sorunu” olarak çerçevelendiğini ve bu söylemlerin popülist politikaların yükselmesine zemin hazırladığını vurgular. Göçün sadece ekonomik bir olgu değil, aynı zamanda ulusal kimliklerin yeniden şekillenmesinde merkezi bir role sahip olduğunu ifade eder (de Haas, 2023). Ulus Devletin Kimlik Mücadelesi

Göç hareketlerinin milliyetçilik üzerindeki etkileri, sadece göçmenlerin varış ülkelerindeki politikalarla sınırlı kalmaz, aynı zamanda bu hareketler, göç veren ülkelerde de kimlik krizlerine neden olabilir. Koser (2016) göçün, göç veren ülkelerde de siyasi ve sosyal sonuçlar doğurduğunu vurgular. Göçmenlerin ayrıldığı toplumlarda, kalan bireyler arasında ulusal kimliğin yeniden tanımlanması ve milliyetçi duyguların güçlenmesi mümkündür. Göç hareketleri, yalnızca ev sahibi toplulukları değil, aynı zamanda göçmenlerin anavatanlarındaki kimlik inşası süreçlerini de etkiler.     

Hein de Haas (2010) ayrıca, göçmenlerin entegrasyon sürecinde karşılaştıkları zorlukların, göç hareketlerinin neden olduğu sosyal çatışmaları artırabileceğini savunur. Göçmenler ve yerel halk arasındaki kültürel farklılıklar, sosyal gerilimlere neden olabilir ve bu da milliyetçi hareketlerin beslenmesine zemin hazırlayabilir. Göçmenler, ev sahibi toplumlarda kendilerini dışlanmış hissederken, bu durum milliyetçi hareketlerin göçmen karşıtı söylemlerini daha da güçlendirir. De Haas (2010), bu tür toplumsal çatışmaların uzun vadede daha büyük kimlik krizlerine ve toplumsal ayrışmalara yol açabileceğini öne sürer.

Göçün Ulusal Kimlik İnşasına Etkisi: Türkiye ve Avrupa Örnekleri

Göç, sadece fiziksel sınırların aşılmasını değil, aynı zamanda kültürel, sosyal ve politik sınırların yeniden tanımlanmasını da beraberinde getirir. Türkiye ve Avrupa, tarih boyunca farklı göç dalgalarıyla karşı karşıya kalmış ve bu süreçler her iki bölgedeki ulusal kimlik inşasında kritik bir rol oynamıştır. Özellikle son yıllarda artan mülteci krizleri, hem Türkiye’de hem de Avrupa’da kimlik politikalarını derinlemesine etkilemiştir. Göçmenler, ev sahibi toplumlarda sadece demografik değişikliklere yol açmamış, aynı zamanda milliyetçilik ve ulusal kimlik üzerine süregelen tartışmaları da yeniden şekillendirmiştir. Bu bölümde, Türkiye ve Avrupa’daki göç hareketlerinin ulusal kimlikler üzerindeki etkileri ele alınacak ve bu süreçlerin milliyetçilik ve entegrasyon politikaları üzerindeki yansımaları incelenecektir.

Türkiye, tarih boyunca çeşitli göç dalgalarına ev sahipliği yapmış bir ülke olmasına rağmen, 2011 sonrası Suriyeli mültecilerin yoğun bir şekilde Türkiye’ye sığınması, ulusal kimlik inşasında önemli değişimlere yol açmıştır. Yaklaşık 3,7 milyon Suriyeli mültecinin (UNCHR, 2021) Türkiye’ye yerleşmesi, hem demografik hem de sosyal yapıyı dönüştürmüş ve bu durum, ulusal kimliğin yeniden tartışılmasına neden olmuştur. Türkiye’de “misafir” olarak kabul edilen Suriyeli mültecilerin kalıcı hale gelmesi, Türk kimliği üzerine yapılan tartışmalarda merkezi bir yer edinmiştir. Bazı milliyetçi gruplar, mültecilerin Türk kimliğine tehdit oluşturduğunu savunarak göçmen karşıtı söylemleri yaygınlaştırmıştır (Kaya, 2012). Bu söylemler, mültecilerin Türk toplumuna kültürel ve ekonomik uyum sağlayamadığı iddiasıyla güçlenmiştir.

Diğer yandan, Türkiye’nin tarihsel olarak farklı etnik gruplara ev sahipliği yaptığına işaret eden bazı görüşler, daha kapsayıcı bir ulusal kimlik geliştirilmesi gerektiğini öne sürmektedir. Türkiye’nin kozmopolit yapısı göz önüne alındığında, mültecilerin entegrasyonunun ulusal kimliği zenginleştireceği düşünülmektedir (Kaya, 2012). Bu tartışmalar, Türkiye’de hem göçmen karşıtı milliyetçi söylemleri hem de daha kapsayıcı kimlik arayışlarını tetiklemekte ve ülkenin ulusal kimlik politikasının geleceğini şekillendiren önemli dinamiklerden biri haline gelmektedir.

Avrupa, özellikle 20. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Kuzey Afrika ve Orta Doğu’dan gelen yoğun göç dalgalarıyla karşı karşıya kalmış ve bu göçler, Avrupa’daki ulusal kimlik inşası süreçlerinde derin değişikliklere yol açmıştır. Kuzey Afrikalı ve Orta Doğulu göçmenlerin yoğun olarak yerleştiği Fransa, Almanya ve Hollanda gibi ülkelerde, bu grupların ulusal kimlik tartışmalarının merkezine yerleştiği görülmektedir. Göçmenlerin varlığı, Avrupa’nın homojen ulusal kimlik anlayışını zorlamış ve bu durum, milliyetçi ve göçmen karşıtı söylemlerin yükselmesine neden olmuştur (Brubaker, 1992). Avrupa’nın tarihsel olarak yerel kimlikleri koruma eğiliminde olduğu düşünülürse, göçmenler üzerinden şekillenen milliyetçi söylemler, ulusal kimliği bir “ötekilik” üzerinden inşa etme çabalarının bir parçası olarak öne çıkmaktadır (Said, 1978).

Fransa, özellikle Kuzey Afrikalı göçmenlerin yoğun olarak yerleştiği ülkelerden biridir. Frantz Fanon’a (1961) göre, bu göçmenler sadece ekonomik ve sosyal dengeleri değil, aynı zamanda Fransız ulusal kimliğinin yapı taşlarını da sorgulatmıştır. Fanon, göçmenlerin, Fransa’nın sömürgeci geçmişinin bir yansıması olarak görüldüğünü ve bu tarihsel ilişkinin göçmenleri “yabancı” ve “öteki” olarak konumlandırmaya devam ettiğini savunur. Bu durum, Fransa’daki milliyetçi hareketlerin, özellikle de göçmen karşıtı sağ partilerin söylemlerini beslemiştir. Göçmenler, ulusal kimlik için bir tehdit olarak sunulmuş ve bu algı, toplumda göçmen karşıtı politikalara olan desteği artırmıştır (Fanon, 1961).

Almanya ve Hollanda gibi ülkelerde ise, göçmenler ulusal kimlik tartışmalarında daha çok kültürel farklılıklar üzerinden ele alınmaktadır. Rogers Brubaker (1992), Almanya’da göçmenlerin ulusal kimlik inşasındaki rolünü analiz ederken, bu ülkelerdeki kimlik kavramının etnik kökenle sıkı sıkıya bağlı olduğunu belirtir. Almanya’nın tarihsel olarak etnik homojenliğe dayalı bir ulusal kimlik anlayışı geliştirdiğini belirten Brubaker, göçmenlerin bu homojen kimlik anlayışına meydan okuduğunu ve bu durumun, milliyetçi söylemlerin yükselmesine neden olduğunu savunur. Aynı zamanda, göçmenlerin entegrasyon süreçlerinde yaşanan zorluklar, bu söylemleri daha da güçlendirmektedir (Brubaker, 1992). Ulus Devletin Kimlik Mücadelesi

Edward Said (1978), Avrupa’daki göçmen karşıtı söylemlerin temelinde sömürgeci dönemin yarattığı “öteki” kavramının yer aldığını belirtir. Özellikle Orta Doğulu göçmenler, Avrupa’da tarihsel olarak bir “kültürel tehdit” olarak görülmüş ve bu algı, milliyetçi hareketlerin söylemlerinde sıkça kullanılmıştır. Said’e göre, bu söylemler, Avrupa’da ulusal kimlik inşasını göçmenler üzerinden şekillendirirken, aynı zamanda onları dışlayıcı bir anlayışa dayanır (Said, 1978). Bu nedenle, Avrupa’daki göçmen karşıtı milliyetçi hareketlerin, tarihsel ve kültürel temelleri olan derin bir “ötekileştirme” süreci üzerine inşa edildiği söylenebilir.

Türkiye ve Avrupa’daki göçmen karşıtı söylemler, tarihsel ve sosyo-kültürel farklılıklar nedeniyle farklı dinamikler üzerinden gelişmiştir. Türkiye’de, Suriyeli mülteciler misafir statüsünde değerlendirilmiş ve tartışmalar daha çok geçici bir kabul ile ekonomik kaygılar etrafında şekillenirken, Avrupa’da göçmenler kalıcı topluluklar olarak görülmüş ve milliyetçi söylemler daha derin kültürel uyumsuzluk ve ötekileştirme ekseninde gelişmiştir. Türkiye’deki göçmenler daha çok ekonomik ve sosyal entegrasyon sorunu olarak ele alınırken, Avrupa’da ulusal kimliği tehdit eden kültürel farklılıklar vurgulanmaktadır.

Bu farklılıklar, her iki bölgede göçmenlerin ulusal kimliğe dahil edilme süreçlerini derinden etkilemiştir. Türkiye, göçmenleri ulusal kimliğin sınırları içinde kabul etmekte daha esnek bir pozisyonda dururken, Avrupa’da daha katı entegrasyon politikaları ve kültürel asimilasyon baskısı öne çıkmıştır. Gelecekte, hem Türkiye hem de Avrupa, göçmen karşıtı söylemleri aşabilmek için daha kapsayıcı politikalar geliştirmek zorunda kalacak ve bu süreçler, ulusal kimliklerin daha dinamik ve çok kültürlü bir yapıya dönüşmesine yol açabilecektir.

KAYNAKÇA

Brubaker, R. (1992). Citizenship and nationhood in France and Germany. Harvard University Press.

De Haas, H. (2010). Migration and development: A theoretical perspective. International Migration Review, 44(1), 227-264.

De Haas, H. (2023). How migration really works: a factful guide to the most divisive issue in politics. Random House.

European Commission. (2016). A European agenda on migration. Publications Office of the European Union.

Fanon, F. (1961). The wretched of the earth. Grove Press.

International Organization for Migration. (2019). Migration and national identity: A comparative analysis. Geneva.

Kaya, A. (2012). Europeanization and Tolerance in Turkey: The Myth of Toleration. Palgrave Macmillan.

Koser, K. (2016). International Migration: A Very Short Introduction. Second Edition. Oxford University Press.

Mudde, C. (2019). The far right today. John Wiley & Sons.

Robertson, R. (1992). Globalization: Social theory and global culture. Sage.

Said, E. W. (1978). Orientalism. Pantheon Books.

Smith, A. D. (1991). National identity. University of Nevada Press.

Smith, A. D. (1995). Nations and nationalism in a global era. Polity Press.

United Nations High Commissioner for Refugees (UNCHR). (2021). Global trends: Forced displacement in 2020. https://www.unhcr.org/statistics

UNHCR. (2020). Global trends: Forced displacement in 2020. UNHCR.

Wang, Y., & Weng, X. (2022). Analysis on How “Globalization” Affect Netflix to Cultural Diffusion. Proceedings of the 2022 8th International Conference on Humanities and Social Science Research (ICHSSR 2022).

Yargı Faaliyetlerinin Kamuoyu Denetimi ve Sivil Toplum

Rüzgar Özbulduk 

Sivil Toplum Çalışmaları o-Staj Programı

ÖZET

Kamuoyu denetimi kavramı daha çok yürütme faaliyetleri bakımından olağan kabul edilmekte ve bu bağlamda incelenmektedir. Ancak sosyal medya aracılığı ile düşünce ve ifade özgürlüğü bakımından verimli topraklara kavuşan sivil toplum, burada yeni bir kamuoyu oluşturarak denetimini yargı faaliyetleri üzerinden de gerçekleştirmeye başlamıştır. Sosyal medya yargılaması olarak tanımlanan bu denetim, birçok kesimin ağır eleştirilerine maruz kalmıştır. Makalemizde de öncelikle sivil toplumun sosyal medyada örgütlenerek nasıl kamuoyu oluşturduğunu ve daha sonra bu kamuoyunun, devletin yargı faaliyetleri üzerindeki denetimini nasıl gerçekleştirdiğini açıklayacağız. Ardından sosyal medya yargılaması kavramını tanımlayarak buna getirilen eleştirileri ele alacağız. Son olarak da sosyal medya yargılamasının olası sakıncalarından bahsedeceğiz.

Sosyal Medyada Sivil Toplumun Örgütlenmesi ve Kamuoyu Oluşumu

Kamuoyu, belli bir tarihte ve yerde belli bir konu hakkındaki halkın genel fikri olarak tanımlanabilir (Eren & Aydın, 2014). Bu şekilde sivil toplum, devletten bağımsız olarak onun faaliyetleri hakkındaki görüşlerini dile getirmektedir. Kamuoyunun oluşumu için öncelikle kamuyu oluşturan bireylerin fikirlerinin özgür olması ve bunu ifade edebilecekleri uygun bir kamusal alana sahip olmaları gerekir (Ulukaya, 2019). Devletler her ne kadar kamuoyu oluşturan sivil toplum örgütleri üzerindeki baskısını dönem dönem artırmışlarsa da bu zamanlarda dahi kamuoyu, kendisine yeni alanlar yaratarak varlığını koruyabilmiştir.

Kamusal alan, bu kavramsallaştırmayı ilk kez kullanan Habermas için ilk başta “burjuva kamusal alanı”na karşılık gelmekteydi. Avrupa burjuvazisinin oluşturduğu bu kamusal alanda edebiyat felsefe ve sanata ilişkin tartışmalarla sınırlı bir kamuoyu oluşum süreci söz konusuydu. Ancak zamanla orta sınıfın toplumsal yaşamda varlığını ispatlayabilmesiyle birlikte onun da kamusal alanlardaki temsiliyeti gündeme gelmiştir. Ayrıca artık kamusal alanda yürütülen tartışmalar edebi ve felsefi konularla sınırlı olmaktan çıkarak politik alana kadar sınırlarını genişletmiştir (Ulukaya, 2019). Günümüzün kamusal alanlarından en önemlileri ise geleneksel medya organları ve sosyal medyadır. Geleneksel medya organlarına göre sosyal medya, düşünce ve ifade özgürlüğü bakımından sivil toplumun örgütlenebilmesi için daha elverişli bir kamusal alan sunmaktadır. Artık kamuyu oluşturan bireyler pasif birer alıcı olmaktan çıkmış ve aktif içerik üreticilerine dönüşmüştür (Eren & Aydın, 2014). Bu sayede bilgiye erişimi de iletişim teknolojileri sayesinde artan sivil toplumun, sosyal medyada kamuoyunu bizzat kendi ürettiği içeriklerle oluşturabilmesi mümkün hale gelmiştir.

Devlet faaliyetlerinin kamuoyu tarafından denetlenmesi, öncelikle devletin varlık sebebini toplumun onayına borçlu olması nedeniyle meşru kabul edilmektedir. Bu bağlamda sivil toplum kamuoyu oluşturarak bizzat kendisinin devlete vermiş olduğu yasama, yürütme ve yargı yetkisinin olması gerektiği gibi uygulanıp uygulanmadığını denetlemektedir. Bu nedenle demokratik rejimlerin vazgeçilmez bir denetim aracıdır. Devletin kendisinden menkul fakat bağımsız ve tarafsız olduğu iddia edilen diğer denetim araçlarından farklı olarak sivil toplumun örgütlediği kamuoyu, halkın belli olaylar hakkındaki fikrini doğrudan doğruya yansıtması hasebiyle daha güvenilir bir denetim sunmaktadır.

Yargısal Faaliyetler Üzerindeki Kamuoyu Denetimi

Sosyal medyada örgütlenen kamuoyu, devletin yürütme faaliyetlerinin yanı sıra yargılama faaliyetleri hakkında da fikir belirtmekte ve yargılama faaliyetini bu şekilde etkilemeyi amaçlamaktadır. Bu amacına yönelik olarak kullanılan ilk yöntem,  yargılamanın sıhhati adına devletin muhakeme organları üzerinde baskı kurulmasıdır. Sivil toplum bu şekilde soruşturmalardan olumlu sonuç alınabilmesi adına adli otoriteler üzerinde baskı kurup bunları harekete geçirmeye çalışmaktadır (Ulukaya, 2019). Kullanılan bir diğer yöntem ise adaletsiz yargılamanın ifşasıdır. Burada da sivil toplum, olay özelinde verilen kararların veya genel olarak hukuk sisteminin eleştirisini yaparak adaletsizliğin kurumsallaştığına vurgu yapmaktadır (Ulukaya, 2019). Son olarak sivil toplum, paralel bir adalet arayışı yoluna başvurup faili ifşa ederek onu yeniden yargılama yoluna da başvurabilmektedir. Bu şekilde yargılama sonucunun toplumsal adalet anlayışıyla örtüşmediği gerekçesiyle sosyal medyada kampanyalar yürütmekte ve arzu edilen hükmün bu şekilde verilmesini sağlamayı hedeflemektedir (Ulukaya, 2019).

Yargılamanın sıhhati adına devletin muhakeme organları üzerinde baskı kurulması, kamuoyunun sıklıkla başvurduğu bir yöntemdir. Özellikle ceza davalarında, geçmişte yaşanılan örnekler neticesinde savcılık makamının görevini yerine getirmekte yetersiz ve özensiz davrandığına dair güven sorunu yaşayan sivil toplum bu şekilde devlet organlarını hukuka uygun davranmaya çağırmaktadır. Özellikle temel insan haklarının ihlali konusundaki davalarda, örneğin yaşam hakkının ihlaliyle ilgili davalarda, şüpheli ve sanıkların zamanaşımı nedeniyle cezasız kaldıkları, soruşturmanın olması gibi yürütülmediği ve bu nedenle yeterli delile ulaşılamadığı, delil değerlendirme araçlarının objektif ve tarafsız olmadığı, hakimlerin kişisel ve siyasal görüşlerini vicdani kanaatleriyle karıştırdığı sıklıkla görülmektedir. Diğer taraftan hukuki dayanağı olmayan gözaltı ve tutuklama işlemleriyle kamuoyunun oluşumuna ket vurulmaya çalışıldığı da görülmektedir. Bu gibi durumlarda sivil toplum somut olay hakkında kamuoyu oluşturarak sürecin işleyişini denetlediğini bildirmekte ve hukuka uygunluğu temin etmeye çalışmaktadır.

Adaletsiz yargılamanın olay özelinde veya genel anlamda ifşa edilmesi de sıklıkla başvurulan bir yöntemdir. Somut olayın muhatabı sivil toplum örgütleri araçlığıyla bu şekilde olay hakkında bir kamuoyu oluşmasını sağlamaya çalışmakta ve bunun sonucunda görevini gereği gibi yerine getirmeyen yargı organlarını harekete geçirmeye çalışmaktadır (Ulukaya, 2019). Bu ifşa sürecinin sonucu her zaman olayın muhatabının dilediği gibi sonuçlanmamakta ve tam tersine muhatap aleyhine davalar açılmasına neden olmaktadır. Bu durumda dahi davalı, davayı kendi lehine olacak şekilde kullanabilmekte ve kamuoyunu oluştururken bu davayı da gerekçe olarak sunabilmektedir.

Failin ifşa edilmesi ve yeniden yargılanması yoluna başvuran kamuoyu, devlet mahkemelerince verilen kararın hukuka ve/veya toplum vicdanına aykırı olduğu gerekçesiyle sosyal medya üzerinden kampanyalar başlatarak kendi hükmünü verebilmektedir. Bu şekilde verilen karar sosyal medya üzerinden failin ifşası ve mağdurun mağduriyetini artırmaksızın bunun kesin olarak halka duyurulması şeklinde uygulanmaktadır (Ulukaya, 2019). Özellikle cinsel dokunulmazlığa karşı işlenen suçlarda bu yola başvurulduğu sıklıkla görülmektedir. Zira erkek egemen toplumun değer yargılarıyla yetişen hakimlerin bu nedenle sıklıkla hukuka aykırı kararlar verdiği somut bir gerçektir. Sivil toplum, bunun önüne geçebilmek ve hem hukuka hem de toplum vicdanının adalet kavramıyla örtüşen sonuçlar elde edebilmek adına bu yola başvurmaktadır.

Sosyal Medya Yargılaması Kavramı ve Buna Getirilen Eleştiriler

Yargı Bağımsızlığı Eleştirileri

Kamuoyunu oluşturan sivil toplumun yukarıda belirtilen yollarla yargı faaliyetlerini sosyal medya aracılığıyla denetlemesi “sosyal medya yargılaması” olarak anılmaktadır (2017, akt. Ulukaya, 2019). Sosyal medya yargılamasının yöntemlerinden kaynaklı olarak bu kavrama çeşitli eleştiriler yöneltilmektedir. Bunların en başında, sosyal medya yargılamasının yargı bağımsızlığı ilkesini ihlal ettiği eleştirisi gelmektedir (Ercan & Can, 2022). Bu eleştirinin yerindeliğini değerlendirebilmek için yargı bağımsızlığının gereklerine ve teminatlarına açıklık getirmek gerekir.

Yargı bağımsızlığı her şeyden önce yargı organının herhangi bir kişinin veya kurumun etkisinden ve baskısından uzak durmasını, kişilerden veya kurumlardan emir ve talimat almamasını gerektirir. Yine yargı kararının, olay hakiminin özgür iradesine dayandırılması da yargı bağımsızlığının gereklerindendir. Bunların yanında hakimin yalnızca vicdani kanaatine ve hukuka uygun karar vermesi de yargı bağımsızlığının gereklerindendir (Ercan & Can, 2022).

Sosyal medya yargılamasının, yargılamanın sıhhati adına devletin muhakeme organları üzerinde baskı kurma yöntemi çerçevesinde yargı bağımsızlığının gereklerini tartışacak olursak öncelikle bu yöntemde ifade edilen “baskı” ifadesini açmamız gerekir. Buradaki baskı, kamuoyunun somut olayı sürekli gündemde tutarak ve hatta muhakeme organlarının sosyal medya hesaplarına doğrudan çağrıda bulunarak dava sürecini yoluna sokması anlamındadır. Yargı bağımsızlığı bağlamında bahsedilen ve muhakeme organlarını hukuka aykırı fiillerle yönlendirip belli bir kararın verilmesi konusunda onu zorlayan “baskı” ifadesinden farklıdır. Ayrıca burada kamuoyunun denetimi herhangi bir şekilde emir ve talimat olarak nitelendirilemez. En başta kamuoyunun böyle bir gücü, objektif olarak zaten mevcut değildir. Yargı kararının hakimin özgür iradesiyle verilmesi bakımından kamuoyunun bu yöntemdeki kastının, hakimin özgür iradesini sakatlamak olmadığı söylenebilir. Aksine kamuoyu burada, hakimin özgür iradesinin sağlıklı bir şekilde oluşabilmesine yarayacak delillerin gereği gibi toplanmasını amaçlamaktadır. Son olarak kamuoyu hukuka aykırı bir karara işaret etmemekte, aksine hukuka uygunluğun bütün yargılama sürecine hakim olmasını sağlamak için bu yönteme başvurmaktadır.

Sosyal medya yargılamasının, adaletsiz yargılamanın ifşası yöntemi çerçevesinde yargı bağımsızlığının tartışılması daha çok soyut bir zeminde söz konusu olmaktadır. Burada esasen düşünce ve ifade özgürlüğü kapsamında dile getirilen görüşler tartışılmaktadır. Bu görüşlerin sosyal medyada yer etmesinin, hakimin vicdani kanaatine müdahale niteliği taşıdığı söylenemez. Bu ifadeler zaman zaman ağır eleştiri kapsamında kalmakta ve ihlale sebebiyet vermemektedir.

Son olarak sosyal medya yargılamasının, failin ifşası ve yeniden yargılanması yöntemi çerçevesinde değerlendirilmesi açısından bu yargılamanın niteliği önem taşımaktadır. Öncelikle yargılayan makam bir devlet mahkemesi değildir. Dolayısıyla hakimin özgür iradesinin, vicdani kanaatinin hukuka aykırı bir biçimde etkilenip etkilenmediğini bu bağlamda tartışmak mümkün değildir. Failin ifşası ve yeniden yargılanması yönteminde hakim artık dosyadan el çekmiş bulunmaktadır. Burada kamuoyunu örgütleyen sivil toplum, sosyal medya aracılığıyla dosyaya el atmaktadır. Bu sebeple failin ifşası ve yeniden yargılanması yönteminde asıl tartışılması gereken, mahkeme dışında bir oluşumun yargı faaliyetinin ne şekilde olacağı ve özellikle bu süreçte taraflara devlet mahkemesinde sağlanması beklenen hak ve güvencelerin ne şekilde sağlanacağıdır. Bu “sosyal medya mahkemelerinin” veya daha geniş anlamda “halk mahkemelerinin” yargı usulü, makalenin kapsamı dışında kalmakla birlikte burada kamuoyunu oluşturan bireylerin fiillerinin tek tek değerlendirilmesi gerektiği söylenebilir. Örneğin kişinin fiili ceza kanununa veya diğer kanunların ilgili hükümlerine göre suç teşkil ediyorsa bu halde kişiler bir soruşturmaya ve kovuşturmaya tabi tutulabilecektir. Ancak bu noktada unutulmaması gereken husus, kanunlarda yer verilen suçların unsurlarını da devletin belirliyor olduğu gerçeğidir. Dolayısıyla bu yönteme başvurulması bakımından açığa çıkacak sorunlar bugün için daha çok teorik bir düzlemde ilerlemekte ve kişiler buna ilişkin fiillerinden dolayı mevcut kanun hükümlerine göre cezalandırılabilmektedir.

Yargı bağımsızlığının gereklerine ek olarak yargı bağımsızlığının güvenceleri de üstünde durulması gereken bir konudur. Zira eğer sosyal medya yargılamasına yargı bağımsızlığını ihlal ettiği gerekçesiyle karşı çıkılacaksa ortada gerçekten bağımsız bir yargının bulunması gerekir. Bunu ise yargı bağımsızlığının güvenceleri sağlamaktadır. Bu güvenceler hakimlerin atama ve görevden alma işlemlerinin yargı organı tarafından yapılması, hakimlerin görev süreleri dolmadan görevlerinden alınamamaları, hakimlerin özlük işlerinin yürütmeden bağımsız bir yüksek kurula bırakılması ve mahkemelerin görünüş itibarıyla dahi bağımsızlıklarını ve tarafsızlıklarını ortaya koymalarıdır (Ercan & Can, 2022). Bu güvencelerin sağlanmadığı devletlerin mahkemelerinin daha en baştan bağımsızlıktan yoksun oldukları kesindir. Türkiye’de de durum böyledir. Bu sebeple Türkiye’de sosyal medya mahkemelerine yöneltilen yargı bağımsızlığının ihlali bağlamındaki eleştirilerin yerinde olduğunu söylemek mümkün değildir.

Duygusal Tepkilerin İfadesi Olduğu Eleştirisi

Sosyal medya yargılamasına getirilen bir diğer önemli eleştiri ise bireylerin sosyal medya yargılaması yöntemlerinde safi duygusal tepkilerini dile getirdiklerine ilişkindir (Ercan & Can, 2022). Burada eleştiri sahipleri, herhangi bir ayrıma gitme ihtiyacı duymaksızın kamuoyunun konu hakkındaki her ifadesini duygusal tepkilerden ibaret saymaktadır. Öncelikle kamuoyu; belli bir yer ve zamanda, belli bir kamusal meselenin devlet organlarıyla müzakere edilmesi adına oluşur (Eren & Aydın, 2014). Burada bir amaç birlikteliği vardır. Kişilerin herhangi bir mesele hakkındaki görüşlerinin ortalamasının alınması sonucunda genel kanı örneğin duygusal bir tepkiye ilişkinse bile bu halde genel kanı kamuoyu anlamında kullanılamaz. Zira burada devletle müzakere amacına ilişkin bir birliktelik söz konusu değildir. Bu sebeple bu duygusal ve irrasyonel açıklamalar çoğunlukta olsa dahi kamuoyu olarak nitelendirilemez ve haliyle kamuoyu denetimi de burada söz konusu olmaz. Bu gibi açıklamaları sosyal medya yargılaması kapsamındaki kamuoyu açıklamalarından ayırmak gerekir.

Sosyal medya yargılamasında ise kamuoyunun genel kanısı oldukça rasyonel temellere dayanmaktadır. Bir kere sosyal medya sayesinde kamuoyunu oluşturan sivil toplumun bilgiye erişimi son derece artmıştır. Geleneksel medya organlarının sosyal medyada da gazetecilik faaliyetlerini yürütmesi, çeşitli kaynaklardan bilginin denetimine olanak sağlamaktadır. Öte yandan “yurttaş gazeteciliği” olarak tanımlanan ve kullanıcıların bizzat ürettikleri içeriklerle olaylar hakkında somut delilleri ortaya koymaları anlamına gelen yöntem de rasyonel fikirlerin oluşumuna katkı sağlamaktadır. Geleneksel medya organlarında tekel oluşmasının kamuoyu oluşumuna verdiği zararı günümüzde sosyal medya gidermektedir (Arıbaş, 2021).

Sosyal medyada kamuoyu yalnızca bireylerin görüşlerinin tesadüfen uyuşmaları sonucunda açığa çıkmamaktadır. Bundan ziyade kamuoyu, sosyal medyada örgütlenen sivil toplum örgütleri ve diğer baskı gruplarının faaliyetleriyle oluşmaktadır (Arıbaş, 2021). Bu da kamuoyunun belli bir düşünsel faaliyet çerçevesinde ve rasyonel bir şekilde oluşmasına katkı sunar. Zira bu örgütler ve baskı grupları, tüzüklerinde belirttikleri ve hatta belirtmedikleri birçok konu hakkında bilgi ve tecrübe sahibi üyelerden oluşmaktadır. Üstelik sivil toplum örgütlerinin ve diğer baskı gruplarının üyelerinin yegâne hedefi kamu yararı olup bu üyeler etik ve ahlaki ilkeleri doğrultusunda hareket etmektedirler. Sonuç olarak sosyal medya yargılamasına getirilen salt duygusal tepkiden ibaret olduğu eleştirisinin yerinde olduğunu savunmak mümkün değildir.

Devlet Mahkemelerine Duyulan Güveni Sarstığı Eleştirisi

Sosyal medya yargılamasının, halkın devlet mahkemelerine olan güveni zedelediği yönünde de eleştiriler mevcuttur (Ercan & Can, 2022). Bu bağlamda öncelikle halkın devlet mahkemelerine artık güven duymadığı kısmının gerçekten doğru olduğu söylenmelidir. Fakat bunun sorumlusu olarak sosyal medya yargılamasını göstermek eleştiri sahiplerinin kötü niyetini ortaya koymaktadır. Zira her şeyden önce bu eleştiriyi daha çok devlet yetkililerinden duymaktayız. Devlet yetkililerinin asıl amacı ise kendilerinin sorumluluğunda olan bu durumu sosyal medya yargılamasının üzerine yıkmaktır. Nitekim sosyal medya yargılamasını yöntemlerine bakıldığında görülecektir ki bu yargılamanın işletilmesinin sebebi, devlet mahkemelerine ve organlarına duyulan güvenin sarsılmış olmasıdır. Mahkemelere olan güvenin sarsılması, sosyal medya yargılamasının olumsuz bir sonucu değil sebebidir. Sosyal medya yargılamasına duyulan ihtiyacın sebeplerini de amaçlarından çıkarsamak mümkün olabilir. Örneğin savcılık makamını harekete geçirmeyi amaçlayan sosyal medya yargılamasının bu yola başvurmasının sebebini savcılık makamının iş ve işlemlerini, göreve getirilme şeklini, bağlı olarak çalıştığı Adalet Bakanlığı kurumunu denetleyerek ortaya koymak mümkün olabilir. Yine bağımsız yargıyı sağlayacak güvencelerin eksikliği de bu güvensizliğin ve bunun sonucu olan sosyal medya yargılamasının sebeplerinden sayılabilir.

Sonuç olarak söylenmelidir ki gerçekten de halkın devlet mahkemelerine duyduğu güven sarsılmış bulunmaktadır. Fakat sosyal medya yargılaması, bu güvensizliğin sebebi değil sonucudur. Halk, mahkemelere güven duymadığı için sosyal medya yargılamasını işletmektedir. Bu güvensizliğin asıl müsebbibi de devlet organlarının bizzat kendisidir.

Sosyal Medya Yargılamasının Olası Sakıncaları

Adil Yargılanma Hakkının İhlali

Sosyal medya yargılaması yöntemlerinin resmi mahkemeler dışındaki platformlarda uygulanması, adil yargılanma hakkı bağlamında bazı problemlere yol açabilmektedir (Ercan & Can, 2022). Teknik anlamda bir yargılama vasfı kazanamamışsa da sosyal medya yargılamasının adil sonuçlanabilmesi adına adil yargılanma hakkını gözetmesi beklenir. Zira ancak bu şekilde, sosyal medya yargılamasının sonucu toplum vicdanında yer edebilecektir. Bu nedenle adil yargılanma hakkı bağlamında sağlanan güvencelerin denetimini, sosyal medya yargılamasında da yapmak doğru olacaktır.

Her şeyden önce İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi’nin 6. Maddesi, adil bir yargılamanın yalnızca yasayla kurulmuş mahkemelerde yapılan yargılamalarda mümkün olduğunu öngörmektedir. Sosyal medya yargılamasının kurumsal bir mahkemeden yoksun olması, bu hakkın güvencelerine aykırı sonuçların doğmasına yol açabilir (Ercan & Can, 2022). Ancak bunu somut olayın şartlarına göre değerlendirmek doğru olacaktır. Örneğin bir suça ilişkin yargılamada hakkındaki iddialara ilişkin savunma yapabilme hakkı, sosyal medya yargılamasında da şüpheli veya sanığa tanınmalıdır. Bu güvence, sosyal medya yargılamalarında tanınabilecek bir güvencedir. Fakat adil yargılanma hakkının sağladığı temsil hakkı, suçlu sayılmama hakkı, tercüman yardımından yararlanma hakkı gibi haklar işin niteliği sebebiyle sosyal medya yargılamasında sağlanamamaktadır.

Nefret Söylemleri ve Kutuplaşma

Sosyal medya yargılamasında kamuoyunun oluşumu, tıpkı yasal mahkemelerde hakimin vicdani kanaatinin oluşumunda olduğu gibi, risk altındadır. Zira sağlıklı bir şekilde kamuoyunun oluşamadığı durumlarda bu yargılama, toplumsal adalet amacından sapacaktır. Sosyal medya her ne kadar bilgiye erişimi kolaylaştırmışsa da sosyal medyada yayılan bilgilerin her daim doğru olduğunu söylemek mümkün değildir. Eğer kamuoyunu oluşturan bilgi hatalıysa varılacak sonuç da hatalı olacak, hukuka ve toplumsal adalet anlayışına aykırılık gündeme gelecektir.

Kamuoyunun adalet arayışı amacından uzaklaşması sonucunda nefret söylemleri üretebilmesi de imkan dahilindedir (Eren & Aydın, 2014). Zira kamusal bir mesele hakkında belirli bir kitlenin genel kanısı oluşmuş ve bu konu hakkında devletle müzakereye girişilmiş (yani kamuoyu şeklen oluşmuş) olsa dahi bu kitlenin genel kanısı adil olanın aksi yönde olabilir. Türkiye’de suçsuzluğu uluslararası mahkemelerce ispatlanmış siyasal rehineler hakkında kamuoyunun idam talep etmesi, kamuoyunun nefret söylemlerine örnek gösterilebilir. Bu gibi nefret söylemlerini engellemek adına temel demokratik ilkelerin ve insan haklarının halk tarafından içselleştirilmiş olması önem taşır. Bu yönde sivil toplum örgütlerinin çalışmaları da mevcuttur.

Sosyal medya platformlarının çalışma prensibinden kaynaklanan sorunlar da gündeme gelebilmektedir. Bu bağlamda sosyal medya platformlarının, kişilere yalnızca onların ilgilendikleri konular kapsamında ve kendileriyle aynı düşüncelere sahip kullanıcıların gönderilerini sunduğu söylenebilir (Eren & Aydın, 2014). Bu durum, kullanıcıların kutuplaşmasına ve çözüm odaklı tartışmaların yerini nefret söylemlerine bırakmasına neden olabilmektedir.

Cezai Popülizm

Cezai popülizm, kamuoyunun rasyonellikten uzak değerlendirmeler sonucunda oluşması ve buna dayanarak ceza davalarında cezanın artırılmasını talep etmesidir. Mahkemeler bu durumda gerçek anlamda bağımsız karar verememekte ve hukuka, maddi gerçeğe uygunluktan ziyade kamuoyunun bu talebini gözetmeyi tercih edebilmektedir (Ulukaya, 2019).

Sonuç olarak şu noktaya varılabilir: Sosyal medya yargılamasının muhtemel problemleri genel anlamda kamuoyunu oluşturan bireylerin demokrasi bilincine tam anlamıyla sahip olamamasından kaynaklanmaktadır. Bu problemlerin çözümü adına halkı bilinçlendirme projeleri yapılmalıdır ve sivil toplum örgütleri de bu kapsamda çalışmalar yürütmektedir. Bu çalışmaların artırılması, kamuoyu denetiminin her alanda sağlıklı yürümesine katkı sağlayacak ve demokratik toplum yapısının korunmasını garanti altına alacaktır. Böylece daha yaşanılabilir bir toplumsal düzenin kurulması mümkün olacaktır.

SONUÇ

Kamuoyu, devlet dışı organizasyonların devletin uygulamalarına ilişkin olarak kamuya ilan ettikleri genel fikirleridir. Kamuoyunun sağlıklı bir şekilde oluşabilmesi, buna uygun kamusal alanların varlığına bağlıdır. Kamusal alan halkın her kesimi bakımından erişilebilirse, düşünce özgürlüğüne saygılıysa, sağlıklı ve gerçek bilgiyi ihtiva ediyor ve bunun yayılmasına imkân tanıyorsa kamuoyu oluşumuna elverişlidir. Bu özellikleri sağlayan sosyal medya da bu nedenle sivil toplumun kamuoyunu oluşturmasına en elverişli kamusal alanlardan biridir.

Kamuoyu oluştuğunda kamusal meseleler hakkında devletle müzakerelere girişilir. Bu kamusal meselelerden en önemlisi de devletin yargı faaliyetleridir. Kamuoyu denetimi genel olarak devletin yürütme faaliyetleri üzerinde meşru kabul edilmektedir. Fakat kamuoyu denetiminin sınırlarını, devletin yargısal faaliyetleri alanına kadar genişletmek söz konusu olduğunda genel görüş tam aksine bunun mümkün olmadığı yönündedir. Yargısal faaliyetler üzerinde sivil toplumun kamuoyu denetimi, “sosyal medya yargılaması” olarak kavramsallaştırılmıştır. Bu bağlamda sosyal medya yargılamasının çeşitli yöntemleri mevcut olup bu uygulama çeşitli problemlere de yol açabilmektedir. Ancak muhtemel problemlere ilişkin çözüm önerileri ve çalışmalar da mevcuttur.

Sosyal medya yargılamasının meşruiyetine karşı yöneltilen argümanlar incelikle ele alınmalı ve bu yargılama tartışmasız olarak reddedilmemelidir. Makalemiz de bunu amaçlamaktadır. Zira kamuoyu denetimi gerek devletin yargı faaliyetleri hakkında gerekse diğer faaliyetleri hakkında denetimin en etkili aracıdır. Bunun sebebi, devlete faaliyette bulunma yetkisinin bizzat sivil toplum tarafından verilmiş olmasıdır. Dolayısıyla sivil toplumun bu denetim yetkisi devletin varlığına içkin bir haktır. Devletin varoluşunda doğal olarak mevcut olan bu yetki kamuoyunun sağlıklı oluşabilmesi ile kullanılabilir. Devletin diğer denge mekanizmalarına kıyaslandığında kamuoyunun devletten tamamen bağımsız olduğu görülür. Bu da kamuoyunu denetimin vazgeçilmezi kılmaktadır. Demokratik toplum düzeninin oluşabilmesi ve korunabilmesi de ancak devlet faaliyetlerinin tamamının kamuoyu tarafından denetlenmesiyle mümkündür. Yargısal faaliyetler de bu kapsamdadır. Nitekim devlet mahkemelerinin istisnasız tamamı, karar verme yetkisini halktan (kanunun deyimiyle “milletten”) aldığını her kararında ikrar etmektedir ve bu yasal bir zorunluluktur: Hükmün başına “Türk Milleti adına” verildiği yazılır. Dolayısıyla devletin yargısal faaliyetleri üzerinde kamuoyu denetiminin ve bu kapsamda sosyal medya yargılamasının meşruiyeti sağlam temellere oturmakla birlikte bunun toplumsal yaşam bakımından gerekliliği de tartışmasızdır.

KAYNAKÇA

Arıbaş, Nalcı N. (2021). Kamu Yönetiminde Kamuoyu Denetiminin Araçları, Oğuzhan Sosyal Bilimler Dergisi 3(2), ss. 193-194.

Eren, V. Aydın, A. (2014). Sosyal Medyanın Kamuoyu Oluşturmadaki Rolü ve Muhtemel Riskler, KMÜ Sosyal ve Akademik Araştırmalar Dergisi 16(1), ss. 198-204.

Ercan, M. Can, O. (2022). Yargı Bağımsızlığı Perspektifinde Sosyal Medya Adaleti, Socrates Interdisipliner Sosyal Araştırmalar Dergisi, 8(15), ss. 3-16.

Ulukaya, C. (2019). Sosyal Medya Yargılaması: Ayşegül Terzi Olayı [Yüksek Lisans Tezi]. İstanbul Bilgi Üniversitesi.

Kadın Bedeni Üzerinde Kurulan Ataerkil Baskı: Kürtaj Hakkının Gelişimi

İrem Dağdelen 

Sivil Toplum Çalışmaları o-Staj Programı

Özet

Kadınlar uzun yıllardan beri her türlü haklarını savunmak ve hak elde edebilmek için mücadele etmişlerdir. Başta eğitim olmak üzere çalışma hakkı, eşit yurttaşlık hakkı, kürtaj hakkı gibi hakları elde edebilmek için ataerkil sistemle mücadele etmişlerdir. Osmanlıda kadın hakları Batıda olan kadın hareketleriyle eş zamanlı ilerlemiş öncelikli hak olarak eğitim hakları için mücadele etmiştir. Kürtaj Osmanlı’da yasaklarla karşılaşmış bu durum Cumhuriyet’in ilanından sonrasına kadar uzanır. 1965 yılına gelindiğinde gebeliğin ilk on haftada sağlık sorunuyla birlikte yapılmasına izin verilmiş. 1983 yılında gebeliğin ilk on haftasında yapılan kürtajın sağlık sorunu ibaresi kaldırılmıştır ama bazı şartlara bağlanmıştır. Günümüzde kürtaja erişilebilirliğinin zor olduğu bilinmektedir.

Anahtar kelimeler: Kadın, kadın hakları, Osmanlı’da kadın, kadın hareketleri, kürtaj hakkı

Giriş

Kadınlar geçmiş yıllardan bu zamana kadar sosyal yaşamın her alanında ikincil planda tutulmuştur. Kadınların yaşadığı eşitsizlikler sadece bir bölgede yaşanmayıp bu eşitsizlik tüm dünyada yaşanmaktadır. Sosyal yaşamda ataerkil düzenin en çok baskısını hisseden gruplardan biridir kadınlar. Kadınlar kendi hak ve özgürlüklerini kazanabilmek için hem bireysel anlamda hem de örgütsel anlamda birçok konuda mücadele vermişlerdir. Kadın haklarının gelişiminde rol oynayan üç önemli olay vardır. Birincisi Fransız İhtilali ikincisi Aydınlanma Çağı üçüncüsü ise Sanayi Devrimidir.

Kadın Hareketlerinin Gelişimi

Fransız İhtilaliyle birlikte toplumlar kendi hak ve özgürlüklerinin daha fazla farkına varmış haklar konusunda adımlar atılmıştır. Bunlarda biri ‘ İnsan ve Yurttaşlık Bildirgesi’dir. Kadınlar Fransız İhtilalinde aktif bir role sahiptir. Her türlü alanda bulunmuş insan hakları noktasında sınıfsal ayrımcılığın ve kadın olarak ikincil planda kaldığı toplumda kendi haklarını savunmuştur. İnsan ve Yurttaşlık Bildirgesinde kadın haklarına dair etkin maddelerinin olmaması bunun yanı sıra toplumsal cinsiyet eşitsizliğin ortaya çıkaracağı durumun farkına varıp ilk feminist düşünceler ortaya çıkmıştır. Aydınlanma Çağında her ne kadar Katolik Kilisenin fikirlerinin karşısında durulsa da kadın haklarının aydınlanmasında tam tersi durum görülmektedir. Kadınların yetersiz olduğu, kadınların birey değil annelik ve ev işleriyle tanımlandığı bir dönemdir. Sanayi Devrimiyle birlikte iş gücüne ihtiyaç duyulmuş ve ucuz iş gücü olarak kadınlar görülmüştür. İş yaşamında erkeklere göre daha sağlıksız bir ortamda çalışmakta ve eşit ücret sorunu yaşamaktaydılar. Kadın hareketleri üç olayla birlikte hareket kazanmıştır.

Osmanlı’da Kadın Hareketleri

Osmanlı’da kadın hareketleri Batı’daki olaylara paralel olarak gelişmiştir. Kadınlar hak ve özgürlük mücadelelerini mecmualarda göstermişlerdir. Osmanlı’da kadın hareketleri iki şekilde incelenmektedir. Birincisi Tanzimat öncesi Osmanlı kadın hareketleri ikincisi ise Tanzimat sonrası kadın hareketleri olarak incelenmektedir.

Tanzimat Öncesi Osmanlı’da Kadın

Osmanlı’da kadın Batı’ya göre çok daha görünür haldeydi ama bu görünürlük sadece teoride kalmaktaydı. Osmanlı’da her birey hak ehliyetini ceninin sağlıklı ve özgür doğmasıyla kazanmaktadır. Fiil ehliyetinin şartları da ayrıt edebilme gücüne sahip olma, çocukluktan erginlik çağına geçmek ve reşit olmaktır. Hak ve fiil ehliyetine sahip olan kadın davalarda taraf olmuş kendi haklarını aramışlardır. Osmanlı hukukunda kadının menkul veya gayrimenkul mülkiyeti üzerinde sınırlama olmamakla beraber uygulamaya bakıldığında kadınların malvarlıklarında gayrimenkullerin fazlaca yer almadığı görülmektedir (Yürüt, 2017, s.373).

Bu bağlamda görüyoruz ki Osmanlı’da herkese verilen haklar noktasında kadınlar ikincil plana atılmakta ve haklar sadece teoride kalmaktadır. Bu durum boşanmada da görülmektedir. İslam hukukunda boşanma dörde ayrılır. Boşanma türleri sırasıyla ‘Talak, Tefiz-i talak, Muhala’a ve tefrikdir’ şeklindedir. Osmanlıda kabul edilen boşanma yöntemi talak olarak karşımıza çıkan erkeğin kadını tek taraflı boşama biçimidir. Bunun dışında anlaşma yolu ile yapılan muhala’a boşanma türü de vardır. Aynı zamanda kadına boşanma yetkisinin verildiği tevfiz-i talak boşanma türü vardır. Adil bir boşanma metotlarında biri ise tefrik şeklindedir. Boşanmada da görüldüğü gibi kadın kendine verilen haklardan mahrum bırakılmıştır. Kadın bedeni üzerine bakıldığı zaman günümüzde de görüleceği gibi siyasetin kadın bedeni ve kıyafetleri üzerinden yürütülmesi çok yaygın bir durumdur. Osmanlıda da kadın bedeni ataerkil sistemde baskı altında tutulmuş yenilikçi padişahlarda dahil kadın kıyafetlerinin düzenlenmesi üzerine uygulamalar düzenlemiştir.

Tanzimat Sonrası Osmanlı’da Kadın

Meşrutiyetle birlikte kadınlar kendi hukuksal statüleri hakkında mücadelelerini aktif olarak sürdürmüşlerdir. Hak ve özgürlük mücadelelerini mecmualar sayesinde görünür kılmışlardır. Kadınlar öncelikle olarak eğitim hakkı yönünde büyük mücadeleler vermiş bunun sonucunda olumlu sonuçlar almışlardır. Kadınlar sosyal yaşamda daha görünür hale gelmişlerdir. Eğitim hakkının dışında çalışma hakkı, eşit yurttaşlık hakkı, oy hakkı ve evlilik ile ilgili mücadelelerini daha yüksek sesle dile getirmişlerdir. Siyasal haklar bu dönemde çok yer almamıştır.

Haklı mücadelelerini kadınlar daha çok mecmua ve gazetelerde dile getirmişlerdir. Aynı zamanda dernekler kurarak kamuoyu oluşturmaya çalışmışlardır. O dönemde ses getiren önemli dergilerin başında ‘ Kadınlar Dünyası Dergisi’ gelmektedir. Döneme göre çok radikal söylemleri olan dergi 1913’te kurulan feminist nitelikli Osmanlı Müdafaa-i Hukuk-u Nisvan Cemiyeti’nin yayın organıdır. O döneme ait en önemli derneklerden biri olan Osmanlı Müdafaa-i Hukuk-ı Nisvan Cemiyeti’nin en önemli başarısı ise yedi Osmanlı kadının kamu kurumuna girmesidir. Dergide kadınlar o dönemde ataerkil sistemin gözünden kendi kimliklerini sorgulamışlardır. Kadınlar yazdıkları yazılarla devletten bekledikleri taleplerini aktarmışlardır. Kurtuluş savaşının sembollerinden biri olan Halide Edip tarafından ‘ Teali Nisvan Cemiyeti’ kurulmuştur. Derneğin kuruluş amacı kadınların farkındalık seviyelerini yükseltmek aynı zamanda kadın ve kız çocuklarının eğitimi noktasında önemli girişimlerde bulunmak olmuştur. Bunların yanı sıra kadınlara iş imkanı sağlayan birçok dernek kurulmuştur. 1916 yılında Enver Paşanın önderliğinde ‘Osmanlı Kadınları Çalıştırma Cemiyet- i İslamiyesi’ kurulmuştur (Yürüt, 2017, s.384). Ama derneğin yönetim bölümünde kadın yoktur ve o dönemde kadınlar bu durumu eleştirmiştir.

Osmanlıda Kürtaj Hakkı

 Kürtaj, döl yatağının içini kazıyıp cenini kazıma işlemidir (Türk Dil Kurumu). Kürtaj hakkı, toplumun benimsediği dini, kültürü, anneliğe ve kadına dair mitlere, o dönemki nüfus politikalarından ve hükümetin kürtaja bakış açısından etkilenmiştir. Osmanlı İslam hukukuyla yönetilen bir devletti. İslam hukukunda kürtaj caiz değildir. Sperm ana rahmine düştükten sonra ilk on hafta içerişinde kürtaj yapılma iznine sahiptir ama bu izin sağlık sorunları olması koşuluna bağlıdır. Onuncu haftadan sonra kürtaj yapılamaz İslam’da onuncu haftadan sonra cenine ruh üflendiği kabul edilir. Osmanlı’da da bu bakış açısıyla hareket edilmiş kürtaj yapılmasının doğru olmadığı dinen yasak olduğu kabul görmüştür. 1838 yılına kadar kürtaj ile ilgili yaptırımlar İslami Hukuk çerçevesinde yapılmıştır. 1838 yılına gelindiğinde Osmanlı nüfus politikalarında etkin olan politika nüfusun fazlalığı güç olarak görülmüş ve aynı zamanda nüfusun fazlalığı ekonomik yönden de güç sayılmıştır. Ve o dönemde kürtaj Allah’ın takdirine karşı olduğu ve cezalandırılması gerektiğini vurgulanır. 1858 yılına gelindiğinde Ceza Kanunnamesinde 192. ve 193. maddelerinde kürtajı suç saymış ve yasak kılmıştır. Osmanlı döneminde verilen şu fetva, çocuk düşürmeye sebep olana ta’zir cezası verileceğini belirtmektedir: “Zeyd bir taâma ıskât-ı cenîn eder deyû devâ katub Hind-i hâmile verüb Hind dahı bilmemekle kendi eliyle yiyüb ândan nâşî bir cenîn-i meyyit ilkâ eylese Zeyd’e ne lâzım olur? El-Cevâb: Ta’zîr.” (Tokaç, 2012, s.20). Burada cezayı alan kadın değil kürtaja yardım edenlerin cezalandırılmasını altını çizer. Osmanlı Devleti’nde çocuk düşürmenin yasaklanması bu madde ile sadece dini değil aynı zamanda insani ve toplumsal temellere dayandırılmıştır. Osmanlı’daki yabancı gözlemcilerin geç 18. yüzyıl ve erken 19. yüzyılda kürtajın görece özgür olduğunu ve ahlaki bir sınırlamanın olmadığını bildirdiklerini de hatırlatmak gerekir (Kubilay, 2014, s.394).

Osmanlıda kadın hareketlerine baktığımızda kürtaj hakkı gündeme gelmemiştir. Bunun sebebi ise öncelikli olarak sosyal yaşamda kimliklerini görünür kılmak ve eşit hak ve özgürlüklere ulaşma amacıdır. Kürtaj yasaklarına baktığımızda kadın birey olarak görülmemiş onun vücuduyla ilgili kararları ataerkil düzenin hakim olduğu politikalar düzenlenmiştir. Kadını bireyden çok annelik, doğurganlık rolüyle tanımlamış olup nüfus politikalarıyla kadın bedeni üzerinde baskı altına alınmıştır

Cumhuriyet’e Geçiş Dönemi Kürtaj Hakkı

Yaşanılan savaş döneminden sonra nüfus azalmış olup nüfus artırma politikası devam etmiştir. Bu dönemde de kürtaj yasağı devam etmiştir. Mustafa Kemal ATATÜRK’ün 24 Nisan 1920’de yaptığı bir konuşmada nüfusun artırılmasının önemine dikkat çekmiştir. ‘Ulusumuzun sağlığının korunması ve güçlendirilmesi, ölümlerin azaltılması, nüfusun artırılması ve bu suretle ulus bireylerinin dinç ve çalışma yeteneğiyle yetiştirilmesi gerekir.’ Şeklinde açıklama yapmıştır (Kubilay, 2014, s.394).

Cumhuriyet Sonrası Kürtaj Hakkı

1926 yılında kabul edilen kürtaj yasağı devam etmiş bununla birlikte gebeliği önleyici alet ve ilaçların satılması ile doğum kontrolü, kürtaj gibi konularda propaganda bile yapmak yasaklanmıştır. Ceza Kanunu’nda kürtajı yasaklayan kısmın adı “Kasten Çocuk Düşürmek ve Düşürtmek Cürümleri” iken 1936’da yapılan bir değişiklikle bölümün adı “Irkın Tümlüğü ve

Sağlığı Aleyhine Cürümler” olarak değiştirilmiştir.(Kubilay,2014,s.395) Bu değişikliğe baktığımızda kadın bedeni, üremesi, kadının cinselliği devletin eline geçtiğini göstermektedir.

1923-1955 yılları arasında nüfus 11 milyon artış göstermiş ve nüfusun artmasıyla birlikte gelen sorunlar(işsizliğin artması, göç, çarpık kentleşme vs.) gündeme gelmiş uygulanan politikalar eleştirilmeye başlanmıştır.

1965 yılına gelindiğinde Nüfus Planlana Hakkında Kanun kabul edilmiş tıbbı zorunluluk halinde kürtaj yapılmasına izin verilmiştir. Ancak isteğe bağlı yasak sürdürülmüştür. Kürtajla ile ilgili en önemli problemlerden biri ise kürtajın ulaşılabilirliğinin çok kısıtlı olmasıdır. Özellikle sosyal ve ekonomik durumundan dolayı kürtaja sağlıklı bir şekilde erişemeyen kadınların varlığı, dönemin CHP’li milletvekili tarafından meclise kanun teklifi sunsa da herhangi bir sonuç alınamamıştır.

1970’lerde doğum kontrolü ve kürtaj tartışmaları yoğunlaşmış, çeşitli meslek örgütleri ve sivil toplum kuruluşları kürtajın serbestleştirilmesi konusunda raporlar hazırlayarak bu yönde bir kamuoyu oluşturmuşlardır. Meclis nezdinde çeşitli girişimlerde bulunulmuşsa da isteğe bağlı kürtajın yasallaşması, 12 Eylül sonrası mümkün olabilmiştir. 1983’te çıkarılan 2827 sayılı Nüfus Planlaması Hakkında Kanun’la kürtaj uygulaması için “tıbbi gereklilik” şartı kaldırılmış, hamileliğin ilk on haftasında kürtaj yasal hale gelmiştir.

2005 yılına gelindiğinde TCK’da yapılan bir değişiklik ile kadının mağduru olduğu bir suç neticesinde hamile kalması durumlarında, süresi 20 haftadan fazla olmamak ve kadının rızası olmak koşuluyla, gebeliği sona erdirene ceza verilmeyeceğini bildirmiştir.

Günümüzde şuan gebeliğin ilk on haftasında sağlık koşulu aranmaksızın kürtaj yapılabilmektedir. Ama bunlara belli şartlara bağlanmıştır. Kadın bedeni, üreme kapasitesi ve cinselliği üzerindeki hükmü evli ise eşinden izin ve imza alarak gebe kalan kişi reşit değilse ailesinden izin ve imza alarak kürtaj yapılması meşru olmaktadır. Kısacası kadın kendi bedeni ve hayatı üzerinde hür kararlar alamamakta karar verirken başka birinin imzası aranmaktadır. Günümüzde toplumsal cinsiyetsizliklerin yaşandığı ataerkil sistemde kadınların kendi yaşantıları noktasında iş, yaşam tarzı gibi tercihlerin baskılanması dışında kendi bedeni üzerindeki karar vermeleri birey olarak kadına verilmemiştir.

Günümüz nüfus politikalarına baktığımızda nüfusun artırılmasına yönelik olduğu görülmektedir. Üç çocuk söylemi bunu destekler niteliktedir. Kürtaj hakkı probleminin yeniden ortaya çıkmasını sağlayan olay ise 2012 yılında dönemin başbakanı kürtaj ile ilgili ‘ Her kürtaj bir Uludere’dir’ açıklama yapmasıyla kürtaj hakkı problemi yeniden gündem olmuştur. Açıklamanın ardından kürtaj hapı olarak bilinen ‘Misoprostol’ hapı yasaklanmıştır (Atay, 2017, s.11). Bu olaylar sonucunda feministler ve sivil toplum kuruluşlarının birlikteliği ile bu olaydan sonra ‘ Kürtaj haktır. Karar kadınların’ sloganıyla 22 şehirde oturma eylemi yapılmıştır. Kürtaj haktır, karar kadınların platformu kurulmuştur.

Günümüzde kürtaj hakkına erişim kolay değildir. Mor Çatı Vakfı 2015 yılında İstanbul’da kamu hastanelerinde bir araştırma yapmıştır. Bu araştırmalar sonucunda sadece 3 kamu hastanesinin isteğe bağlı kürtaj yapmakta olduğunu, 12’sinin hiçbir şekilde kürtaj yapmadığını ve 17’sinin ise yalnızca tıbbi zaruret hâllerinde heyet kararı ile teröpatik kürtaj yaptığını göstermiştir (Atay,2017, s.11). Bu durumda da kürtaj yaptırmak isteyen kadınlar devlet hastanelerinde kürtaj hakları olsa dahi haklarına erişemedikleri için özel hastanelere gitmek zorunda kalmaktadırlar. Ve bu durumdan en çok olumsuz etkilenen kısım ekonomik anlamda yeterliliğe sahip olmayan kadınlardır. Kadınlar kürtaj hakları bağlamında mağdur edilmektedir.

Muhazakar ve Seküler Bakış Açısında Kürtaj Hakkı

Muhafazakar kesim İslami noktada temellendirmektedirler. Aynı zamanda kürtajın yasaklanmasının bir çözüm getirmeyeceğinin daha sağlıksız ortamlarda yapılarak sağlık anlamında problemlere yol açılacağını savunmakla beraber kadını bireyden çok anne olarak ele almakta ve annelik kavramını kutsallaştırmaktadırlar. Annenin toplumda yaşadığı eşitsizliklerin çözüldüğünde bu durum ortadan kalkacağını savunmaktadırlar. İslami anlamda bedenin insana emanet olduğunu kişinin kendi bedeni üzerinde karar verirken hür olmadıklarını savunurlar. Seküler kesim ise ‘ Kürtaj haktır. Benim bedenim, benim kararım’ sloganıyla yola çıkmış kadını bir birey olarak kabul edip bedeni ve kendi yaşantısı noktasındaki seçimlerinde hür olduklarını belirtmiştir. Özellikle doğum kontrol ile ilgili ilaç ve aletlerinin erişimindeki zorluklarını, kürtaj hakkının engellenmesi ve uluşabilir olmadığının altını çizmektedirler.

Sonuç

Kadınların maruz kaldığı eşitsizlikler evrenseldir. Yıllar boyunca kadınlar toplumsal anlamda ötelenmiş ve ikinci plana atılmıştır. Kadın hareketlerinin oluşumuyla kadınlar toplumsal alanda daha fazla görünür hale gelmişlerdir. Kadın hareketlerinde etkili olan üç önemli olay vardır. Birincisi Fransız İhtilali ikincisi Aydınlanma Çağı üçüncüsü ise Sanayi Devrimidir. Osmanlıda kadın hareketleri Batıda gerçekleşen kadın hareketleriyle eş zamanlı olarak ilerlemiştir. Osmanlıda kadın hareketleri iki dönemde incelenmektedir. Birinci Tanzimat öncesi kadın ikincisi ise Tanzimat sonrası kadındır. Osmanlı Devletinde kadın Batı’ya göre daha görünür olmakla birlikle hak ve özgürlük noktasında yeterli seviyede değildir. Olağan haklar ise teoride kalmakta uygulamakta noktasında işlevsizdir. Osmanlı kadınları seslerini meşrutiyetle birlikte daha fazla duyurmuşlardır. Bunları yaparken istek ve görüşlerini mecmualarda dile getirmişlerdir. Osmanlı kadınlarının ilk öncelikleri eğitim hakkı ve çalışma hakkı olmuştur. O dönemde siyasi hakların üstünde durulmamıştır. Aynı şekilde kürtaj hakkından da bahsedilmemiştir. Osmanlıda kürtaj ise İslami olarak şekillenmiş 1858 Ceza Kanunnamesiyle yasaklanmış ve suç sayılmıştır. Bunun en büyük etkeni nüfus politikaları olmuştur. Cumhuriyet’e geçiş dönemiyle de yasaklar devam etmiş nüfus artırımı noktasında halka teşvikler yapılmıştır. Bunun nedeni ise savaştan çıkan ülkenin nüfusunun azalması olmuştur. Cumhuriyet’e geçiş ile birlikte kürtaj yasağı devam etmiş kürtaj yasağının propagandasını yapmak dahi yasaklanmıştır. 1923-1955 yılları arasında nüfus artışının olmasıyla birlikte nüfusu azaltma politikasına gidilmiş ve gebeliğin ilk on haftasında tıbbi zorunluluk halinde kürtaj yapılmasına izin verilmiştir. Ama isteğe bağlı kürtaj yasağı devam etmiştir. 1983 yılına gelindiğinde ise gebeliğin ilk on haftasındaki tıbbi zorunluluk kaldırılmıştır. Ama bu durum bazı şartlara bağlanmıştır. Kadın evliyse eşinin iznine, reşit değilse ailesinin iznine tabi tutulmuştur. 2005 yılına gelindiğinde TCK’da yapılan bir değişiklik ile kadının mağduru olduğu bir suç neticesinde hamile kalması durumlarında, süresi 20 haftadan fazla olmamak ve kadının rızası olmak koşuluyla, gebeliği sona erdirene ceza verilmeyeceğini bildirmiştir. Aynı zamanda kadının kendi bedeni ve hayatı üzerinde olan kararlarını tek başına alamamakta eşinin ve velisinin iznin olması şartı aranmaktadır. Muhafazakar kesimin kürtaja bakış açısı İslami noktada şekillenmiş anneliği kutsal saymış ve annelerin toplumsal yaşamda yaşadığı eşitsizliklere dikkat çekmiştir. Seküler bakış açısında ise daha özgürlükçü bir bakış açısıyla açıklanmış kadınların yaşadıkları mağduriyetleri ele almışlardır.

Kürtajın yasaklanması kürtajı ortadan kaldırır mı? Sorusunu sormak gereklidir. Kürtajı yasaklamak bir çözüm değildir. Bir kadının kendi bedeni üzerinde vereceği karar noktasında kadın özgür bırakılmalıdır. Kadının kendi bedeni üzerindeki kararı verirken ikinci bir kişinin imzasının şart olması kadının karar mekanizmasını eksik görmektir. Kürtaj sadece kadının kendi bedeni değil kendi hayatıyla ilgili de verdiği bir karardır. Kadının kendi bedeni üzerindeki hakkı toplumda yaşadığı diğer sorunların kaynağında olduğu gibi ikiyüzlü ataerkil sistemdir. Sistem neyi uygun görüyorsa kadın bedenine o hüküm uygulanmaktadır. Günümüzde kürtaj, gebeliğin ilk on haftasında serbest olmasına rağmen kürtaj hakkına erişimin zorluğu mevcuttur. Özellikle maddi yönden dezavantajlı olan kadınlar için çok daha fazla ulaşılmaz olmaktadır. Ve merdiven altı dediğimiz sağlık açısından çok tehlikeli olan yerlerde kürtaj işlemi yapılmakta bu da kadın sağlını ciddi şekilde riske atmaktadır. İstenmeyen gebelik sonucu doğan bebekler için hem de kadın için riskler orta çıkmaktadır. Doğan bebeğin güvenlikli, sağlıklı ve ihtiyaçlarının karşılanabileceği bir ortamda bulunması gerekmektedir. Aynı şekilde kadının ruh sağlığı ve beden sağlığı hem kendi hem de çocuk için çok önemlidir. Kadın maddi yetersizlik durumundan kürtaj istiyorsa devletin bu noktada sosyo-ekonomik anlamda yardım etmesi gereklidir. Kadın annelik rolüne hazır olmayabilir ya da sosyal destek sistemleri yeterli olmayabilir. Bu doğrultu da kadına psikolojik danışmalık ve rehberlik sağlanmalıdır. Kendi hayatı noktasında farklı hedefleri olabilir. Bu anlamda kadını birey olarak kabul edilmeli kendi bedeni ve yaşantısı hakkında karar veren kadın olmalıdır.

Özelikle kürtaj hakkı probleminin çözümünde bunun devlet tarafından desteklenmesi gerekmektedir. Gebelik önleyici ilaç ve aletlerinin daha ulaşılabilir olması gerekmektedir. Kamu hastanelerinde kadının hakkı olan kürtaja hakkına ulaşımının daha kolay olması gerekmektedir. Bununla birlikte ergenliğe girmiş her bir bireye kapsamlı cinsel eğitim verilmelidir. Sadece bu eğitim ergenlere değil yetişkin olan her herkese verilmelidir. Her şeyden önce kadını toplumdaki kalıplardan sıyırarak bir birey olduğunu hak ve özgürlükleri noktasında karar verenin sadece kendisi olduğu kabullenilmelidir.

Kaynakça

Berna Yürüt, ‘ Tanzimat Sonrası Osmanlı Kadın Hareketi ve Hukuki Talepleri’, TBB Dergisi (özel sayı) (2017)Sayfa: 365-396

Çağla Kubilay, ‘İslami Muhafazakâr Kadın Yazarların Perspektifinden Kürtaj Tartışması: Eleştirel Bir Değerlendirme’, Alternatif Politika,Cilt:6, Sayı:3 (2014) Sayfa 387-421

Hazal Atay, “Kürtaj Yasasının Arkeolojisi: Türkiye’de Kürtaj Düzenlemeleri, Edimleri, Kısıtları ve Mücadele Alanları ” Fe Dergi 9, no. 2 (2017), 1-16.

Mahmut Tokaç, ‘Osmanlı Belgelerinde Çocuk Düşürme (Iskat-ı Cenin)’, Dosya: Sezaryen ve Kürtaj (2012) Sayfa: 21-23

Kozmopolit Dünyada Göçmen Kimliği ve Geçici Koruma Statüsü Altındakiler

Yaren GÜLŞEN

Göç Çalışmaları o-Staj Programı

Özet

İnsanlık tarihinin esasen göç tarihi olmasına rağmen göçmenler varış noktalarında birer yabancı olarak güvenlik kaygısı, işsizlik, barınma sorunu, dil bariyeri ve dışlanma gibi sorunlarla karşılaşmaktadır. Ev sahibi devletlerin uyguladıkları entegrasyon politikaları, göçmenlerin karşılaştığı sorunların giderilmesini ve sorunsuz biçimde toplumsal sisteme dahil olmalarını amaçlamaktadır. Entegrasyon süreci, ev sahibi toplum ve göçmen açısından ele alınması gereken çok boyutlu bir doğaya sahiptir. Bu çalışmada, 2011 yılında Suriye’de başlayan iç savaş sonucunda Türkiye’ye gelen ‘’misafirlerin’’ bütünleşme süreci ve Türkiye’nin bu süreci uyum kavramıyla tanımlaması, ‘’uyum’’ tercihinin bütünleşme sürecine ve göçmenlerin kimliklerine dair algıları üzerine etkisi tartışılmıştır. Göçmen kimliğini anlamak üzere Von Vacano’nun Hınç Teorisi Türkiye’deki geçici koruma statüsü altındaki Suriyeliler örneği üzerinden ele alınmıştır. Göçmen entegrasyonu ve göçmen kimliği konusunda özellikle günümüzün koşullarında dönüşüm geçiren göç ve göçmen kimliğini anlamaya dair çalışmaların çoğunlukla ev sahibi ülkelerin göç politikaları ve sonuçlarına odaklanmış olmaları dikkate alınarak araştırmanın amacı, Türkiye’de geçici koruma statüsü altında olan Suriyelilerin uyum sürecindeki deneyimleri ve bu deneyimler sonucunda kendi kimliklerini nasıl inşa ettiklerini saptamaktır. Bu çerçevede Suriyelilerin Türkiye’deki yaklaşık 13 yıllık mevcudiyetlerinin sonucunda deneyimledikleri uyum süreci ve karşılaştıkları sorunlar ele alınmıştır. Kozmopolit

Anahtar Kelimeler: Göçmen Kimliği, Hınç Teorisi, Geçici Koruma Statüsü, Suriyeliler, Uyum.

Abstract

Although the history of humanity is essentially a history of migration, migrants face problems such as security concerns, unemployment, housing problems, language barriers and exclusion as foreigners at their destination. The integration policies implemented by host governments aim to eliminate the problems faced by migrants and ensure their smooth integration into the social system. The integration process has a multidimensional nature that needs to be addressed from the perspective of the host society and the migrant. In this study, the integration process of the “guests” who came to Turkey as a result of the civil war that started in Syria in 2011, Turkey’s definition of this process with the concept of cohesion, and the impact of the preference for “cohesion” on the integration process and migrants’ perceptions of their identities are discussed. In order to understand migrant identity, Von Vacano’s Theory of Resentment is discussed through the example of Syrians under temporary protection in Turkey. Considering the fact that studies on migrant integration and migrant identity have mostly focused on the migration policies and outcomes of host countries, the aim of the research is to determine the experiences of Syrians under temporary protection status in Turkey during the integration process and how they construct their identities as a result of these experiences.  In this framework, the integration process and the problems faced by Syrians as a result of their 13-year stay in Turkey are discussed. Kozmopolit

Keywords: Migrant Identity, Resentment Theory, Temporary Protection Status, Syrians, Cohesion.

GİRİŞ

İnsanlık tarihinin esasen göç tarihi olmasına rağmen göçmenler[1] ev sahibi toplumlarda “yabancı”dırlar ve “toplumsal olarak henüz bütünleşmemiş bir gruba işaret etmektedirler” (Kümbetoğlu, 2016:75; Aykaç & Karakaş, 2022:420). Zorunlu göç deneyimi sonrasında ise varış noktalarında birer yabancı olarak güvenlik kaygısı, işsizlik, barınma sorunu, dil bariyeri ve dışlanma gibi sorunlarla karşılaşmaktadırlar. Ev sahibi devletlerin uyguladıkları entegrasyon politikaları, göçmenlerin maruz kaldığı sorunların giderilmesini ve sorunsuz biçimde toplumsal sisteme dahil olmasını amaçlamaktadır. Ancak ev sahibi devletler göçmenlerin entegrasyonu için her zaman entegrasyonu tercih etmemiş; asimilasyon, çokkültürlülük, uyum gibi politikalar da tercih edilmiştir. Entegrasyon temelde göç edenlerin ev sahibi ülke ve toplumuna uyum sağlaması olarak tanımlanmaktadır nitekim uluslararası göç politikaları özellikle göçmenlerin ve mültecilerin göç ettikleri ülkeye uyumunu esas almaktadır (Fitzgerald, 2000). Fakat entegrasyon süreci, ev sahibi toplum ve göçmenler açısından ele alınması gereken çok boyutlu bir doğaya sahiptir. Göçmenler açısından, yeni bir yaşam ve farklı bir topluma dahil olma gibi radikal değişimler kolay değildir, sancılı süreçleri beraberinde getirmektedir (Cox & Geisen 2014). Üstelik bu değişim süreci, zoraki ve travmatik bir deneyim sonucunda başlamışsa oldukça zor bir süreci ifade etmektedir (Buz, 2004; Coşkun, 2019:8). Bu çalışmada, 2011 yılında Suriye’de başlayan iç savaş sonucunda Türkiye’ye gelen ‘’misafirlerin’’ bütünleşme süreci ve Türkiye’nin bu süreci uyum kavramıyla tanımlaması, ‘’uyum’’ tercihinin bütünleşme sürecine ve göçmenlerin kimliklerine dair algıları üzerine etkisi tartışılacaktır. Kozmopolit

1.     Entegrasyon, Bütünleşme, Adaptasyon, Uyum

Göç en basit ifade ile bireylerin siyasi, sosyal, ekonomik, çevresel (doğal afetler) gibi nedenlerle bulundukları yerden gönüllü yahut zorunlu, geçici yahut sürekli, bireysel yahut kitlesel olarak ayrılması ve nihayetinde vardıkları noktada göçmenlik çatı kimliği altında sığınmacı, mülteci, şartlı mülteci gibi yeni kimliklere bürünmesi olarak ifade edilebilir (Adıgüzel, 2018). Küreselleşmenin olgunlaşması ile yeni bir içerim kazanan göç ve göçmenlik mefhumunun içerik ve yapısındaki dönüşümleri anlamak elzemdir. Bu bağlamda göçü tetikleyen faktörler, sürecin kendisi, entegrasyon yahut geri dönüş gibi deneyimler yeniden ele alınmalı ve dönemin ruhu içerisinde anlamlandırılmalıdır. Göç mefhumunun kendisi ilgi çekicidir ancak ‘’son zamanların en büyük sorunu’’ haline gelmiştir ve göçün yönetilmesinin önem kazanması ile entegrasyon süreci öne çıkmıştır. Toplumsal uyum, adaptasyon yahut entegrasyon olarak adlandırılan bütünleşme süreci göçmenlerin dil, din, etnik kimlik veyahut diğer kimliklerinin hedef ülkelerin toplumsal yapısı ile uyum sağlamasını içerir. Nitekim göç, sadece insan hareketliliğini değil kültürel alışverişi de içermektedir; dolayısıyla göç, yerleşik grupların yeni gelenlerle karşılaşmasıdır (Faist, 2018:6). Bu karşılaşma, göçmenin yerli halkla bütünleşmesini içeren süreci ifade eder. Bu süreci ifade etmek için genellikle keskin sınırlarla ayrılmayan entegrasyon, bütünleşme, adaptasyon ve uyum kavramları kullanılmaktadır. Bu kavramlar arasında keskin sınırların olmayışı, açık ve net bir kavramsal çerçevenin yokluğunu ve siyasi bağlamdan ayrı olmadığını da göstermektedir (Beaud & Noiriel, 1990; Aykaç & Karakaş, 2022:420).

2.      Kozmopolit Bir Dünyada Göçmen Kimliği ve Hınç Teorisi

Von Vacano, kozmopolit bir dünyada göçmen kimliğini anlamak için, Nietzsche’nin hınç (ressentiment) duygusu sorununa ilişkin yorumunu, göçmen kimliklerinin ahlaki ve politik psikolojisini anlamada yararlı olduğunu belirtmektedir. Bu hususta ikisi yapısal ve sonuncusu kültürel olmak üzere üç bağlam çağdaş yeni göçmen kimliğinin oluşumunu şekillendirmektedir. Bunlar; ev sahibi devletin göçmeni kabul etme şekli, yeni göçmenlerin ekonomideki önemsiz emek kaynakları olarak ikincil konumu ve bu yapısal kısıtlamalara yanıt olarak yeni göçmenlerin etno-kültürel değerlerinin ileri sürülmesi. Bu üç kısıtlamanın, günümüzün kozmopolit dünyasında göçmen kimliğinin, ‘’yeni göçmenlerin’’ ev sahibi ülke ve toplumuna entegrasyonunda sürtüşmelere yol açabileceğini savunmaktadır. Kozmopolit

Göç, nispi bir zorunluluk -genellikle ekonomik- altında yapılan bir eylemdir, ev sahibi devletler ise genellikle göçmenlerden siyasi ve ekonomik alanlarda zorlayıcı taleplerde bulunmaktadır ve bu duruma ek olarak göçmende eski kültürün, geleneklerin, bağların terk edilmesi hissiyatı mevcuttur. Bu durum hem bir ihanet olarak hem de basitçe yerinden edilmek olarak algılanabilir. Dolayısıyla, göçmenin nasıl yaşaması gerektiğine dair düşünceleri hem kin hem de çelişkilerle doludur. Göçmen deneyimi, göçmen bilinci için varsayılandan çok daha karmaşıktır; iç içe geçmiş, sabit ve doğrusal olmayan süreçleri içermektedir. Göçmenin kendini inşa etmesi, bireysel çabaya bağlıdır ve küresel konjonktürle yakından ilişkilidir. Bir yandan ev sahibi toplumda hayata katılmaya hevesliyken diğer yandan yapısal, kültürel ve ahlaki nedenlerden dolayı entegrasyona direnç göstermektedir. Kozmopolit

3.     Metot

Literatüre katkı sağlamak üzere kaleme alınan bu çalışmanın konusu “Kozmopolit Dünyada Göçmen Kimliği ve Geçici Koruma Statüsü Altındakiler” olarak belirlenmiştir. Göçmen entegrasyonu ve göçmen kimliği konusunda özellikle günümüzün koşullarında dönüşüm geçiren göç ve göçmen kimliğini anlamaya dair çalışmaların çoğunlukla ev sahibi ülkelerin göç politikaları ve sonuçlarına odaklanmış olmaları dikkate alınarak araştırmanın amacı, Türkiye’de geçici koruma statüsünde olan Suriyelilerin uyum sürecindeki deneyimleri ve bu deneyimler sonucunda kendi kimliklerini nasıl inşa ettiklerini saptamaktır. Araştırmanın, göçmen deneyimlerini ve entegrasyon sürecinin göçmenlerin kimlik algılarına olan etkisini anlama noktasına yoğunlaşmış olması metodolojik uygunluk açısından nitel araştırma yöntemlerine başvurulmasına sebebiyet vermektedir. Bu noktada Von Vacano’nun hınç teorisi küreselleşmenin olgunlaştığı ve ivme kazandığı günümüzdeki ‘’yeni göçmenleri’’ anlamak açısından araştırmanın teorik çerçevesini oluşturarak Türkiye’de bulunan geçici koruma statüsü altındaki Suriyeli göçmenlerin Türkiye’deki uyum süreçlerinde kendi kimliklerine dair algılarını anlamak ve anlamlandırmak için karşılaştıkları sorunlar irdelenecektir. Kimlik algısındaki dönüşümün ve kompleks örüntünün aydınlatılmasında ve anlaşılmasında bireylerin hayat deneyimlerini, bireysel eylemlerini ve düşüncelerini bilmek elzemdir. Böylelikle göçmenlerin entegrasyon sürecindeki deneyimleri ve kimliklerine dair yaşadığı gerilimlerden kaynaklı dönüşümler soruşturulacaktır.

4.      Türkiye’nin Tercihi: Uyum ve Geçici Koruma Statüsü

1951 Cenevre Sözleşmesini kabul eden Türkiye ‘’coğrafi sınırlama’’ ile Avrupa dışından gelen göçmenleri mülteci statüsüne kabul etmemektedir (GAR, 2021:18-19). Bu sebeple Avrupa dışından gelen göçmenler uluslararası koruma statüsüne sahipken, Suriye’den gelen göçmenler geçici koruma statüsündedir. Türkiye’deki göçmenlerin statüleri ve hakları hususu, 2013 tarihli Yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanunu (YUKK)[2] ile belirlenmiş ve göçmenlerin bütünleşme süreci “uyum” olarak tanımlanmıştır. Uyum politikasının karşılıklılık, gönüllülük ve kurumlararası iş birliğine dayandığı[3] vurgulanmış olsa da göçmenlerin geçici olduğu fikri üzerine temellendirilmiştir. Uyum, bir yandan göçmenlerin gündelik hayatına devam etmelerini kolaylaştıran düzenlemeleri içerirken diğer yandan göçmenlerin kalıcı olmadığını, ülkelerine geri dönecekleri fikrini içermektedir (Güler, 2020:265). Dolayısıyla uyum stratejisinin tercih edilmesi göçmenlerin kalıcı olmadığı fikrine dayanmakta ve ‘’geçici koruma altında’’ statüsünün belirsizliği ise entegrasyon sürecine engel teşkil etmektedir. Göçmenlerin temel insan haklarına erişimini sağlayacak kadar dahil edilmelerini ancak birlikte gelecek tasarlamayacak kadar muaf tutulmalarını sağlamaktadır (Aykaç & Karakaş, 2022). Ayrıca göçmenlerin geleceğine ilişkin bir açıklama mevcut değildir. Göçmenlerin “misafir” olarak tanımlanması da geçicilik vurgusundan beslenmektedir. Kozmopolit

5.      Göçmen Kimliği; ‘’misafir’’

Geçici koruma statüsünün belirsizliği ve misafirlerin geçici sakinler olarak algılanması, göçmenlerin istenildiğinde geri gönderilebileceği algısını yaratması nedeniyle uyum sürecini zedelemektedir. Ayrıca kimlik belirsizliği tehlikesini yaratma potansiyelini de taşımaktadır. Göçmenler katıldıkları yeni toplumda kendi kimliklerini ve kültürlerini ifade edemediklerinde, uyum sorunlarına yol açma potansiyeli olan kararsız kimlikler sorunu ortaya çıkmaktadır (Perşembe, 2009:245). Kararsız kimlikler göçmenlerin marjinalleşmesine yol açabilir. Kendilerini ev sahibi toplumdan dışlanmış veya tehdit altında hisseden göçmenler, topluma dahil olmaya çalışmak yerine kendilerini toplumdan soyutlayabilir ve bu durum radikal sonuçlara yol açabilir (ECRE, 2005:11). Kapının açılmasıyla gönderilecek olan ‘’misafir’’lerin ev halkı ile uyum içinde yaşaması beklentisinin ütopik olduğu aşikardır; geçici olarak korunan misafirler geçici olarak uyum gösterebilir ve tanınmayan kimlikler diğer kimlikleri tanımayabilir. Kozmopolit

6.      Tartışma

Türkiye’nin göç tarihi oldukça eskilere dayanmasına rağmen Suriye’den gelen göçmen hacminin büyüklüğü ile kalıcı olma ihtimalleri ve yerli halkın göçmenlere dair hoşnutsuzluklarının artmaya başlaması göçün nasıl yönetileceği hususunu gündeme taşımıştır. (Güler, 2020:266). Nitekim 2016 tarihli AB-Türkiye Mutabakatı’na kadar Türkiye’nin entegrasyona yönelik somut politika izlememesi ve geçici koruma statüsü sebebiyle yaşanan belirsizlik durumuna ilişkin kapsamlı bir eleştirel literatür bulunmaktadır (Abdelaaty, 2019). Göç İdaresi Genel Müdürlüğü, uyum kavramını vurgulayarak “çeşitliliğin toplumsal kabulü’’ ile toplumsal uyumu amaçlamaktadır.[4] Fakat geçici koruma statüsü, göçmenleri uluslararası mülteci haklarından mahrum bırakmaktadır ve daha önemlisi, geçici korumanın ne zaman ve ne şekilde biteceğine dair bir yol haritası mevcut değildir (Danış, 2019; Danış & Dikmen, 2022:31). Ayrıca 2017 yılından itibaren “yüksek vasıflı ve Türkiye’ye katkı sunan Suriyelilerin” “istisnai vatandaşlık” maddesi ile aldığı vatandaşlığın hangi kriterlere göre yapıldığının belirsiz oluşu (Danış & Dikmen, 2022: 33) ve geçici koruma statüsü verilen 3 milyonu aşkın göçmenin ne kadarlık kısmının ne zamana kadar geçici olduğunun muğlaklığı (Polat, 2020:120), entegrasyon sürecine ve bilhassa göçmenlerin kimlik algılarına zarar vermektedir.

Göç ve göçmenlik bir sorun değildir esasen göçün yönetilmesi sorun teşkil etmektedir. Türkiye’deki toplumsal kabul düzeyinin, yaşanılan sorunlara rağmen yüksek düzeyde gerçekleştiği ancak kabulün oldukça kırılgan olduğu ve sürdürülebilir olması için sürecin iyi yönetilmesi gerektiği (Çoşkun, 2019:99) belirtilmektedir.  Türkiye’de entegrasyon politikaları göçmenlerin asgari ihtiyaçlarını karşılamaya yöneliktir. Gündelik hayattaki etkileşime dair sivil entegrasyon süreci göçmen ile yerli halk arasında kendiliğinden gelişen karşılıklı ilişkiye bırakılmıştır. Uyum süreci ile özgün bir entegrasyon stratejisi geliştirilmiştir ancak bu süreçte sosyal yahut sivil entegrasyonu sağlayabilecek imkanların neler olduğu belirsizliğini korumaktadır. Göçmenlerin toplumsal yapıya kalıcı olarak dahil edildiği, yerli halk ile beraber yaşam sürmelerini kolaylaştıracak şeffaf ve sürdürülebilir politika ve uygulamalar mevcut değildir. Geçici koruma statüsü altındaki Suriyelilerin mülteci olarak kabul edilmeyişi ve siyasi çıkarlar uğruna araçsallaştırılmaları, AB fonlarının ne kadarının nasıl harcandığına dair şeffaf olunmaması (Danış & Dikmen, 2022) ve göçmenlere yönelik politikaların muğlaklığı entegrasyon sürecine engel teşkil etmekte ve göçmenlerin kimlik algılarını olumsuz etkilemektedir.

SONUÇ

Göç genellikle zorunluluk, hayallerin peşinde koşma ve daha iyi bir yaşam arayışıyla dolu zorlu bir süreçtir (Aydıngül, 2016) ve göç kararı alınmasından başlayarak hedef ülkeye ulaşılana kadar geçen süreyi kapsar. Göç kararı alma süreci endişe ve kaygıyla başlar ve yeni ülkede uyum sağlama süreci de benzer duygularla devam eder. Göçmen olmak, göçmen kimliğine sahip olmasından dolayı, bireyin iç dünyasında bazı değişikliklere yol açar. Üstelik ev sahibi toplum ile göçmen ilişkileri, göçmenlerin göç sonrası deneyimlerine yardımcı olabilecek veya engelleyebilecek ortam oluşturabilmektedir (George, 2003; George, 2012: 430). Genel olarak, yeni göçmen, ev sahibi ülkede kısıtlı bir zorunluluk bağlamında hareket eder. Göçmenlerin kimlik algıları ise bireysel çabalara ve göçün küresel dönüşümüne ve ev sahibi ülkenin göç politikaları ile bütünleşik bir ilişki içerisindedir. Bu noktada kimlik konusu önem kazanmaktadır. Özellikle de “sığınma”nın zamansız bir insanlık durumu olduğu ve değişen koşullarda farklı politikalarla ele alındığı ancak bu konudaki gelişmelerin, sığınma konusunun özünü değiştirmezken mütemadiyen değişen bir etiket ve kimlik sorununa dönüştürüldüğü vurgulanmaktadır (Buz, 2002; Coşkun, 2019:193). Göç alanında yapılan çalışmalar, göçmenlerin en sık ve yoğun olarak yaşadığı duyguların yabancılaşma, yalnızlık, boşluk, özlem, köksüzlük, değer yargılarının ve anadilinin aşağılanması duygusu, şüphe duyma ve suçluluk duygusu olduğunu belirtmektedir (Göhler, 1990; Şahin, 2001; Coşkun, 2019). Göçmen deneyiminde pek çok çelişki mevcuttur. Göçmen kimliğinin doğası, arada kalmışlıktır; bir yanı ev sahibi topluma katılmaya hevesliyken diğer yanı yapısal, kültürel ve ahlaki nedenlerle buna direnç göstermektedir (Von Vacano, 2010). Nitekim statüleri potansiyel vatandaşlıktan istilacı yabancılığa aniden evrilebilir; statülerinin belirsizliği kimlik belirsizliğini besleyebilir, aidiyet istenci yerine hıncı tetikleyebilir. Dolayısıyla göçmen kimliğinin ev sahibi ülkedeki baskın kimliklerle nasıl bir ilişki kuracağını kesin biçimde ifade etmek mümkün değildir ancak ‘’geçici koruma statüsü’’nün ve ‘’misafirliğin’’ hem entegrasyona hem de göçmenlerin kimlik algılarına zarar verdiği aşikardır.

Türkiye örneğinde görüldüğü üzere göç olgusu bir sorun değildir. Asıl dikkat edilmesi gereken husus, göç hareketliliği sonucu ortaya çıkan toplumsal değişimlerin tespiti adına gerekli ekonomik, sosyal, psikolojik, kültürel ve politik altyapıyı oluşturabilmektir. Bu da sağlıklı bir entegrasyon sürecinin yürütülmesiyle sağlanabilir. Entegrasyonun çok boyutlu doğası, göç mefhumunu değişen ve dönüşen dinamik yapısı içerisinde sürekli biçimde güncellenmelidir (Ok Şehitoğlu, 2021). Toplumun bireylerinin ve göçmenlerin bireysel algıları, kültürel ve milli yaklaşımları, dinsel ve dilsel unsurlar gibi etkenler göç sonrası yaşanan sürece yansımakta ve göçmen entegrasyonunu etkilemektedir. Göçmenler yaşadıkları kimlik çelişkileri neticesinde asimile olabilir veyahut marjinalleşebilir. Bunlar göçün olası sonuçlarıdır ancak bu sonuçlar birlikte yaşamayı daha zor hale getirebilir. Birçok farklılıkla beraber bir arada yaşayabilmek uyum sağlama süreciyle yakından ilişkilidir. Bu süreçte göçmenlere ekonomik, sağlık, sosyal güvenlik gibi yardımların yapılmasının yanı sıra onların göç ettikleri toplumla bütünleşerek kültürel uyum sorunlarını çözebilecekleri konusunda bilinçlendirilmeleri (Develi, 2019) ve birlikte yaşam sürdürülecek toplum fertleri olarak toplumsal statü ve itibarları teslim edilmelidir. Dolayısıyla entegrasyon süreçlerinin belirsizlikten uzak, açık ve net biçimde tanımlanması hem yerli halkın hem de göçmenlerin aktif olarak sürece dahil edilmesi, Türkiye’nin mevcut gerçeklikleri üzerinden şeffaf ve sürdürülebilir entegrasyon politikaları geliştirilmesi gerekmektedir. Bilhassa göçmenlere yönelik geçicilik söyleminden ziyade kalıcılığa yönelmiş uygulamalar gerçekleştirilmeli ve mevcudiyetleri ile akıbetlerinin kesin biçimde belirlenmesi gerekmektedir.

Kaynakça

Abdelaaty, L. (2019), Refugees and Guesthood in Turkey, Journal of Refugee Studies, 34(3): 2827– 2848. https://doi.org/10.1093/jrs/fez097

Adıgüzel, Y. (2018), Göç Sosyolojisi (2. Basım), Ankara: Nobel Yayıncılık.

Aydıngül, K. (2016), ‘’İnsani Bir Süreç Olarak Göç’’, I. Uluslararası Göç ve Kültür Sempozyumu, 01-03 Aralık 2016, Ankara: KIBATEK Yayınları, ss. 425-438

Aykaç, S. A. & Karakaş, M. (2022), Entegrasyon, asimilasyon ve uyum kavramları arasından Türkiye’nin seçimi. İçtimaiyat Sosyal Bilimler Dergisi, Göç ve Mültecilik Özel Sayısı, ss. 419-429

Beaud, S. & Noiriel, G. (1990), Penser «l’intégration» des Immigrés. Hommes Et Migrations, 1133(1):43–53. https://doi.org/10.3406/homig.1990.1487

Buz, S. (2002), Türkiye’deki Sığınmacıların Üçüncü Bir Ülkeye Gidiş İçin Bekleme Sürecinde Karşılaştıkları Sorunlar, Hacettepe Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Sosyal Hizmet Anabilim Dalı, Yüksek Lisans, Ankara.

Buz, S. (2004), Zorunlu Çıkış Zorlu Kabul- Mültecilik, Ankara: Sgdd Yayınları.               

Coşkun, H. (2019), Göç ve Bütünleşme (Entegrasyon): Suriyeli Göçüne Sosyal Sermaye Temelinde Bir Sosyal Hizmet Müdahalesi, Sivas Cumhuriyet Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Sosyal Hizmet Ana Bilim Dalı, Yüksek Lisans Tezi, Sivas.

Cox P. & Geisen T. (2014), ‘’Migration Perspectives İn Social Work Research: Local, National and İnternational Contexts’’, British Journal Of Social Work, (44/1):157-173

Danış, D. & Dikmen, H. (2022). Türkiye’de göçmen ve mülteci entegrasyonu: politikalar, uygulamalar ve zorluklar. İstanbul Ticaret Üniversitesi, Sosyal Bilimler Dergisi, Türkiye’nin Göç Siyaseti Özel Sayısı, 21(Özel Sayı), 24-45. doi:10.46928/iticusbe.1106715

Danış, D. (2019). De la «porte ouverte» aux menaces d’expulsion: la présence syrienne en Turquie. Migrations société, (3):35-52

Develi, H. (2019), Uluslararası Göçte Kültürel Uyum Süreci Ve Sosyo-Kültürel Entegrasyon Üzerine İncelemeler, Akademik Sosyal Araştırmalar Dergisi, 6(36):555-567 ISSN: 2149-0821 Doi Number:http://dx.doi.org/10.16990/SOBIDER.4921

ECRE (2005), Towards the Integration of Refugees in Europe.

Faist, T. (2018), A Primer on Social Integration: Participation and Social Cohesion in the Global Compacts (No. 161). Bielefeld: COMCAD Working Papers.

Fitzgerald, D. (2000), Negotiating extra-territorial citizenship: Mexican migration and the transnational politics of community. https://www.researchgate.net/publication/35019270_Negotiating_extra-territorial_citizenship_Mexican_migration_and_the_transnational_politics_of_community

George, M. (2012), ‘’Migration Traumatic Experiences and Refugee Distress: Implications for Social Work Practice’’, Clinic Social Work Journal, (40):429-437

George, U. (2003), A needs based model for settlement service delivery for newcomers to Canada. International Social Work, 45(4):465–480.

Göç Araştırmaları Derneği (GAR), (2021), 70. Yılında 1951 Mültecilerin Hukuki Statüsüne İlişkin Birleşmiş Milletler Sözleşmesi, GAR-Rapor No.6, ISBN:978-605-80592-6-9

Göç İdaresi Genel Müdürlüğü (GİGM), Uyum Strateji Belgesi ve Ulusal Eylem Planı 2018-2023,https://www.goc.gov.tr/kurumlar/goc.gov.tr/Yayinlar/UYUM-STRATEJI/Uyum-Strateji-Belgesi-ve-Ulusal-Eylem-Plani.pdf

Göhler, G. (1990), “Die gesuntheitliche Situation und die daraus resultierenden probleme der türkischen Migranten/innen in der Bundesrepublik Deutschland”, Türkische Migranten in der Bundesrepublik Deutschland-Federal Almanya’da Göçmenler, Band II, Köln: Önel Verlag,

Güler, H. (2020), Göç ve entegrasyon: Türkiye’de ‘‘uyum’’ ama nasıl?. KAÜİİBFD, 11(Ek Sayı 1):245-268

Kümbetoğlu, B. (2016), Göç Çalışmalarında “Nasıl” Sorusu. Küreselleşme Çağında Göç Kavramlar, Tartışmalar. (3. Baskı). İstanbul: İletişim Yayınları.

Ok Şehitoğlu, B. (2021), Türkiye’de Göçmenlerin Entegrasyonu: Mevcut Durum ve Öneriler, (Politika Notu: 2021/35). İstanbul: İLKE İlim Kültür Eğitim Vakfı.

Perşembe, E. (2009), Almanya da Çokkültürlü Yapının Ayrıştırılan Unsuru Olarak Müslümanlar ve Entegrasyon Deneyimleri, 233–263.https://dergipark.org.tr/en/download/article-file/109552

Polat, S. S. (2020), Türkiye’nin Yeni Göç Yönetiminin Uyum Politikaları Bağlamında Değerlendirilmesi, Sakarya Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Ana Bilim Dalı, Yüksek Lisans Tezi, Sakarya.

Şahin, C. (2001), “Yurt Dışı Göçünün Bireyin Psikolojik Sağlığı Üzerindeki Etkisine İlişkin Kuramsal Bir İnceleme’’, G.Ü Gazi Eğitim Fakültesi Dergisi, (21/1):57-67.

Türkiye Göç İdaresi Başkanlığı, Uyum Hakkında, https://www.goc.gov.tr/uyum-hakkinda (E.T:14.08.2024)

Türkiye Göç İdaresi Başkanlığı, Yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanunu, Yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanunu (goc.gov.tr) (E.T:14.08.2024)

Von Vacano, D. A. (2010), Immigrant İdentity İn A Cosmopolitan World. Https://Www.Academia.Edu/11990746/Immigrant_Identity_İn_A_Cosmopolitan_World (E.T. 08.08.2024)

[1] Çalışma boyunca göçmen kavramı; sığınmacı, mülteci, şartlı mülteci, ikincil koruma kavram ve statülerini ifade eden çatı bir kavram olarak kullanılmaktadır. Bu tercih, var olan kavram karmaşasına göndermede bulunmaktan ziyade kavram ve statülerin arasındaki sınırların belirsizliği ve geçirgenliği ile göç mefhumunun doğası gereği bir nispi zorunluluk içerdiği görüşünün benimsenmesi sebebiyle gerçekleşmiştir.

[2] Yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanunu (goc.gov.tr)

[3] https://www.goc.gov.tr/uyum-hakkinda

[4] GİGM, Uyum Strateji Belgesi ve Ulusal Eylem Planı 2018-2023. ss.12

Kozmopolit – Kozmopolit – Kozmopolit – Kozmopolit – Kozmopolit – Kozmopolit

Kamusal Alanın İşleyişinde Sosyal Medyanın Rolü: Instagram’a Getirilen Erişim Engeli Üzerine Bir İnceleme

Kamusal Alan MELİSA ÇELİK

SİVİL TOPLUM ÇALIŞMALARI STAJYERİ

ÖZET

Kamusal alan, Jürgen Habermas‘ın tanımladığı şekliyle, bireylerin kamusal meseleleri tartıştığı ve fikir alışverişinde bulunduğu sosyal bir alan olarak kabul edilir. Dijitalleşme süreciyle birlikte, kamusal alanın sınırları genişleyerek sosyal medya platformlarına kadar uzanmıştır. Bu platformlar, kullanıcıların düşüncelerini özgürce ifade edebildiği, toplumsal meselelerin ele alındığı ve kamuoyunun şekillendiği dijital kamusal alanlar olarak işlev görmektedir. Ancak sosyal medya platformlarına getirilen erişim engelleri, bu dijital kamusal alanın işleyişini önemli ölçüde etkilemektedir. Bu çalışmada, Instagram’a getirilen erişim engeli bağlamında kamusal alanın dönüşümü ele alınacaktır.

Anahtar Kelimeler: Kamusal Alan, Sosyal Medya, İnternet, Instagram, Erişim Engeli

Abstract

The public sphere, as defined by Jürgen Habermas, is considered a social space in which individuals discuss public issues and exchange ideas. With the digitalization process, the boundaries of the public sphere have expanded to social media platforms. These platforms function as digital public spaces where users can freely express their opinions, social issues are addressed, and public opinion is shaped. However, access barriers to social media platforms significantly affect the functioning of this digital public space. In this study, the transformation of the public sphere in the context of the access block imposed on Instagram will be discussed.

Keywords: Public Sphere, Social Media, Internet, Instagram, Access Barrier

GİRİŞ 

1980’li yıllardan itibaren iletişim dünyası yeni teknolojilerin etkisi ile dönüşüm sürecine girmiştir. Artık hepimiz “iletişim araçlarının küresel çapta birbirleriyle bağlantılı hale geldiği, programlar ve mesajların küresel bir ağ içinde dolandığı şu günlerde, küresel bir köyde değil, küresel çapta üretilip yerel olarak dağıtılan ısmarlama kulübelerde oturuyoruz” (Castells, 2008).

Liberal kurama göre kamusal alan, içerisinde yöneten ve yönetilenler arasındaki ilişkilerin kurulduğu, hükümet uygulamalarının kamuoyu tarafından denetlendiği bir alandır. Çünkü kamusal alanda oluşan kamuoyunun hükümetler üzerinde baskı unsuru oluşturacağı beklentisi vardır. Medya, hükümet faaliyetleri hakkında yurttaşlara enformasyon aktararak bağımsız bir tartışma platformu oluşumuna katkıda bulunabilmektedir (Curran, 1993). Günümüzde dijitalleşme ile birlikte, kamusal alan dönüşüme uğramıştır. Instagram, Twitter, Facebook gibi sosyal medya platformları kamusal alanın yeni mekanları haline gelmiştir. Bu platformlara getirilen erişim engelleri dijital kamusal alanı sınırlandırmıştır.

DİJİTAL KAMUSAL ALANIN GELİŞİMİ

Kamusal alan, modern hukuk devletinin ortaya çıkışıyla paralel gelişmiştir. Habermas’ın burjuva kamusal alanı, 17. ve 18. yüzyıllarda mutlakiyetçi devlet ile burjuva toplumu, yani toplumsal emek ve meta ticareti dünyası arasında yer alan bir alan olarak kurulmuştur (Hohendahl, 2016). Habermas, kamusal alanı; sivil toplumun içinden ortaya çıkan özgül bir alan olarak tanımlamıştır (Özbek, 2004). Kamusal alan öncelikle “kamuoyu” olarak nitelendirilebilecek düşünce ve akımların oluştuğu sosyal hayatın bir bölümünü işaret etmektedir. Kamusal alandan söz edilebilmesi için, sosyal hayatın bu bölümüne tüm vatandaşların erişimi ve katılımı mümkün olmalıdır. Kamusal alan, bireylerin özgür davranışları ile bir arada oldukları ve iletişim kurdukları tüm ortamlardır (Habermas, 1974). Gazete ve dergilerin sayısı 18. yüzyılda artmış, bu artışla beraber de politikleşmişlerdir ve burjuva kamusal alanında yürütülen devlet kurumlarının faaliyetlerine olan eleştiriler ve yorumlar alanı daha da genişlemiştir (Dağtaş, 2014). Kamusal olaylarla ilgili olarak bir kamusal diyalogun oluşmasında kitle iletişim araçlarının öncülüğü oluşmaktadır. Büyük bir kamusal alan göz önüne alındığında, iletişim için enformasyonun aktarılmasını sağlayacak ve alıcıları ya da izler kitleyi etkileyecek özel araçlara olan ihtiyaç önem kazanmaktadır (Özmen, 2004). 20. yüzyılda ise radyo, televizyon ve sinema gibi kitle iletişim araçları ortaya çıkmıştır. Kamusal alan tartışmalarında medya merkezi bir rol oynar. Özel bilgileri kamusal bilgilere dönüştürür. Geniş anlamda kamusal alanı değişikliğe uğratan şey, demokratikleşmenin ve medyanın büyüyen rolünün bütünsel sonucudur ve bu yüzdendir ki çağdaş kamusal alan, medyanın rolünden normatif olarak ayrılamaz (Wolton, 2012). Teknolojik gelişmeler uzamsal ve zamansal olarak mesafeleri kısaltarak geniş izleyici topluluklarına ulaşmayı sağlamıştır (Özmen, 2004). Yazılı basının ve paylaşılan fiziksel bir mekandaki yüz yüze etkileşimin varlığına dayandırılmış olan kamusal alan düşüncesi, elektronik kitle iletişim araçlarının gelişmesi sonucunda dönüşüme uğramıştır (Özmen, 2004). Yeni iletişim teknolojileriyle mekânsal olarak ifade edilen kamusal-özel alan yaklaşımlarının yerini dijital kamusal alanların aldığına yönelik görüşler vardır (Avcil, 2021). 21. Yüzyılda dijitalleşmenin etkisiyle sosyal medya platformları kamusal alanın yeni mekanları haline gelmiştir. Sosyal medya platformları yeni bir kamusal alan yaratmıştır.

KAMUSAL ALAN VE SOSYAL MEDYA

Çağdaş iletişim teknolojilerinin küresel çapta getirdiği yenilikler elbette kamusal alan-özel alan kavramlarının da dönüşümüne yol açmıştır. Özellikle medya, kamusal alana yönelik tartışmalarda merkezi bir öneme sahiptir. Bunun en önemli nedenleri, kitlesel iletişim araçları ile kamusal iletişimin mümkün olması, çağdaş dünyada bilginin, kamuoyu ve anlam ufkunun kamusal nitelikte oluşumuna yönelik etki gücünün olmasıdır (Özbek, 2004). Kamusal alanı yeni iletişim teknolojilerinin biçimlendirdiğini söyleyerek teknolojik belirlenimci bir bakış sunan Ingrid Volkmer (2003) İnternet’in merkeziyetsizleşmiş, sansürü ve eşik bekçilerini devre dışı bırakan, karşılıklı etkileşime dayalı, küresel ölçekte bir kamusal alan yarattığını ileri sürmektedir. Volkmer’e göre İnternet ortamında yalıtık olmayan ama birbirinden farklılaşmış iç içe mikro kamusal alanlar mevcuttur. Bu mikro düzeydeki alanlarda görüş açısından kutuplaşmış farklı kesimler mesaj iletimi gerçekleştirebilmektedirler. Kellner; internet demokrasisinin, konvensiyonel medya alanları ve siyasal alanın dışına itilmiş birey ve gruplara sıradan konuşmaların çerçevesinde yer tutmayan farklı düşünceleri yaymanın yanı sıra, özellikle muhalefetin dahil olabileceği düşünce ve oluşumların dışında tutulduğu konuşma ve tartışmalara katılamama nedenini de yaratan aygıtlar oluşturduğunu ifade eder (Kellner’den Aktr. Çoban, 2009). İnternet teknolojisinden faydalanmak, aynı zamanda bu teknolojiye sahip olmayı da gerektirmektedir. Toplumsal örgütlenme sürecinde sosyal medya aracılığıyla gerçekleştirilen iletişimin etkinliği ve işlevi sıklıkla tartışılmaktadır. Bu bağlamda, yeni medya ve iletişim biçimleri iletişimi daha erişilebilir hale getirerek toplumsal örgütlenmelere katkıda bulunmuş, yaygınlaştırmış ve en önemlisi bir kamuoyu oluşumuna katkı sağlamıştır (Emre, 2013). James Curran sosyal medyanın Arap Baharı ayaklanmalarının ortaya çıkmasında ekonomik, dini ve siyasal nedenlerin yerini almamakla birlikte bu ayaklanmaları oldukça güçlendirdiğini belirtmiştir (Curran, 2012) İnternet teknolojisi ile birlikte, öncelikle kamusal tartışmanın ve ifadenin sınırları genişlemiş, sanal ortamda edilmiş bir sözün ya da tartışmanın etki sınırları ulus-devletlerinkini de aşarak tüm insanlığı kapsayan bir uzama yayılmıştır (Köse, 2007). Bir başka açıdan Arendt’e göre kamusal alan görünürlüğün alanıdır ve bu alandaki herkes özgürce söz söyleme ve kendini ifade etme hakkına sahiptir. Ancak siber mekâna bakıldığında görünürlük ilkesi fiziksel bağlamdan uzaktır, ancak katılım serbestliği ve kendini ifade etme hakkı kişinin kendi inisiyatifindedir. Sosyal medya bu noktada ortak bir dünyayı simgelemektedir. Yılmaz’ın aktarımıyla; Geray’a göre, yeni iletişim teknolojilerinin geleneksel iletişim araçlarından farklı bir özgürlük alanı yarattığı görüşü liberal bir yaklaşım içinden kabul görse de, eleştirel yaklaşım bu teknolojilerin yeni bir egemenlik, iktidar alanı ve işleyiş yaratmak için olanaklarını ve sınırlılıklarını yoğun olarak tartışmaktadır (Yılmaz, 2012) Hükümetlerin sosyal medyada aktivist hareketlerin yoğun yaşandığı dönemlerde sosyal medyaya yönelik sansür girişimleri söz konusu mecra için ciddi bir tehdit teşkil etmektedir. Genel konu Geleneksel medya politik alan ile sivil toplum arasında hem bir iletişim aracı hem de politikayı halkın diline tercüme etmesiyle toplumsal konularda bugüne kadar kamuoyu oluşturma işlevinin merkezinde yer almış olmasına rağmen, sivil ve politik alanın birleşme noktası olma rolünü internete devredecektir. (Yağan, 2013). Çünkü geleneksel medya araçları demokrasi koşulu altında politik alandan sivil topluma ağırlıklı enformasyon taşırken, sosyal medya da iletişimin yönü terse dönmektedir. Bu dönüş sayesinde kullanıcılar kendi fikirlerini ve eleştirilerini görsellerle destekleyerek önce siber kamusal alana ve ardından reel kamusal alana taşıyabilmektedir. Ayrıca sosyal medya iletişimin yönü itibariyle katılımın yüksek olmasına mahal verir. Katılım ve çoğulculuk ise demokrasinin en önemli unsurlarından biridir ve iletişimle bağlantılı bir dizi süreç ve toplumsal karar alma süreçlerine erişimle yakından ilişkilidir (Ligieza, 2014). McLuhan’ın da bu oluşumu “global köy” ile işaret etmesi, iletişimsel anlamda bilgi ve enformasyonun küreselleşmesidir. (Aytaş, 2008).

TÜRKİYE’DE ERİŞİM ENGELİ: INSTAGRAM ÖRNEĞİ

İnternet modern demokrasilerde başta ifade özgürlüğü olmak üzere temel hak ve özgürlüklerin kullanılması bakımından önemli bir araçsal değere sahip bulunmaktadır. İnternetin sağladığı sosyal medya zemini kişilerin bilgi ve düşüncelerini açıklama, karşılıklı paylaşma ve yaymaları için vazgeçilmez niteliktedir. Bu nedenle düşünceyi açıklamanın günümüzde en etkili ve yaygın yöntemlerinden biri haline gelen internet ve sosyal medya araçları konusunda yapılacak düzenleme ve uygulamalarda devletin ve idari makamların çok hassas davranmaları gerektiği açıktır. Türkiye’de 20.03.2014’te Twitter ve 27.03.2014 tarihinde de YouTube erişime engellenmiştir. 2 Ağustos 2024 tarihinde ise Instagram’a erişim engeli getirildi. Popüler sosyal medya platformu Instagram’a getirilen erişim engeli, Türkiye’de toplumsal, ekonomik ve hukuki sarsıntı yarattı. Keyif için kullananlardan, geçimini platform üzerinden sağlayanlara kadar milyonlar, Instagram engeline takıldı. Bu engel Instagram ile ortaya çıkan çok sesliliği, farklı fikirlerin paylaşımını, bireylerin toplumsal olaylar hakkında bilgi edinme ve bu olayları tartışma imkanlarını sınırlandırmıştır. Instagram yasağı ile bireylerin dijital kamusal alandaki katılımları engellenerek kamusal tartışmalar zayıflamıştır. Türkiye’deki kullanıcılar Instagram’a giremiyor ancak Meta’nın diğer sosyal medya platformu Facebook’a erişim sağlayabiliyor. Erişim engeli, ülke genelinde geniş çaplı bir kullanıcı kitlesini etkiledi. Birçok kullanıcı, platforma erişim sağlayamadıklarını sosyal medya ve mesajlaşma uygulamaları aracılığıyla paylaşarak durumu rapor etti. Yaşanan bu durum, özellikle sosyal medya üzerinden iletişim kuran, işlerini yürüten ya da içerik üreten kişiler arasında endişeye neden oldu. 21. Yüzyıl itibariyle sosyal medya platformları kamusal alanın yeni mekanları haline gelmiştir. Instagram’a getirilen erişim engeli kamusal alanı, kamusal tartışmayı sınırlandırmıştır. Sivil toplum daha sınırlı bir hale gelmiştir. Instagram, özellikle görsel odaklı bir platform olması nedeniyle, siyasi aktivizm ve toplumsal meseleler konusunda güçlü bir etki alanına sahiptir. Türkiye’de, çevre hareketlerinden kadın haklarına kadar birçok toplumsal hareket, Instagram üzerinden geniş kitlelere ulaşmış ve kamuoyunu etkilemiştir. Ancak bu tür platformlara getirilen erişim yasakları, bu hareketlerin sesini kısmış ve kamusal alandaki çeşitliliği azaltmıştır. Özellikle genç nüfusun kamusal tartışmalardan uzaklaştırılmasına yol açmıştır. Bu tür yasaklar, sadece bilgiye erişimi değil, aynı zamanda toplumsal hareketlenmeyi de engelleyerek, kamusal alanın işleyişini olumsuz yönde etkilemiştir. Bu sosyal alan paylaşımları eşitlik, insan hakları ve adalet ideallerini ileriye taşımıştır. Bu halk alanının daralması ve müdahalelere maruz kalması, yapısal güçler ve ticari kitle medyasının sosyal alanı olumsuz etkileyen roller üstlenmesi, günden güne “halk alanının” etkinliğini yitirmesi ile sonuçlanmıştır (Habermas, 2007).

SONUÇ

Kamusal alan kavramı Habermas’a göre kamusal fikirlerin tartışıldığı ve fikir alışverişinin yapıldığı sosyal bir alandır. Sosyal medya platformları kamusal alanın modern mekanıdır. Sosyal medya yeni bir kamusal alan yaratmıştır. Bu platformlara getirilen erişim yasakları, toplumsal tartışmaların ve kamuoyunun oluşumunu zayıflatmaktadır. Instagram örneğinde görüldüğü gibi, kamusal alanın sınırlanmasına ve toplumun bilgiye erişim hakkının kısıtlanmasına neden olmaktadır. Bu bağlamda, sosyal medya yasaklarının dijital kamusal alan üzerindeki etkilerinin daha geniş çapta incelenmesi ve bu yasakların toplumsal etkilerinin azaltılması için çözümler üretilmesi önem arz etmektedir.

KAYNAKÇA

Yıldız, F. Ve O, Dursun. (2022). Yeni Medya ve Kamusal Alan: İletişim Akademisyenlerinin Perspektifi. Dergipark 62: 1-32. https://dergipark.org.tr/tr/pub/connectist/issue/71404/1040243(17.08.2024).

Avcil, C. (2021). Kamusal Alanı Dijitalleşme Çerçevesinde Yeniden Okumak. Dergipark 26: 103, 81-100. https://dergipark.org.tr/tr/pub/liberal/issue/65852/954382(17.08.2024).

Avcı, A. (2013). Türkiye’de İnternet ve İfade Özgürlüğü. İstanbu: Legal Yayınları.

Akkol, M.L. (2019). Jurgen Habermas’ın İletişimsel Eylem Kuramı ve Kamusal Alan Kavramının Analizi. Pamukkale Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi. Dergipark 37, 171–180. https://dergipark.org.tr/tr/pub/pausbed/issue/49722/541364(18.08.2024).

Gümüş, S. (2023). Sosyal Medyanın Kamusal Alan Temsiliyeti Üzerine Bir Tartışma. Dergipark.  22: 21–48. https://dergipark.org.tr/tr/pub/dortboyut/issue/77882/1264171(18.08.2024).

Çöteli, S. (2015) Sosyal Medyanın Yeni Tür Kamusal Alan Yaratması Ve Toplumsal Hareketlere Katkıları: Taksim Gezi Parkı Olayları Örneği, Doktora Tezi. İstanbul: İstanbul Üniversitesi SBE.

Köselerli, B. (2017). Yeni Medya Ortamının Yeni Kamusal Alan Olarak Kullanımı Üzerine Bir Değerlendirme. Dergipark. 12.1: 51-64. https://dergipark.org.tr/tr/pub/nwsahuman/issue/26826/270284(18.08.2024).

BBC. (2024). Instagram’a erişim engeli kullanıcıları nasıl etkiledi? https://www.bbc.com/turkce/articles/cgeddy21e8ro(19.08.2024).

Ekonomist. (2024). Türkiye’de Instagram’a erişim engeli geldi: Sebebi ne? https://www.ekonomist.com.tr/teknoloji/instagram-neden-acilmiyor-erisim-engeli-mi–51938(19.08.2024).

Haber Global. (2024). BTK’dan Instagram’a erişim engeline ilişkin ilk açıklama: Katalog suçlara uymadığı gerekçesiyle kapatıldı. https://haberglobal.com.tr/bilim-teknoloji/son-dakika-turkiyede-instagrama-erisim-engeli-getirildi-instagrama-ne-oldu-neden-instagrama-giremiyorum-365962(19.08.2024).