Home Blog Page 2

Teknolojinin İpek Yolu: Otoriterleşme ve Çin’den Dünyaya Uzanan Dijital Otoriteryanizm

0

Nazlı Derin Yolcu

Sivil Toplum Çalışmaları o-Staj Programı

Özet

Dünyada geçmişten günümüze var olan ve birçok baskıcı yönetimin benimsediği otoriter rejimler, çağlar boyu çeşitli toplumlarda kendisini göstermiştir. Buna karşılık neden bazı halkların otoriter rejimlere daha kolay boyun eğdiği sorusu, henüz yanıt bulamamıştır. Bu konuda çeşitli görüşler ortaya atan araştırmacılar, toplumlar arası farkın nedenini doğuştan gelen veya sosyal öğretinin ürünü olarak yorumlamışlardır. Özellikle yeni çağın hızla gelişen teknolojileriyle hayatımıza giren ve insanların otoriter rejimler arasındaki ilişkisini bambaşka bir seviyeye taşıyan dijital otoriterlik kavramı, sivil toplum üzerinde yarattığı dalga sebebiyle özellikle önümüzdeki yıllarda oldukça tehlikeli bir hale gelebilme potansiyeline sahiptir.

Anahtar Kelimeler: otoriteryanizm, dijital otoriterleşme, teknoloji, Çin

GİRİŞ

Otoriter yönetim, toplum üzerinde güçlü bir merkezi kontrol mekanizması sağlayan ve siyasi gücü bireylerin veya partilerin elinde toplama amacı güden bir yönetim biçimidir. Otoriterleşme, demokrasiden uzaklaşılarak gücün tek bir elde toplandığı ve iktidarın keyfi biçimde kullanıldığı bir süreçtir. Bu durum, demokratik kurumların ve denge-denetleme mekanizmalarının işlevini yitirmesiyle meydana gelir. Otoriterleşmenin ortaya çıkmasının sebepleri genelde siyasal, ekonomik ve toplumsal krizlerdir. Bu tür rejimlerde ifade özgürlüğü, bireysel haklar ve siyasi katılım sınırlandırılarak iktidar tekelinde barındırılır. Küçük adımlarla başlayan otoriterleşme izleri, zamanla daha belirgin hale gelir. Demokratik gerileme denilen bu süreçte, ilk aşamada medya özgürlüğü sınırlandırılır, yargı bağımsızlığı zayıflatılır ve iktidar lehine seçim manipülasyonları başlar. Otoriterleşmenin sebeplerine ve sivil toplum üzerinde olan etkisine dair birçok araştırma yapılsa bile neden bazı coğrafyalarda otoriterleşmenin daha güçlü olduğu sorusuna henüz kesin bir yanıt verilememiştir.

Otoriterlik eğilimlerinin özellikle 21. Yüzyılın teknolojik yenilikleri ile birleşmesi sonucunda ortaya, dijital otoriterlik olarak adlandırdığımız ve devletler tarafından rağbet gören yeni bir kontrol mekanizması çıkmıştır. Teknolojinin gelişmesiyle birlikte, dijital gözetim, internet sansürü ve yapay zeka gibi araçlarla desteklenen bu yeni otoriterlik dalgası, özellikle otoriter rejimlerin boyunduruğu altında yaşayan halklar için çeşitli sorunlar yaratmaya başlamıştır. Bu bağlamda dijital otoriteryanizm, geleneksel otoriter yöntemlerin dijital araçlarla desteklenmesi anlamına gelir. Günümüz dünyasında her alanda bir dünya devi olmayı başarmış ve politikaya yön veren en önemli devletlerden olan Çin Halk Cumhuriyeti, bu yöntemin en belirgin örneklerinden biri olarak karşımıza çıkar. Bu çalışma, otoriterleşmeye olan sivil toplum tepkisinin nedenlerine dair çeşitli teorileri tartışmanın yanı sıra Çin’in otoriter yönetim geleneğinin dijitalleşme ile nasıl yeni bir boyut kazandığını, dijital otoriteryanizmin toplum üzerindeki etkilerini ve Çin’in uluslararası alana dijital egemenliğini nasıl yaymaya çalıştığını inceleyecektir.

Otoriterlik ile İlgili Öne Sürülen Teoriler

Neden bazı toplumların otoriterleşme hareketlerine kayıtsız kaldıkları veya sindirdikleri sorusuna karşın öne sürülen birinci teori, genetik faktörlerin etkisidir. Genetik faktörlerin otoriteye olan saygıyı etkilediği, otoriter tutumların doğuştan geldiği fikrine dayanmaktadır. Bu bakış açısına göre, bireylerin genetik mirasları onların kişilik yapılarını ve dolayısıyla otoriteye karşı geliştirdikleri tutumları şekillendirebilir. (McCourt vd.,1999) Genetik faktör teorisi, insanların kişilik özellikleri ve psikolojik eğilimlerinin otoriteye karşı daha saygılı veya benimseyici bir duruş sergilemelerine neden olabileceğini öne sürülmektedir. Bu araştırmalar, otoriteye olan saygı düzeyinin genetik olarak aktarıldığı fikrine katkı sağlamakta ve otorite ile birey arasındaki ilişkinin kişisel özelliklerle nasıl bağlantılı olabileceğine dair derinlemesine bir anlayış sunmaktadır. Ancak bu teoriye zıt olarak bireyin içinde yaşadığı çevrenin ona olan etkisini göz ardı etmek, argümanda eksikliğe yol açar. Genetik faktörlerin otoriteye olan saygıyı doğrudan etkilediği görüşüne karşı çıkanlar, otoriter tutumların daha çok sosyal, kültürel ve çevresel etkenlerle şekillendiğini öne sürmektedir. Otoriteye olan saygının sosyal öğretinin ürünü olduğu teorisi ise otoriter tutumların, bireyin otoriteyle etkileşimleri ve bunlardan edindikleri ile ortaya çıktığını savunur. (Altemeyer, 1988) Bunun sebebinin büyük ölçüde çocukluktan itibaren bireyin içinde bulunduğu aile yapısı, eğitim sistemi, sosyal çevre ve kültürel normlar tarafından belirlendiği iddia edilir. Örneğin, bireyin yetiştiği toplumda otoriteye olan saygı sosyal olarak teşvik ediliyorsa, bu bireylerin otoriteye karşı daha saygılı bir tutum geliştirmeleri muhtemeldir. Bunun ötesinde, otoriteye saygılı olma bilincinin çok erken yaşta ve fazla düzeyde toplum bilincine entegre edilmesi de bireylerin küçük yaşlardan itibaren daha boyun eğici bir sosyal karakter kazanmalarına neden olabilir. Aynı zamanda, otoriteye olan saygı düzeyi zaman içinde sosyal değişimlerle birlikte esneyebilir; özellikle bireylerin sosyoekonomik ve politik deneyimlerine bağlı olarak bu tutumlar yeniden şekillenebilir.

Bu iki teorinin en iyi biçimde tartışılabileceği ülke Hindistandır. Hindistan’ın yıllar boyu sayısız istilaya uğrayarak işgal altında kalması, kolonizasyon faaliyetlerinden dolayı gerek kültürel gerekse doğal kaynaklar bakımından sömürülmesi ve yıpranması çoğu politik araştırmacının değindiği bir konudur. Hindistan halkının neden bağımsızlıkları elinden alınan diğer halklar gibi başkaldırmadığı ise merak edilen bir noktadır. Bir görüşe göre bunun nedeni, Hindistan’ın sahip olduğu sıcak ve nemli muson ikliminden dolayı insanların yıllar içerisinde savaşçı kişiliklerini kaybetmesi, tembelleşmesi ve bu nedenle aktif direnişe geçememeleridir. Bu fikirden yola çıkarak, genetik faktörlerin otoriterleşmeye olan etkisini örneklendirmemiz mümkündür. Bunun yanı sıra, bir başka yaklaşım ise Hindistan sosyal yapısına ait kast sistemi ve bu sistemin yarattığı sosyal bölünmedir. Farklı kast seviyelerinde bulunan insanlar ve bu toplumsal bölünmenin sonucu, Hindistan halkı hiçbir zaman tam anlamıyla bir toplum bilinci kazanamamış, dolayısıyla bütün olma hissine sahip olamamışlardır. Kast sisteminin toplum bütünlüğünde bıraktığı bu hasar, onları millet bilincine sahip olmaktan alıkoymuş ve sınıfsal bölünmelere yol açmıştır. Böylesine bir toplumsal yapının, Hindistan toplumunun otorite ile olan ilişkisini değerlendirmek isteyenler sosyal öğreti teorisini daha çok benimseyeceklerdir. Dolayısıyla, otoriter tutumların genetikten ziyade, çevresel etkenlerin bir ürünü olduğu ve bireyin sosyal deneyimleri ile geliştiği savunulabilir.

Ekonomik Eşitsizlik ve Güvensizlik Teorisi

Halkların otoriterleşmeye olan eğilimini inceleyen diğer iki teori ise ekonomik eşitsizlik teorisi ve güven teorisidir. Hayatımızda belki en önemli meta olan para, gerek finansal gerek toplumsal alanda insanları yöneten, globalde en güçlü etkenlerden biridir. Ekonomik eşitsizlik teorisi ise buna dayanarak, ekonomik kaynakların dağılımı ile otoriterleşmeye olan yönelim arasında bağ kurar. “Eğer ekonomik kaynaklar adaletsiz bir şekilde dağıtılmışsa, güç dengeleri de adaletsiz bir şekilde dağıtılmış demektir.” (Solt, 2012) Bu teoriye göre ekonomik eşitsizlik arttıkça, mevcut otoriteye saygı duyulması gerektiğine inanan bireylerin sayısı, hem zengin hem de fakir sosyal sınıflarda artış gösterir. Yüksek sosyoekonomik düzeye sahip kişiler, sahip oldukları ekonomik güç sayesinde bu görüşü kamusal alanda yaymak için daha fazla kaynağa sahip olurlar. Zenginler, hem medya hem de diğer iletişim araçları aracılığıyla görüşlerini etkili bir şekilde yayarak, toplumsal normların ve değerlerin şekillendirilmesinde önemli bir rol oynarlar. Bu durum, yoksul vatandaşlar açısından ciddi bir dezavantaj yaratır. Yoksul bireylerin, bu çabalara karşı koymak için gereken kaynakları bulmakta zorlanmaları, onları daha da ezilmeye mahkûm kılar. Görece daha güçsüz olmaları, yoksul bireylerin “güçsüzlük hissinden kaçınmanın bir yolu olarak, güçlülerin değerlerini, inançlarını ya da oyunun kurallarını içselleştirmeye daha yatkın hale gelmelerine” (Gaventa, 1980) neden olur.

Bu içselleştirme süreci, ekonomik eşitsizliğin toplumda yarattığı derin etkilere dair önemli ipuçları sunar. Yoksul bireyler, var olan güç dinamikleri içinde daha fazla itaatkârlık gösterme eğilimine girebilirler. Bunun sonucunda başta işverenlerine, patronlarına boyun eğme prensibini benimserken giderek ekonomik alandan çıkıp toplumsal alana yayılır. Aynı zamanda, bu durum, toplumda varlıklı olanlarla yoksul olanlar arasındaki hiyerarşiyi pekiştirir ve sosyal adaletsizliklerin derinleşmesine neden olur. Otoriteye olan bağlılık, ekonomik eşitsizliğin yaygın olduğu ortamlarda belirginleşirken, sosyal ilişkilerdeki güç dengesizlikleri de daha görünür hale gelir. Böylelikle, toplumsal normlar ve değerler, ekonomik eşitsizlik bağlamında yeniden şekillenirken, güçlülerin etkisi altında yoksul bireylerin sesleri daha fazla bastırılabilir. Sonuç olarak, ekonomik eşitsizlik sadece bireylerin yaşam standartlarını değil, aynı zamanda sosyal ilişkilerini, güç dinamiklerini ve toplumsal değerleri de derinden etkiler. Zenginlerin, mevcut otoriteyi savunma ve yayma konusundaki güçleri, yoksul bireylerin karşı koyma yeteneklerini azaltırken, toplumda hiyerarşik ilişkilerin sürmesine neden olur. Bu bağlamda, toplumsal eşitlik sağlanmadıkça, otoriteye bağlılık ve itaat, ekonomik eşitsizliğin derinleştiği toplumlarda kaçınılmaz bir sonuç olarak karşımıza çıkar. 

Ekonomik eşitsizlik teorisini en iyi özetleyen bu veri grafikleri, bahsedilen uçurumun derinleşmesi sonucu otoriteye olan eğitimi oldukça net bir şekilde göz önüne sermektedir. Araştırma sonuçlarına göre toplum içinde gelir eşitsizliği arttığı zaman itaate verilen önemin arttığı, otoriteye daha fazla saygı gösterildiği ve kişinin her zaman kendinden üst kademede olan yöneticisine riayet etmesi gerektiği inancı doğrusal bir şekilde artış gösterir. Bu durum, güçsüz bireylerin, mevcut sosyal hiyerarşiyi sürdürmek için güçlülerin değerlerini içselleştirme eğiliminde olduğunu ortaya koymaktadır.

Zengin ve güçlü olanların, toplumun genel görüşlerini (Political Research Quarterly, 1999) ve normlarını şekillendirmede daha etkin hale gelmesi, aynı zamanda yoksul bireylerin itaatkarlık hissini arttırmıştır. Bu bağlamda, varlıksız kesim, güçlülerin otoritesine daha fazla saygı gösterirken, kendi bağımsızlıklarını ve seslerini kaybetme riskiyle karşı karşıya kalmaktadır.

Bu çalışmada incelenecek son teori ise ekonomik eşitsizlik teorisi ile de yakından ilgisi olan güvensizlik teorisidir. “Kurallara uyan bireylerin otorite tarafından suçlanamaz veya yargılanamaz olmaları, ekonomik eşitsizliğin toplumsal dinamikler üzerindeki etkilerini anlamak için önemli bir noktadır” (Solt, 2012).

Bu teoriye göre geleneksel otoriteye refleksif bir şekilde boyun eğme, bireylerin kendilerini ve ailelerini hayatta tutma ile toplumlarına dahil olma gereksinimlerini karşılama çabasıyla ortaya çıkan bir başa çıkma mekanizmasıdır. (Inglehart & Baker, 2000). Ekonomik eşitsizlik, toplumun daha yoksul üyeleri arasında güvensizliğin artmasına neden olurken, bu güvensizlik, bireylerin otoriteye karşı olan tutumlarını da etkiler. Yoksul kesim, ekonomik kaygılar nedeniyle kendilerini tehdit altında hissettiğinde, güçlü olan otorite figürlerinin yanında yer alma eğiliminde olabilir. Bu durum, bireylerin güvenlik arayışlarının, toplumsal normları ve değerleri sorgulamadan otoriter bir yaklaşımı benimsemelerine yol açar. Yoksul bireylerin, sosyal ve ekonomik belirsizlikler içinde yaşamaları, onları güçlü otoritelerin kurallarına daha fazla boyun eğmeye zorlar. Ekonomik durumu kötü olan bireyler, var olan güce karşı daha az direnç gösterme eğiliminde bulunarak, kendilerini koruma amacıyla otoriter bir yapının içine daha fazla entegre olurlar. Bu durum, otoriter yönetimlerin toplumda daha fazla kabul görmesine ve yoksul bireylerin özgürlüklerini kaybetmesine neden olabilir. Beklenen ya da yaşanan yoksunluğun ve sosyal dışlanmanın psikolojik açıdan yıkıcı etkileri, otoriteye kayıtsız şartsız itaate sığınarak dengelenir. Sonuç olarak, ekonomik eşitsizlik, toplumsal güvensizlik ve otoriterleşme arasında karmaşık bir ilişki oluştururken, yoksul kesimlerin daha otoriter bir yapıya yönelmesi beklenir.

Çin’de Otoriterleşmenin Tarihsel Kökenleri

Çin’de otoriter yönetim geleneği binlerce yıl öncesine, Çin İmparatorluğu dönemine kadar uzanmaktadır. Güçlü bir merkezi otoriteye dayanan İmparatorluk Çin’i, halkı sıkı bir şekilde kontrol altında tutmaktaydı. Konfüçyüsçülüğün “devletin ahlaki üstünlüğü” gibi öğretileri, devlet otoritesinin doğal ve kaçınılmaz bir yapı olduğunu toplumda kabul ettirdi. Bu yönetim anlayışı, Çin Halk Cumhuriyeti’nin kuruluşuyla birlikte modern biçiminde varlığını sürdürdü. 1949’da Çin Komünist Partisi’nin (ÇKP) iktidara gelmesiyle birlikte, tek parti yönetimi Çin’in siyasal yaşamında kalıcı bir yer edindi. ÇKP, halkın tüm politik ve sosyal yaşamını kontrol altına almak için merkeziyetçi politikalar izleyerek toplumu yeniden şekillendirmeyi başardı. (Shambaugh, 2016)

Bu otoriter yönetim biçimi, zamanla ekonomik ve teknolojik gelişmelerle paralel olarak modernleşmiştir. Özellikle 1989’daki Tiananmen Meydanı olayları, Çin’de otoriter yönetimin pekiştirilmesinde önemli bir dönüm noktasıdır. Tiananmen Meydanı’ndaki öğrenci protestoları, Çin’de daha fazla demokratik hak talep eden bir halk hareketine dönüşmüştür. Bu olay, ÇKP’nin tepkisini çekmiş ve sonuçta askeri müdahale ile binlerce kişi hayatını kaybetmiştir. Tiananmen olayları, ÇKP’nin otoriterliğini koruma amacında ne kadar sert olabileceğini ve muhalefeti bastırma gücüne sahip olduğunu göstermiştir. Bu olay sonrasında ÇKP, toplumun siyasi ve sosyal faaliyetlerini sıkı bir şekilde denetlemeye yönelik çeşitli yasalar ve güvenlik tedbirleri almıştır (Nathan, 2001). Bu tarihsel altyapı, Çin’deki dijital otoriteryanizmin temellerini oluşturmuştur.

Dijital Otoriteryanizm ve Çin

 Teknoloji destekli otoriterlik, otoriter hükümetlerin yalnızca vatandaşları kontrol etmekle kalmayıp, aynı zamanda onların davranışlarını şekillendirme amacını da taşıyan bir strateji olarak öne çıkmaktadır (Khalil, 2020). Dijital otoriterlik, özellikle bireylerin internetteki hareketlerini izlemek, sansürlemek ve tanımlamak için kullanılan yöntemlerde açıkça görülmektedir. Bu tür bir otoriterlik, çevrimiçi alanın sınırlarını aşarak yüz tanıma teknolojisi, kameralar, dronlar, GPS takibi ve diğer gözetim araçlarını kullanarak bireyler üzerinde sürekli bir kontrol mekanizması kurar. Bu sistemler, otoriter yönetim biçiminin güçlenmesine ve gözetim yoluyla mahremiyetin tamamen yok olmasına neden olur. Özellikle Doğu ve Orta Asya, Orta Doğu, Afrika ve Latin Amerika’daki birçok özgürlük karşıtı veya otoriter hükümet, vatandaşlarını kontrol etmek ve rejimlerini güçlendirmek için teknolojiyi kullanmaktadır. Geleneksel otoriter rejimlerin dijitalleşmesi süreci, Çin gibi ülkeler için büyük bir dönüşüm anlamına gelir. Çin, teknolojiyi yalnızca ekonomik kalkınmayı sağlamak amacıyla değil, aynı zamanda toplumu kontrol etmek için de bir araç olarak kullanmaktadır. Bunun yanı sıra Çin, dijital otoriterlik modelini yalnızca kendi sınırlarında uygulamakla kalmayıp, bu teknolojiyi ihracat, yerel uygulamalar ve uluslararası işbirlikleri yoluyla diğer ülkelere de yaymaktadır. Bu durum, dijital otoriterliğin küresel bir sorun haline gelmesine yol açmaktadır. Devletler, vatandaşlarını manipüle ederken, aynı zamanda “sahte haber” yasaları gibi düzenlemelerle muhalif görüşleri sansürleme ve cezalandırma yeteneğine de sahiptir. Özellikle pandemi sürecinde Çin merkezli teknoloji şirketlerinin veri toplama yetkilerinin artması, vatandaşların gözetimi için sınırsız bir veri deposu oluşmasına yol açmıştır; bu verilerin nasıl kullanılacağı veya ne kadar süre saklanacağına dair sınırlamalar ise büyük ölçüde belirsizdir.

Çin’in pandemi sürecindeki teknolojik baskısının halk üzerindeki etkisini şekildeki görsel, Çin’deki dijital otoriterliğin hakimiyetini gösteren çok önemli bir örnek oluşturmaktadır. COVID-19’un ciddi oranda yayıldığı dönemde sosyal medya paylaşımında bulunan ve paylaşımları ses getiren Doktor Li Wenliang, Wuhan polisi tarafından uyarıya maruz kalmıştır. “Toplumsal düzeni bozmak” ve halk arasında huzursuzluk yaratmak sebebiyle ikaz edilen Dr Li, daha sonrasında COVID-19 sebebiyle hayatını kaybetmiştir. (Khalil, 2020)

Dijital Altyapı ve Gözetim Sistemleri

Çin’deki dijital otoriteryanizm, bireylerin hareketlerini, düşüncelerini ve iletişim ağlarını sürekli izleyen ve kontrol eden birçok farklı uygulama içerir. Dijital otoriteryanizm, Çin’in “Büyük Güvenlik Duvarı” (Great Firewall) ve “Sosyal Kredi Sistemi” gibi teknolojik altyapılar aracılığıyla toplum üzerinde daha etkin bir gözetim sistemi kurmasını sağlamıştır. Büyük Güvenlik Duvarı, Çin’de interneti sansürlemek ve dış bilgi akışını engellemek amacıyla kullanılan bir sistemdir. Bu sistem, Çin’in belirlediği normlara aykırı içerikleri filtreleyerek halkın bilgiye erişimini kısıtlar ve Çin hükümeti bu yolla toplumu daha kontrollü bir yapıya sokar (Deibert, 2021). Sosyal Kredi Sistemi ise, bireylerin sosyal davranışlarını puanlayan ve bu puanları çeşitli yaptırımlarla ilişkilendiren bir sistemdir. Bu sistem, vatandaşları yalnızca finansal yeterlilik üzerinden değil, sosyal uyumluluk ve devletin belirlediği değerlere uygunluk üzerinden de değerlendirmektedir. Örneğin, trafik kurallarına uymamak ya da sosyal medya üzerinden devlet eleştirisi yapmak bireylerin puanlarını düşürmekte, düşük puan alan bireyler ise toplum içinde çeşitli kısıtlamalarla karşı karşıya kalmaktadır (Feldstein, 2021). ÇKP tarafından oldukça yoğun biçimde kullanılan bir başka araç ise yapay zeka ve yüz tanıma teknolojileridir. Özellikle Uygur Türklerinin yaşadığı özerk Sincan bölgesinde, yüz tanıma sistemleri, yapay zeka ve biyometrik veriler kullanılarak her bir bireyin günlük hareketleri ve sosyal ağları takip edilebilmektedir. Bu gözetim sistemi, yalnızca suç işleyenleri değil, aynı zamanda potansiyel muhalifleri de hükümet için herhangi bir tehlike teşkil etmeden önce belirlemeyi amaçlar. Bu durum, Çin’in dijital gözetim konusunda en agresif ülkelerden biri olmasına yol açmakta ve insan hakları ihlalleriyle ilgili birçok uluslararası eleştiriye neden olmaktadır (Mozur, 2019). Bunun yanı sıra, Çin hükümeti sosyal medya platformları üzerinde de sıkı bir kontrol uygulamaktadır. “WeChat” ve “Weibo” gibi popüler sosyal medya platformları, içeriklerin hükümet tarafından sansürlenmesi ve devlet politikalarına aykırı paylaşımların kaldırılması için araç olarak kullanılmaktadır. Hükümet bu platformlarda, halkın düşüncelerini manipüle etmek ve toplumsal görüş birliği yaratmak için stratejik olarak sansür ve dezenformasyon kullanır. Devleti eleştiren veya ÇKP’yi küçük düşüren içerikler hızla kaldırılmakta ve paylaşım yapan kişiler sosyal kredi sistemi veya doğrudan polis müdahalesi ile cezalandırılmaktadır. Bu durum, bireylerin dijital alandaki özgürlüklerini ciddi şekilde sınırlamaktadır.

SONUÇ

Otoriterleşme ve bunun sivil toplum üzerindeki etkisi incelenen bu çalışmada, halkarın otoriterleşme eğilimlerine karşı verdikleri tepkilerin farkları ve bunun olası nedenleri üzerinde durulmuş; bu konudaki uzman teorileri ve veri setleri incelenmiştir. İnsanın fıtratından kaynaklı veya dış toplumun öğretisi sonucu olarak ayrılabilecek bu teoriler; genetik faktörlerin, sosyal öğrenmenin, ekonomik ve sosyal istikrarın ürünü olarak gruplanabilirler. Bu teorilerin hepsinin belirli bir ölçüde doğruluk payı olsa dahi insan doğasının öngörülemezliği ve dinamizmi nedeniyle otoriterleşmeye olan bağlılığın kesin bir formülle açıklanması mümkün değildir.

Dijital otoriterleşme yavaş yavaş bize gözükmeye başlayan ve sandığımızdan çok daha büyük bir tehlike barındıran küresel bir güvenlik sorunu teşkil etmektedir. Teknolojinin devletler tarafından hangi amaçla kullanılması gerektiği ve halkını korumak ile onlara bir tehdit oluşturmak arasındaki ince çizgiyi göz önünde bulundurmak gerekir. 21. Yüzyılın trendleri takip edildiğinde varılabilecek en bariz sonuç ise teknolojinin bu denli hızla gelişmesiyle ortaya çıkabilecek yeni güvenlik sorunları, ve bunların hangi güçler tarafından yönetileceğidir. Özellikle Çin gibi dünya devi ülkelerde hakim süren bu tip bir baskıcı rejimin aynı politik çizgide ilerleyen ülkelere sıçraması yüksek ihtimalde gözükmektedir. Bu konuda sivil toplumun atması gereken en önemli adım; teknoloji konusunda bilinçlenmek, dijital dünyaya en hızlı şekilde adapte olmak ve bu sayede haklarından haberdar olup bunlara sahip çıkmaktır.

Kaynakça

Altemeyer, B. (1988) Enemies of Freedom: Understanding Right-Wing Authoritarianism. San Francisco: Jossey-Bass Publishers,

Deibert, R. (2021). Reset: Reclaiming the Internet for Civil Society. September Publishing.

Feldstein, S. (2021). The Rise of Digital Repression: How Technology is Reshaping Power, Politics, and Resistance. Oxford University Press.

Gaventa, J. (1980). *Power and Powerlessness: Quiescence and Rebellion in an Appalachian Valley*. Urbana: University of Illinois Press.

Inglehart, R., & Baker, W. E. (2000). Modernization, cultural change, and the persistence of traditional values. American Sociological Review, 65(1), 19-51. https://doi.org/10.2307/2657288

Khalil, L. (2020). Digital Authoritarianism, China and C0VID. Lowy Institute for International Policy. http://www.jstor.org/stable/resrep27665

McCourt, Kathryn, Thomas J. Bouchard, Jr., David T. Lykken, Auke Teilegen, and Margaret Keyes.(1999) Authoritarianism Revisited: Genetic and Environmental Influences Examined in Twins Reared Apart and Together. Personality and Individual Differences 21: 985-1014

Mozur, P. (2019). One Month, 500,000 Face Scans: How China Is Using A.I. to Profile a Minority.

Nathan, A. J. (2001). The Tiananmen Papers: An Editor’s Reflections. The China Quarterly, 167, 724–737. http://www.jstor.org/stable/3451069

Shambaugh, D. (2016). China’s future. Cambridge, UK, Malden, MA: Polity Press.

Solt, F. (2012). The Social Origins of Authoritarianism. Political Research Quarterly, 65(4), 703–713. http://www.jstor.org/stable/41759308

Arap Baharı ve Demokratikleşme: Tunus ve Mısır’da Sivil Toplumun Karşılaştırmalı Rolü

Ayça Özalp 

Sivil Toplum Çalışmaları o-Staj Programı

Giriş

Demokratikleşme ve sivil toplum ilişkisine bakıldığında sivil toplumun devletten ayrı bir mekanizma olarak bireyleri insan hakları , demokrasi, kadın hakları, ekonomik adalet gibi ve  genel olarak kamusal çıkarları gözeterek örgütlediği gözlemlenmektedir. Fakat bu örgütlenme, modern liberal toplumlarda daha rahat bir ortam varlığı ile finansman yönünden sıkıntı çekmeden devlet-toplum dengesini sağlatarak yapılabilmektedir. Ortadoğu coğrafyasında ise böyle bir ekosistem yoksunluğu Tunus ve Mısır örneğinde farklılaşmış, sivil toplum daha fazla engeli aşmak durumunda kalmıştır. Arap Baharı ve Demokratikleşme

Tunus’ta 2010 yılında 500 binlerde olan işsizlik oranı 2011 yılında 700 bin seviyesine ulaşmış ve devrim öncesi %14 olan oran devrim sonrası %17’ye çıkmıştır. (Achy, 2011, s. 5) Bu ekonomik zorluklarla mücadele etmeye çalışan halk, Muhammed Buazizi adındaki 26 yaşındaki seyyar satıcının kendisini belediye binası önünde ateşe vererek yok etmesi ile birlikte isyan etmeye ve örgütlenmeye başlamıştır. (Birdane)Tunus’ta başlayan bu isyanlar çeşitli kitle iletişim araçlarıyla birlikte zaten benzer şekilde ekonomik sorunlardan kaynaklı hayatlarından memnun olmayan Mısır’a da sıçramıştır. Her ne kadar aynı sebepten dolayı özgürleşme, demokratikleşme isteği olan bu iki Ortadoğu ülkesinde gerek tarihsel bağlamda sivil toplumun konumu gerekse siyasi güçlerin veya devletin sivil topluma bakış açısından kaynaklanan farklılıklardan dolayı Mısır’daki sivil toplumun etkisini Tunus’a göre daha zayıf olarak tanımlanmıştır.

Bu yazıda Ortadoğu coğrafyasının farklı ilerleyen dengeleri ile sivil toplumun nasıl farklı geliştiğini Tunus ve Mısır örneği üzerinde açıklığa kavuşturulacaktır.

Tarihsel Arka Plan

Mısır da Tunus da Osmanlı İmparatorluğu’nun birer parçasıydılar. Osmanlı devletinde devletten hariç bir sivil toplum genellikle meslek gruplarının oluşturduğu loncalar, hayır kurumları gibi devletin politik veya ekonomik alanda kurduğu düzene karşı bir ihlal olmadıkça faaliyet gösterebilen kuruluşlar bulunmaktaydı. Osmanlı döneminden sonra ise Mısır İngiltere, Tunus ise Fransa hakimiyeti altına girmiş ve bu dönemde Mısır’da İslam tabanlı Müslüman Kardeşliği örgütü kurulmuş ve bu örgüt politik alanı etkilemeye yönelik faaliyetler içerisine girmiştir. (Hawthorne, 2004) Müslüman Kardeşler sivil toplumu kendi siyasi ideolojilerini destekleyen bir araç olarak görmüştür. Tunus’ta da yine bu sömürgecilik döneminde sivil toplum varlığını devam ettirmiş, bağımsızlık mücadelesi esnasında yapısını sağlamlaştırarak Habib Burgiba ve Zeynel Abidin Bin Ali gibi liderlerin baskıcı yönetimleri altında varlığını sürdürmeye ve hak arayışı bilincini kaybetmemeye çalışmıştır. (Birdane)  Tunus’ta islami temelli sivil toplum kuruluşları Mısır’daki kadar siyasi bir temelde yapılanmayarak ‘’hayır kurumu’’ sıfatıyla faaliyet göstermiştir. Daha çok yerel bazda faaliyet gösteren İslami sivil toplum kuruluşları seküler kuruluşlarla işbirliğinden kaçınmakta ve liberal sivil toplum çerçevesinin dışında bir görünüm sergilemektedirler. (Sigillo)  Tunus’ta Müslüman Kardeşlerden etkilenerek İslami yöneliş hareketi ortaya çıkmıştır. Yine de bu oluşum, İslami yöneliş hareketi ,Müslüman Kardeşler’den farklı olarak liberal, seküler, demokratik fikirlere daha açık, ılımlı bir ideolojiye sahiptir. (Gökçen) Arap Baharı ve Demokratikleşme

Mısır’da sivil toplumun halkın mücadelesindeki temsiliyeti dini boyut kazandığından dolayı modern liberal anlamda bir sivil toplum anlayışı ortaya çıkaramamıştır. Siyasi liderler de sivil toplumu kendi ideolojilerini pekiştirecek bir araç gibi görmektedir. Diğer yandan,  siyasi aktörlerle eşit derecede görev ve yetki almaya dek uzanan zorlu demokrasiye geçiş sürecinde, sokaklardan seçim sandıklarına, anayasa komisyonlarındaki önemli görevlere dek ülkenin geleceğine dair alınacak her kararda büyük duyarlılık ve titizlikle çalışan Tunus sivil toplumu, demokrasi tarihi açısından eşsiz bir örneği oluşturmuştur. (Birdane) Tunus’ta da yine inişli çıkışlı bir siyasi ortam  olmasına rağmen sivil toplum çoğu zaman devletten ve dini temelden ayrı bir alan olarak kalmayı başarabilmiştir. Bu sebeple de demokratikleşme serüveninde daha başarılı olmuştur.

Kurumsallaşma

Sivil toplumun en önemli olması gereken özelliği kurumsallaşmış olmasıdır. Arap baharında halkın sokağa dökülüp isyanlar başlatması herhangi bir ön hazırlık olmadan ortaya çıkmıştır. Özellikle Mısır’da göstericilerin büyük bir çoğunluğu da herhangi bir sivil toplum örgütünün üyesi değildir. Bir başka deyişle yaşadığı hayattan memnun olmayan ‘herkes’ gösterilerin başlamasıyla sokaklara dökülmüştür. (Rowe)  Sivil toplumun devletten ayrı bir mekanizma olarak legal altyapıda kurumsallaşmış olması demokratikleşme sürecine doğrudan ve sorunlara karşı birliktelik mücadelesinde önemli rol oynamaktadır. Her ne kadar Mısır’da sivil toplumun kurumsallaşması veya örgütlenme zayıf kalsa da etkili olan kuruluşlar elbet vardır. Mısır Sendikalar Federasyonu (Egyptian Trade Union Federation – ETUF), Mısır Gençliği Hareketi (April 6 Youth Movement) ve Mısır İnsan Hakları Örgütü (EOHR – Egyptian Organization for Human Rights) örnek gösterilebilir. Bu örneğini verdiğimiz kurumsallaşmış sivil toplum örgütlerinin ortak bir noktası var ise bu da 2013 yılındaki darbe sonrasında baskılara, kısıtlamalara ve tutuklamalara maruz kalmış ve hatta kapatılmaları yönünde ilerleme olmuş olmasıdır. İşte bu yüzden 2011 devrimi yıllarında az da olsa canlanan sivil toplum 2013 darbesi ile sadece siyasi değil sivil topluma da darbe yapılmış oldu.  Arap Baharı ve Demokratikleşme

Tunus’ta ise UGTT gibi işçi sendikaları 1924 yılında Fransız himayesi altındaki Tunus’ta Muhammed Ali El Hammi tarafından kurulan ve daha sonra Ferhad Hached tarafından asıl kimliğine kavuşturulan sendika Tunus’un ilk kurumsallaşmış sivil toplum örgütü olan ve Burgiba ve Ben Ali dönemlerinde baskı siyaseti altında sınırlı aktivite göstermiş fakat devrim süreci ile birlikte oturma eylemlerinden, yürüyüşlere bir çok farklı protesto eylemine (Kasbah I ve II protestoları) katılarak devrimin en büyük ve önemli aktörlerinden biri olmuştur. Sosyal demokrat bir hareket olarak UGTT Nahda Partisi karşıtlığı ile demokratik süreci aynı zamanda baltalayan tutumlarıyla da dikkat çekmiştir. (Birdane) Bir diğer karşımıza çıkmakta olan  LTDH (Tunus İnsan Hakları Ligi) 1989 yılında Moncef Marzuki tarafından kurulan Tunus İnsan Hakları Ligi, kadın hakları ve cinsiyet eşitliği, göç ve göçmenler, İnsan hakları eğitimi, ekonomik ve sosyal haklar, adalet, gençlik, dernek kurma özgürlüğü ve ifade özgürlüğü gibi çalışma alanlarında faaliyet gösteren bir sivil toplum örgütüdür. Siyasi ve sivil hakları savunmak, ekonomik ve sosyal hakları savunmak, göç, hukukun bağımsızlığı, tutuklu özgürlüğü savunusu gibi alanlarda aktivite göstermektedir. (Rights, 2017) Tunus’ta Barolar Birliği’nin de sivil toplumu güçlendirici etkisi göz ardı edilemeyecek kadar vardır. Buazizi’nin intiharından sonra Tunus Barosu’ndan hukukçular cübbelerini giyerek Adliye Sarayı önünde oturma eylemleri düzenlemişlerdir. Bu eylem esnasında polis göstericilere karşı şiddet kullanmıştır. (Council, 2015, s. 1) Tüm bu kurumsallaşmış örnekler; Demokrasiye geçişte Tunus örneği sivil toplumun sadece hükümet dışı organizasyonlardan oluşmadığını aynı zamanda sendika ve birlikler gibi kurumların da halkın eğitilmesinde önemli rol oynadığının bir kanıtıdır. (Birdane)

Tunus, sivil toplum ile güçlü ve işbirliğine dayalı bir ilişki geliştirmiş ve bu, demokratikleşme sürecinde kilit bir rol oynamıştır. Tunus’un sivil toplum örgütleri kurumsallaşarak, demokratik geçişi destekleyen konuma daha rahat gelerek ülkede siyasi istikrarı sağlamaya yardımcı olmuştur. Buna karşılık, sivil toplumun 2013 askeri darbesi devlet ve hukuk düzeninde askeri otoritenin baskın konumu ve kısıtlayıcı yapısı karşısında Mısır’da,  siyasi sistemin sivil kurumların bile serbestçe işleyemediği, işleyen bir demokrasi anlamında bir sivil toplumun tam olarak oluşmuş olmadığı belirtilebilir. (Süslü, 2001)

Sivil Toplumun Demokratikleşmesinde Medya’nın Rolü

Kitle iletişim araçları özellikle 2010’lardan sonra hayatımızda daha farklı bir yere sahip oldu. Teknolojinin gelişmesiyle birlikte televizyon, radyo veya gazete gibi geleneksel iletişim araçlarından ziyade internet siteleri, sosyal medya ön plana çıkageldi. Arap Baharı’nın Tunus’ta başlayıp çevre ülkelere sıçramasında da medyanın rolü yadsınamaz bir gerçektir. Çeşitli forumlarda, bloglarda, Facebook sayfalarında ve Twitter postlarında genç sosyal medya kullanıcıları networkler oluşturmuş ve gösterilerin mobilizasyonuna katkıda bulunmuşlardır. (Birdane) Her ne kadar Bin Ali döneminde medyaya ulaşım sınırlı hale gelse de çeşitli hacker grupları veya bir başka deyişle siber aktivistler ,örneğin Anonymus, Wikileaks gibi ayrıca Al Jazeera kanalı da protestolara destek vermişlerdir. Arap Baharı ve Demokratikleşme

Mısır’da da benzer bir şekilde medya sivil toplumun örgütlenmesi konusunda, Tahrir Meydanı’ndaki protestoları organize etmede ve uluslararası kamuoyunda ses getirmesiyle önemli rol oynadı. Arap Baharı sırasında Mısır medyası, özellikle sosyal medya platformları (Twitter, Facebook gibi) halkı ortak bir noktada bir araya getirmek için yararlı birer unsurdu. Geleneksel medya Mübarek rejiminin himayesi altında olmasına rağmen bahsedilen sosyal medya camialarında gazeteciler, aktivistler ve halk iletişimde kalarak seslerini duyurmayı başardı.

Mısır’da medya için de durumlar 2013 yılında değişmeye ve baskı altına alınmaya başlandı. Sisi rejimi  askeri müdahalelerinin meşru hale getirebilmek ve Müslüman Kardeşlere yönelik dezenformasyon kampanyası için medyayı propaganda aracı olarak  kullandı.

Sonuç

Sivil toplumun demokratikleşmesindeki rolünü Arap Baharı döneminde Tunus ve Mısır için tarihsel bağlam, kurumsallaşma sürecindeki farklılıklar ve medyanın etkisi olarak inceledik. Bu incelemede Tunus’un sivil toplum konusunda daha sağlam adımlarla ilerlediği ve her ne kadar iki ülkede de islami faktörler sivil toplumu etkilemiş olsa da Mısırdaki darbe sonucu oluşan baskı rejimi ve kısıtlamalar doğrultusunda Tunus’un daha demokratik ve örgütlü olmasının yanında zayıf kalmıştır. Arap Baharı ve Demokratikleşme

Her iki ülke de sivil toplum ekonomik adalet, işsizlik, demokratikleşme, özgürlük konularında sessiz kalmamış ve çaba göstermiştir.

Kaynakça

Achy, L. (2011). Tunisia’s Economic Challenges”, The Carnegie Papers, Carnegie Endowment for International Peace Publications Department.

Birdane, M. (2017). Arap Baharı Sürecinde Tunus’un Demokrasiye Geçişinde Sivil Toplumun Rolü.

Council, E. a. (2015). The Role of Lawyers as Transitional Actors in Tunisia,Lawyers Conflict&Transition.

Gökçen, A. (tarih yok). Mısır’ın İhvanı ve Tunus’un Nahda’sı: İki Ekol İki Hareket.

Hawthorne, A. (2004). “Middle Eastern Democracy: Is Civil Society the Answer?”, .

Rights, T. L. (2017). https://euromedrights.org/ adresinden alındı

Rowe, P. S. (tarih yok). Civil Society in a New Egypt.

Sigillo, E. (tarih yok). Tunisia’s Evolving İslamic Charitable Sector and Its Model of Social Mobilizations”.

Süslü, İ. (2001). 1980 Sonrası Mısır’da Sivilleşme ve Sivil Toplum. İstanbul.

Küresel Göç Yönetiminde Sivil Toplumun Etkisi: Sivil Toplumun Katkısı ve Sınırları

Kaancan Koçak 

Sivil Toplum Çalışmaları O-Staj Programı

Özet

Göç insanlık tarihinin en başından beri insanlıkla bütünleşmiş bir kavram olarak önümüze çıkmaktadır. İnsanlık kimi zaman doğal sebeplerle, kimi zaman beşeri sebeplerle tarihi boyunca daima göç etmiştir. Günümüzde göç yine birçok sebebe dayanmaktadır ancak bu yazı göçün oluşum sebeplerindense göçün ve göç sürecinin küresel bir rejim olarak sivil toplumun yardımıyla kurgulanmaya çalışılması üzerine odaklanacaktır. Araştırma yazısının başında günümüz dünyası göz önüne alınarak göç ve küresel göç kavramları tartışılacaktır.

Devamında sivil toplum tanımlaması noktasında Gramsci’ci bir tartışma yürütülecek olup bu bakış açısı üzerine kurulacak bir küresel göç yönetimi tartışması yürütülecektir. Yazının genel amacı küresel göç yönetiminin olumlu kazanımları beraberinde getirmesiyle birlikte sivil toplumun katılımı ve efektifliği noktasında bir hayli derecede eksik kaldığını göstermektir.

Anahtar Kelimeler: Göç, Göçmen, Sivil Toplum, Küresel Göç Yönetimi, Gramsci, Hegemonya

Giriş

“Göç, ekonomik, siyasi, ekolojik veya bireysel nedenlerle, bir yerden başka bir yere yapılan kısa, orta veya uzun vadeli geriye dönüş veya sürekli yerleşim hedefi güden coğrafik, toplumsal ve kültürel bir yer değiştirme hareketidir. Uluslararası göç ise, bir ülkeden başka bir ülkeye doğru yapılan nüfus hareketidir.” (Altay, 2023). Uluslararası Göç Örgütü’nün (IOM) 2020 yılındaki raporuna göre, dünya üzerinde 281 milyon uluslararası göçmen yer almakta ve bu oran dünya nüfusunun %3,60’ına denk gelmektedir (McAuliffe, M. and L.A. Oucho, 2024, p. 4). Göçmen konusuna geldiğimizde ise literatürde kesin bir tanımlama ile karşılaşamıyoruz. Örneğin TC İçişleri Bakanlığı göçmen kavramını tanımlarken “kişisel rahatlık” amacıyla ve dışarıdan herhangi bir zorlama bulunmaksızın, hür iradeye dayanılarak göç etmeyi seçen kişilerden bahsederken Birleşmiş Milletler Mülteci Örgütü (UNHCR) veya IOM gibi örgütler TC İçişleri Bakanlığı’nın tanımını içermekle birlikte buna ek olarak göçmenlerin “doğal felaketler, kıtlık veya aşırı fakirlikten dolayı ortaya çıkan aşırı zor şartları azaltma…” (Mülteci Ve Göçmen, 2016) amacını güderek de göç edebileceklerini belirtmiştir. Uluslararası düzeyde hukuki olarak bağlayıcı bir tanım olarak göçmen kavramından her ne kadar bahsedemesek de genel diskur göçmen kavramını daha kapsayıcı olarak tanımlama yönündedir. (About Migration | International Organization for Migration, n.d.; Mülteci Ve Göçmen, 2016; Amnesty International, 2024). Bu çalışma da kapsayıcı göçmen kavramını benimseyecek ve argümanlarını bu anlayışa göre ortaya koyacaktır.

Araştırma yazısının göç ile bütünleşen diğer kısmını ise sivil toplum oluşturmaktadır. Sivil toplum kavramına ve gerçek hayattaki karşılığına dair birçok düşünce bulunsa da bu çalışma Gramsci’nin öne sürdüğü paradigma üzeriden araştırmaya odaklanacaktır. Gramsci daha çok sivil toplumun siyasi yönünü vurgulayacaktır. “Sivil toplum Gramsci’ye göre, yönetim dışı (non-govermental) bir kamu alanını işgal eder. (…) Burada okullar, kiliseler, işçi sendikaları, iş adamlarının oluşturduğu klüpler, etnik topluluklar, medya, sağlık ve hukuk alanındaki kurumsal yapıyı da belirleyen meslekî birlikler vb.” (Gönenç, 2001, p. 37) bulunmaktadır. Yani sivil toplum yönetim mekanizmasıyla yakından ilişkisi bulunmasına rağmen yönetime dahil olmayan ancak daima yönetimden etkilenen bir konumdadır. Bu etki de eğitim, medya, dini kurumlar, vs. aracılığıyla halkta devletin egemenliğine dair bir rıza üretimini beraberinde getirir. Gramsci bu duruma “Kültürel Hegemonya” adını verecektir.

“Özetle, Gramsci sivil toplumu, devlet mekanizmasına hakim olan sınıfın, aydınların (entellektüellerin) da yardımıyla, değerlerini empoze edip, hegemonya tesis ettiği bir alan olarak algılar.” (Gönenç, 2001, p. 38). Yani mevcut hegemonya yıkılmak isteniyorsa bir alternatif hegemonya anlatısının bu anlatıyı benimseyen aydınlar yardımıyla kurgulanıp alternatif değerler üretecek kurumlar, topluluklar, medya, vs. aracılığıyla topluma benimsetilerek oluşturulması gerekir. Bir başka deyişle mevcut hegemonyanın sonlandırılması için sivil toplumun devletle olan bağlarının kesilip farklı bir düzlemde sivil toplum bağlarının yeniden örülmesiyle alternatif bir hegemonya anlatısı mevcut olabilecektir (Gramsci, 2006, pp.71-85; Gönenç, 2001). Bu araştırma yazısında da mevcut küresel göç yönetiminin hegemonyasının, alternatif bir hegemonya anlayışı tarafından nasıl eleştirildiği sivil toplumda bulunan kurumlara, spesifik olarak örgütlere bakılarak incelenecektir.

Küresel Göç Yönetimi Tartışması

Bu tartışmalara olan bakış açısından bahsettiğimize göre asıl tartışma noktamız olan küresel göç yönetimi tartışmasına geçebiliriz. Öncelikle işe göç yönetiminden ne anladığımızı belirterek başlamakta fayda var. IOM’e göre göç yönetimi: “Yasal normlar, kanunlar ve yönetmelikler, politikalar ve geleneklerin yanı sıra örgütsel yapılar ve devletlerin her türlü göçle ilgili yaklaşımlarını şekillendiren ve düzenleyen, hakları ve sorumlulukları ele alan ve uluslararası işbirliğini teşvik eden ilgili süreçlerin birleşik çerçeveleri.” (Migration Governance at the Global Level: A Multi-stakeholder, n.d.) olarak tanımlanmıştır. Yine bu tanımda da belirtilmek üzere bu birleşik çerçevenin küresel düzeyde sürdürülmesi ve benimsenmesine ise kültürel göç yönetimi ismi verilmektedir. Uluslararası Çalışma Örgütü’nün (ILO) 2019 yılının verileri göz önüne alınarak 2021 yılında düzenlediği rapora göre uluslararası göçmenlerin büyük bir çoğunluğunu (169 milyon) göçmen işçiler oluşturmaktadır (International Labour Office, 2021, p. 20). Bu sebeple küresel göç yönetimi dediğimizde de tartışma genel olarak göçmen işçilerin ve ağırlıklı olarak göçmen işçi haklarının etrafında şekillenecektir. Bu tabii ki savaş, çatışma, ağır insan hakları ihlalleri, zulüm, iklim krizi, vs. sebepleriyle göç etmek durumunda kalan kişilerin haklarını göçmen işçilerin haklarından daha düşük kılmayacağı gibi unutulmamalıdır ki bu sebepler çoğunlukla iç içe geçmiş bir şekilde bulunur.

Göçmen işçiler çoğunlukla günümüzün dominant ekonomik yaklaşımı olan neo-liberal serbest ticaret ve sermayenin serbest dolaşımı sebebiyle küresel piyasa rejiminde marjinal uçlara kaymaktadır. Göçmenlerin ve özellike göçmen işçilerin büyük çoğunluğu sosyal haklarından yoksun bir şekilde uzun ve zorlu çalışma saatlerine maruz bırakılarak sömürülmektedir. Buna karşılık uluslararası düzeyde ne birleşik bir göçmen işçi yönetiminden ne de küresel göç yönetiminden bahsetmek mümkün değildir. Buna Suriye İç Savaşı’ndan dolayı ortaya çıkan göçmenleri; Soykırım sebebiyle Myanmar’dan göç etmek zorunda kalmış, günümüzde çoğunluğu Bangladeş’te bulunan ve yaklaşık 1.5-2 milyon nufüsa sahip olmasına karşın hiçbir ülke tarafından vatandaşlığa kabul edilmemiş Rohingya etnik grubunu; İklim krizinin etkilerinden kaçmaya çalışan göçmenleri örnek olarak verebiliriz. Bu üç örnekte de (ve daha nicesinde) görülebileceği gibi göçmenler konusunda devletler ortak bir eylem planı ortaya koyamamıştır. Birçok devlet göçmen kavramının yasal düzeyde tanımlanmamasından faydalanarak sorumluluktan kaçmış ve göçmenleri kendi kaderleriyle baş başa bırakmıştır (Brborić, 2019, p. 32; Balsari, S., Dresser, C., & Leaning, J., 2020; Elliott, M., & Fagan, D., 2010; Wise, R. D., 2018).

Buna karşılık birleşik bir göçmen işçi yönetiminden bahsedemesek de küresel göç yönetimi noktasında belirli inisyatiflerden bahsetmemiz mümkün. Bu inisiyatiflerinden ilki ve çoğunlukla da en dominantı Ulusötesi Şirketlerin (TNCs), Dünya Ticaret Örgütü’nün (WTO), Dünya Bankası’nın (WB) ve gelişmiş ülkelerin de benimsediği ve ön plana çıkardığı işletme dostu göç yönetimi yaklaşımı. Bu yaklaşımın ön plana çıkan özelliği talep edilen yüksek ve düşük nitelikli iş gücünün, bir işletmeye en az yükümlülük sağlayacak şekilde sağlanmasıdır (Brborić, 2019, p. 33; Wise, R. D., 2018, p. 746).

Brborić ise bu yaklaşıma karşılık 2006 yılında ILO’nun öncülüğünü üstlendiği göçmenlerin haklarına odaklanan bir inisiyatif ortaya konduğunu iddia ediyor. Brborić bu inisiyatifin ortaya çıkmasında (çoğunlukla şirketler ve finansal kurumlar eliyle) küresel ekonominin üretim, finans, teknolojik inovasyon, vs. alanlarında yarattığı hegemonyayı hedefi haline getiren toplumsal hareketler etkili olduğunu iddia ediyor [Meksika’daki Zapatistalar, 1999 Seattle Protestoları, 2001 Dünya Sosyal Forumu (WSF), yerel işçi hareketleri, vs.] (Brborić, 2019, p. 33; Munck, 2007). Brborić’in argümanından bağımsız bir şekilde devam eden süreçte BM’nin öncülüğünde uluslararası göç ve kalkınma üzerine üst düzey diyalog (UN-HLD) süreci başlatılıyor. 2007 yılına gelindiğinde ise UN-HLD diyaloglarının bir sonucu olarak devletlerin öncülüğünde ancak devletlere karşı bağlayıcılığı bulunmayan Göç ve Kalkınma Üzerine Global Forum (GFMD) ortaya çıkıyor. GFMD ekonomik, siyasal ve sosyal kalkınmanın devam ettiği bölgelerden veya ülkelerden uzmanları bir araya getiren bir sistemi ve gönüllülüğü esas alıyordu. (Tekin, 2024). Bu sürecin devamında GFMD forumlarından önce Sivil Toplum Günleri (CSD) düzenlenmeye başlandı. Sivil toplum günleri özellikle sivil toplum örgütlerinin, işçi sendikalarının, akademinin sürece katılımı konusunda etkili oldu. 2015 yılına gelindiğindeyse GFMD/CSD forumları aracılığıyla belirli sürdürülebilir kalkınma hedefleri (SDGs) BM tarafından benimsendi. Bu adım kalkınma ve göç konularının bir arada nasıl var edileceğini de tartışıyordu. (Brborić, 2019).

Duruma Gramsci’ci bir noktadan yaklaşan Wise ise Brborić’in iddiasının aksine UN-HLD’nin büyük çoğunlukla ana akım göçmen yaklaşımını benimsediğini belirtiyordu. IOM ve WB’nin UN-HLD oturumlarında kilit bir rol oynadığını belirten Wise, UN-HLD’nin mevcut işletme dostu yaklaşımı perçinlediğini; göçmenleri ve onları oluşturan koşulları sistematik bir şekilde incelemek yerine bireysel düzeye indirgediğini, göçmen haklarının önemli ölçüde dışlandığını belirtirken UN-HLD sürecinin sivil toplumda bir rıza üretim aracı olarak kullanıldığından bahsediyordu. UN-HLD aktörleri Buna karşın Wise, GFMD’nin ve GFMD/CSD’lerin sivil toplum örgütlerine önemli derecede yer açtıklarını, UN-HLD’nin aksine insan hakları merkezli bir şekilde sürece yaklaştıklarını ve göçmenlerin maruz bırakıldıkları sistematik eşitsizlikleri incelediklerini belirterek bu yaklaşımın mevcut işletme dostu hegemonik yaklaşımı eleştirerek alternatif bir anlatı öne sürdüğünü iddia edecekti.

Wise’a göre bu alternatif yaklaşımın uluslararası alandaki tezahürü GFMD/CSD’de işçi sendikalarının, insan hakları örgütlerinin, göçmen hakları örgütlerinin, yerel örgütlerin, vs. yer almasıydı. Dahası bu yaklaşım, göçmen yönetimine alternatif bir hegemonya kurma potansiyelini beraberinde getiriyordu. (Wise, R. D., 2018) Ancak her ne kadar alternatif bir potansiyel gibi dursa da bu potansiyelin dönüşümü pek mümkün görünmemektedir. Birinci olarak, GFMD/CSD’lerin kapasitesi son derece sınırlı kalmaktadır. Alınan kararlar çoğunlukla bağlayıcı olmamakla birlikte süreç daha çok sivil toplumun etkisinin danışmadan ileri gidememesi ile sonuçlanmaktadır. İkinci olarak, GFMD/CSD’lerde bulunan STÖ’ler gittikçe azalmakta ve temsiliyet açısından daralmaktadır. Üçüncü olarak, CSD’ler otonomisini yıllar içerisinde gittikçe yitirmiştir. (Wise, R. D., 2018)

Genel olarak tüm sürece ister Brborić ister Wise tarafından yaklaşalım, sivil toplumun hem UN-HLD tarafında hem de GFMD/CSD’lerde son derece güçsüz kaldığını kabul etmemiz gerekmektedir. Gramsci’ci bir bakış açısıyla sürece yaklaştığımızda, sivil toplumun (spesifik olarak süreçte yer alan STÖ’lerin) mevcut kar odaklı neo-liberal hegemonik ekonomi modeli içerisinde alternatif bir hegemonya anlatısı oluşturmaya çalışmasına karşın bu konuda başarısız olduğunu ve bu potansiyelin önemli derecede azaldığını görmekteyiz.

Dahası, sivil toplum aktörleri süreç devam ettikçe mevcut hegemonyaya gittikçe teslim olarak ya temsiliyetlerini kaybetmiş ya da kendilerini bağımsız zannederken hegemonik güç için rıza üreten bir araç haline dönüşmüştür. Gün sonunuda neo-liberal hegemonyanın elinde egemenliğinin sınırlarını daha da genişletecek araçsallaşmış bir sivil toplum kalmıştır.

Sonuç

Bu araştırma yazısında, göç, göçmen ve sivil toplum bağıntıları, küresel göç yönetimi çerçevesinde Gramsci’nin sunduğu teorik noktadan yaklaşılarak ele alınmıştır. Yazı boyunca göç kavramının ne olduğu, göçmenin kime dendiği ve göçün sivil toplum yapılarıyla nasıl bir etkileşimde bulunduğu incelenmiş; buna ek olarak küresel göç yönetiminde sivil toplumun ne derecede ve hangi yönlerden sürece dahil olduğu, sürece genel katkıları ve hangi noktalarda sınırlı kaldığı tartışılmıştır. Sivil toplumun, göç yönetiminde daha aktif bir şekilde rol alarak alternatif bir hegemonya geliştirme potansiyeli var iken bu potansiyelin mevcut hegemonyaya karşı alternatif bir anlatı geliştirme çabasının yeterince başarılı olamadığı kanısına varılmıştır. Yazıda çoğunlukla Gramsci’ci bir bakış açısıyla sivil toplumun, devletler ve işletme dostu yaklaşımı öne çıkaran aktörlerden bağlarının koparılması gerektiği ve sivil toplumun etkinliğini bu bağların alternatif hegemonya anlatısında tekrar örülerek sağlaması gerektiği savunulmuştur. Ancak yazıda da belirtildiği üzere, sivil toplumun bu süreçte temsiliyeti son derece sınırlı kalmış ve neo-liberal ekonomik modelin hegemonik etkisi altında gücünü gittikçe yitirmiştir. Sonuç olarak, küresel göç yönetiminde sivil toplumun etkisi danışma mekanizması olmaktan öteye geçememiş, her ne kadar belli ölçüde uluslararası arenada sesini biraz olsun duyurabilmiş olsa da politika değişikliklerini sağlamak veya mevcut hegemonik anlatıyı değiştirmek noktasında kısıtlı kalmıştır.

Kaynakça

Likić-Brborić, B. (2019). Global migration governance, civil society and the paradoxes of sustainability. In Migration, Civil Society and Global Governance. Taylor & Francis.

Balsari, S., Dresser, C., & Leaning, J. (2020). Climate change, migration, and civil strife. Current Environmental Health Reports, 7, 404-414.

Elliott, M., & Fagan, D. (2010). From community to Copenhagen: Civil society action on climate change in the Pacific. Climate Change and Migration, 61.

Wise, R. D. (2018). Is there a space for counterhegemonic participation? Civil society in the global governance of migration. Globalizations, 15(6), 746-761.

Altay, F. Z. (2023, November 28). Göç Çalışmalarında Yeni Teorik Yaklaşımlar: 21. Yüzyılda Ortaya Çıkan Perspektifler. TUİÇ Akademi.

https://www.tuicakademi.org/goc-calismalarinda-yeni-teorik-yaklasimlar-21-yuzyilda-ortaya- cikan-perspektifler/

Munck, R. (2007). Globalisation and contestation: The new great counter-movement. New York, NY: Routledge.

McAuliffe, M. and L.A. Oucho (2024). Report overview: Migration continues to be part of the solution in a rapidly changing world, but key challenges remain. In: World Migration Report 2024 (M. McAuliffe and L.A. Oucho, eds.). International Organization for Migration (IOM), Geneva.

Mülteci ve göçmen. (2016). United Nations Refugee Agency. Mülteci Göçmen?

Amnesty International. (2024, July 22). Refugees, asylum seekers and migrants – Amnesty International.

https://www.amnesty.org/en/what-we-do/refugees-asylum-seekers-and-migrants/

About migration | International Organization for Migration. (n.d.). International Organization for Migration. https://www.iom.int/about-migration

Gönenç, A. A. (2001). Sivil Toplum. altkitap.

Gramsci, A. (2006). State and civil society. The anthropology of the state: A reader, 71-85.

Migration governance at the global level: A multi-stakeholder. (n.d.). World Migration Report. https://worldmigrationreport.iom.int/what-we-do/world-migration-report-2024-chapte r-8/migration-governance-global-level-multi-stakeholder-regime

International Labour Office. (2021). ILO Global Estimates on International Migrant Workers. Tekin, E. (2024, March 15). İklim Değişikliğinin Göç ve Kalkınma Üzerindeki Etkileri. TUİÇ Akademi. https://www.tuicakademi.org/iklim-degisikligi-ve-goc-kalkinma/

Yahya Sinwar: Romanı Diken ve Karanfil, Filistin ve Kendi Geçmişinin Bir Hikâyesi

Bu yazı 3 Ekim 2024 tarihinde New Lines Magazine’de Amira Howeidy imzası ile İngilizce olarak yayınlanmıştır. 

Yahya Sinwar’s Novel Is a Tale of Palestine, and of His Own Past

Gazze Şeridi’nde Hamas’ın lideri ve siyasi bürosunun başkanı olan Yahya Sinwar’ın, 20 yıl önce yazdığı romanı çok sık düşündüğünü söylemek pek olası değil.

2004 yılında yayımlanan “Diken ve Karanfil” adlı roman, İsrail hapishanelerinde dört müebbet hapis cezasını çekerken bölümler halinde dışarıya kaçırılmıştı. Roman, kişisel bir umutsuzluk ve meydan okuma dönemini yansıtır ve şu an Filistinli karar alma süreçlerinin başında olduğu, bölgenin jeopolitiğini şekillendiren bir savaş sırasında üstlendiği rol ile tam bir tezat oluşturur.

Bugün bu romanı okumak, Yahya Sinwar’ın Gazze’deki devam eden savaşın arka planını anlatan bir sesi dinlemek gibidir. Kendisi hakkında yazdığı tek eser olan bu roman, Filistin anlatılarının bu savaş ve ötesiyle ilgili olarak gölgede kaldığı bir dönemde okunması gereken bir belge niteliğindedir. Aynı şekilde, Yahya Sinwar’ın romanı, Batı’da Hamas’ın önde gelen adamı hakkında yapılan kapsamlı analizlerde de göz ardı edilmiştir.

Hamas’ın askeri kanadı İzzeddin el-Kassam Tugayları’nın 7 Ekim 2023’te başlattığı El-Aksa Tufanı Operasyonu’ndan bu yana, Sinwar hakkında İsrail raporlarında büyük bir artış olmuştur. Hem İsrail hem de ABD istihbarat raporları, operasyonun doğrudan sorumluluğunu ona yüklemektedir. İlginç bir şekilde, bu raporlar son üç yılda hem Batı Şeria’da hem de Gazze’de Filistin direnişinin yücelttiği tek kamusal yüz olan Kassam Tugayları komutanı Muhammed Deif’i büyük ölçüde göz ardı etmiştir.

Yahya Sinwar’a yönelik takıntı, Hamas’ın 6 Ağustos’ta onu siyasi büro başkanı olarak atamasıyla yoğunlaştı. Bu karar, selefi İsmail Heniyye’nin Tahran’da suikaste uğramasından sadece beş gün sonra alındı. Batı medyasının biyografisine olan ilgisi arttı ve bu ilgi büyük ölçüde İsrail istihbarat kaynaklarına dayandı. Bu kaynaklar arasında, Yahya Sinwar’ı bir zamanlar tedavi eden ve daha sonra İsrail hapishane servisinde kıdemli bir istihbarat subayı olan Yuval Bitton’un anlatıları da bulunmaktadır. Batılı gazeteler, Yahya Sinwar’ı 62 yaşına gireceği Ekim ayının sonlarında, kurnaz, zeki, acımasız, şeytani, soğuk, dayanıklı ve rastgele öldürme kapasitesine sahip biri olarak tanıtan çelişkili portreler sunmaktadır.

İsrail tarafından dolaşıma giren geniş kapsamlı tanıklıklar, Yahya Sinwar’ın İsrail ile iş birliği yapmakla suçlanan Filistinlilere karşı uyguladığı iddia edilen işkence yöntemlerini detaylandırmaktadır. Bu tanıklıklardan birine göre, Sinwar’ın bir şüphelinin kardeşine zorla kum yedirmeye çalıştığı iddia edilmektedir. Bir diğer iddia, şüphelilerin başlarına kaynar yağ damlattığını ve İsrail istihbaratı için çalıştıklarını itiraf eden birçok kişiyi ya elleriyle boğarak ya da pala ile başlarını keserek infaz ettiğini öne sürmektedir. En yaygın hikayelerden biri ise, Sinwar’ın bir muhbiri canlı canlı gömdüğü iddiasıdır.

İsrail anlatısına bir selam niteliğindeki bu ifadeler, onlarca yıldır süren çatışmanın 7 Ekim 2023’te başladığını ima eden bir perspektifi taşırken, Batı’da Hamas’ın tarihine dair yaklaşımlar, çoğunlukla Yahya Sinwar’ın kişisel geçmişi ile iç içe geçmiştir.

Batı ve İsrail’deki birçok analist, Yahya Sinwar’ın konuşmalarındaki kelimeleri gizemli dini anlamlar arayarak incelemiş, bu durum ise Filistinli ve Arap liderlerin anlaşılmaz ve yabancı olarak görülmesine yol açan bir kültürel yanlış anlamayı yansıtmaktadır.

Bu analizlerin çoğunda Sinwar’ın hayat hikayesi, onun en geniş biyografik belgesi olan Diken ve Karanfil adlı romanında nadiren yer bulmaktadır. Oysa bu kitap, Arap-İsrail çatışmasının daha geniş bağlamında Sinwar’ın biyografisine dair önemli ipuçları sunmaktadır.

Sinwar’ın kişiliğini anlamaya yönelik her girişim, İsrail işgali altındaki Gazze’de dört on yılı aşkın bir süre boyunca onu ve onun neslinden gelen Hamas liderlerini şekillendiren çevreyi derinlemesine ele alan bu kitabı incelemeden eksik kalacaktır.

Sinwar’ın edebiyat yazmaya başlaması muhtemelen kendi deneyimlerini belgeleme arzusundan kaynaklanıyordu, özellikle de 22 yıl boyunca tutuklu bulunduğu çeşitli İsrail hapishanelerinde Filistinli siyasi edebiyatın veya Filistin perspektifini temsil eden kitapların yokluğu göz önünde bulundurulduğunda.

1962 yılında Gazze’nin Han Yunus mülteci kampında doğan Sinwar, hayatını siyasi aktivizm ve direniş içerisinde geçirdi. 1987’de kurulan İslami Direniş Hareketi olan Hamas’a katıldı ve İsrail ile iş birliği yapanları takip eden ve ortadan kaldıran Majd adlı örgütün sorumluluğunu üstlendi. Hamas’a katılmadan önceki siyasi faaliyetleri hakkında pek bir bilgi yoktur; ancak Gazze İslam Üniversitesi’nde yoğun bir öğrenci aktivizmi içinde olduğu ve Arap Dili ve Edebiyatı üzerine lisans diploması aldığı bilinmektedir. Öğrenci aktivizmi ile Hamas’ın güvenlik aygıtının çekirdeği haline gelen Majd’ın kurulması arasında Yahya Sinwar’ın hayatında boşluklar vardır ve bu süre zarfında kendisini bu kritik role hazırlayan olaylar kayıtlarda eksik kalmıştır.

Sinwar, 1989 yılında İsrail kuvvetleri tarafından tutuklandığında 27 yaşındaydı ve İsrail’le iş birliği yapmakla suçlanan dört Filistinliyi öldürdüğü için dört kez müebbet hapis cezasına çarptırıldı. 2006’da kardeşi Muhammed tarafından yönetilen bir operasyonla kaçırılan İsrail askeri Gilad Şalit’in rehine takası anlaşmasıyla serbest bırakıldığında 49 yaşındaydı.

Sinwar, hapishanede yeni bir sayfa açtı ve uzun süreli tecrit cezalarına rağmen İbraniceyi yeterince öğrenip kitapları Arapçaya çevirebildi. Ardından, 15 yıl boyunca hapishanede tamamladığı ilk romanını yazma zorluğuna girişti. Romanın önsözünde anlatıldığı gibi, tıpkı bir karınca kolonisi gibi organize olan onlarca mahkumun yardımıyla Sinwar, kitabı bölümler halinde hapishaneden kaçırmayı başardı ve gardiyanların dikkatinden kaçtı.

Bu başarı, hapishanelerdeki ağır güvenlik önlemleri ve sertliğin, Filistinli mahkumların mesajlarını iletme yolları bulmalarını engelleyemediğini gösterdi. Aynı zamanda, Sinwar’ın hem Filistinli mahkumlar topluluğu içinde hem de Hamas içerisinde, daha Gazze ve Batı Şeria’da tanınmadan çok önce merkezi bir rol oynadığını vurgulamaktadır. Bu romanın ardından Sinwar’ın ikinci kitabı olan ve İsrail’in Genel Güvenlik Servisi Şin Bet’in operasyonlarını ve direniş liderlerine yönelik suikastları inceleyen Şan (Glory) adlı kitabı 2010 yılında yayımlandı.

Yahya Sinwar, 2011’de serbest bırakıldığında, hapsedilmeden önceki Gazze’den tamamen farklı bir Gazze ile karşılaştı. Hamas artık bu bölgeyi yönetiyor ve İsrail, toplu cezalandırma olarak sıkı bir abluka uyguluyordu. Sinwar, hareket içinde önemli roller üstlendi ve 2017’de Gazze şubesinin başına seçilerek Doha’ya taşınan İsmail Heniyye’nin yerine geçti.

Diken ve Karanfil, 1948 yılında köylerinden sürüldükten sonra Gazze’deki el-Şati mülteci kampında yaşayan bir Filistinli aileyi anlatır. Roman, ailenin en küçük torunu Ahmed’in anlatımıyla ilerler ve babaları ve amcalarının kaybolmasıyla şekillenen aile mücadelesini, mülteci kampının zorlu koşullarını ve 37 yıl boyunca gelişen siyasi olayları ele alır. Ailenin en büyük oğlu Fetih hareketine katılırken, diğer kardeşler İslami direniş ve intifadayla birlikte hareket eder. Roman, kişisel ve tarihi olayları birbirine bağlayarak 1967’den İkinci İntifada’nın ilk yıllarına kadar uzanan Filistin tarihinin önemli dönüm noktalarını belgeliyor.

Sinwar’ın hayatını Gazze Şeridi’nde yaşadığı koşulları detaylandıran bu roman, mevcut Gazze çatışmasına dair güçlü bir bakış açısı sunmaktadır. Romanda anlatılanların ve bugün devam eden savaşın paralellikleri, İsrail’in işgalin başladığı zamandan beri uyguladığı mekanizmaların ve politikaların sadece şiddetli bir tekrarı olduğunu göstermektedir. Bu politikalar — zorunlu toplu göç, toprak gaspı, katliamlar ve toplu tutuklamalar — 1948’den beri olduğu gibi bugün de Filistinlilerin eylemlerini şekillendirmeye devam etmektedir.

Ancak, bu kez fark yaratan unsur, Sinwar’ın en büyük sorumluluğu üstlendiği düşünülen 7 Ekim’deki Filistin operasyonunun büyüklüğüdür. Sinwar bu romanı yazarken, Hamas’ın bugün Gazze Şeridi’nde ve işgal altındaki Filistin topraklarındaki silah gücü, deneyimi ve etkisi mevcut değildi. Roman, sahada değişen gelişmelere yanıt olarak meydana gelen siyasi ve entelektüel dönüşüm dönemini ele alırken, Filistin’in nesiller arası birikimlerini vurgulamaktadır.

Yine de roman bugüne derin bir şekilde bağlıdır. El-Aksa Tufanı Operasyonu, Filistin direniş hareketinde bir değişimi işaret ediyorsa, Diken ve Karanfil de Gazze’deki direnişin daha geniş stratejisindeki sürekliliği yansıtmaktadır. Roman, sonuç olarak, İsrail işgaliyle kesin bir yüzleşmeyi zorlamak için diğer yöntemler tükendiğinde tırmanışın gerekli olduğunu vurgulamaktadır. Sinwar’ın romanda belirttiği gibi bu yaklaşım, “denklemi değiştirmeyi” amaçlamaktadır.

Yahya Sinwar, romanına baş kahramanının en erken hatıralarıyla başlar. Beş yaşındaki Ahmed, babasının evlerinin altına bir sığınak kazmasını izler. 1967 savaşı sırasında, yüzlerce Filistinli aile — Nakba’dan sağ kalanlar ve onların nesilleri — İsrail bombardımanından kaçacak başka bir yeri olmayan, derme çatma yeraltı hendeklerinde yaşamaktadır. Bu görüntüler, Hamas’ın İsrail işgali altındaki on yıllar boyunca genişlettiği yeraltı tünel ağını akla getirir. Aynı zamanda tünellerin savaşta kullanımının sadece Hamas’a özgü olmadığını, eski kökenlere ve Vietnam ile Kuzey Kore’deki modern paralellere sahip olduğunu hatırlatır.

Aile, el-Şati’deki bu karanlık çukurda günlerce kalır ve sığınak girişine yerleştirilen bir radyo aracılığıyla 1967 yenilgisiyle ilgili haberleri takip eder. 1948’de yerlerinden edildikleri evlerine geri dönmeyi umarken, bir askeri zafer beklerler. Yahya Sinwar

Romanın girişinde Sinwar, bunun belli bir kişinin hikayesi olmadığını ilan eder, “her ne kadar tüm olaylar gerçek olsa da.” Aynı zamanda, hikayeyi kendi hayatından tamamen ayırma çabasında da pek bulunmaz ve zaman zaman hayatından kesitler görünür. Anlatıcı, Sinwar ile aynı yaştadır ve 1967 savaşında, Khan Younis kampında evlerinin aşınmış zeminlerinin altındaki sığınaklara kaçan yüzlerce aile gibi o da benzer bir şekilde sığınak aramış olabilir.

Sinwar’ın ailesi, 1948’de İsrail tarafından fethedilen ve daha sonra yakınındaki eski liman şehri Aşkelon adıyla anılan el-Mecdel’den yerlerinden edildikten sonra Khan Younis’e yerleşti. Sinwar’ın babası İbrahim el-Sinwar hakkında pek bir bilgi yoktur; iki yıl önce vefat etmiştir. Hamas’ın kurucusu Şeyh Ahmed Yasin ile aynı nesildendir, aynı bölgede doğmuş ve muhtemelen onu tanıyordu. Şeyh Yasin’in hikayesinden bazı izler, Sinwar’ın romanındaki anlatıcı Ahmed ile örtüşmektedir. Üç yaşında babasını kaybeden Şeyh Yasin gibi, anlatıcı da beş yaşında yetim kalır. İkisi de Gazze’deki el-Şati mülteci kampında büyümüştür. Yahya Sinwar

Romanda baba ve amcanın kaybolması, 1967 yenilgisi sonrasında şekillenen ve Batı Şeria, Gazze ve Doğu Kudüs’ün İsrail tarafından işgal edilmesiyle siyasi bilinci gelişen yeni bir Filistinli neslin ortaya çıkışını vurgular ki bu nesil Sinwar’ın da bir parçasıdır. Yahya Sinwar

O dönemde Filistin direnişi, Gazze’den hem siyasi hem de coğrafi olarak uzaktı. 1967 yazında, Mısır ordusunun el-Şati yakınındaki kampı terk ettiğini gören Gazze, bir sabah yenilgi haberlerinin ulaşmasından önce uyandı. Sinwar, kendisinin de tanık olmuş olabileceği sembolik bir sahneyi betimler: Üzerinde hâlâ Mısır bayrağı taşıyan askeri araçlar ve tanklara el koyan İsrail ordusu, yardım için onlara koşan Filistinlilere ateş açar. Yahya Sinwar

1967’de Mısır ordusunun Gazze’den çekilmesi, Gazze’nin 19 yıllık Mısır yönetiminin sonunu işaret eder. Bu dönem, Gazze’nin 1948 sonrası işgal edilen topraklardan yerinden edilen Filistinliler için devasa bir mülteci kampına dönüşmesiyle belirginleşmiştir. 1967’ye gelindiğinde, Gazze’nin nüfusunun yarısından fazlası — yaklaşık yarım milyon insan — İsrail tarafından yerinden edilmiş mültecilerdir.

Kamp hayatının o dönemdeki detayları, günümüzde Gazze’deki zorlu gerçeklerle de yankılanır. Uluslararası raporlarda sık sık “felaket” olarak tanımlanan bugünkü Gazze’nin zorluklarıyla benzerlik gösterir. Yahya Sinwar’ın büyüdüğü Gazze, romanda bir çorak arazi olarak tasvir edilir: Kamp evlerinin “kümes” gibi göründüğü, döşemeli çatıların şiddetli yağmurlardan zorla koruma sağladığı muhafazakar ve izole bir mülteci topluluğudur. Beslenme yetersizdir; diyet, esas olarak sebzeler ve Birleşmiş Milletler Filistinli Mültecilere Yardım ve Bayındırlık Ajansı’nın (UNRWA) aylık gıda kartlarıyla sağlanan un, yemeklik yağ ve bazı baklagillerden oluşur. UNRWA tarafından kampın avlusuna kurulan tek musluktan su, günde sadece birkaç saat akar ve uzun kuyruklar oluşur. Çocukların iki yılda bir dağıtılan eski kıyafetlerden başka giyecekleri yoktur. Onların en sevdiği oyun “Araplar ve Yahudiler”dir; bir takım Filistinlileri (“Araplar”), diğer takım ise İsrailli işgal askerlerini (“Yahudiler”) oynar. Elektrik lüks bir şeydir ve yalnızca nispeten “varlıklı” olanların evlerinde bulunur. Yahya Sinwar

Ahmed’in annesinin, UNRWA okulundaki ilk gününde giymesi için ona aldığı “yeni ayakkabılar” ona büyük sevinç getirir, ancak bu ayakkabılar kaçınılmaz olarak eskidir ve okul çantası yırtık kumaştan yapılmıştır. Aile, yeni kıyafetlerin “dokunuşunu ve kokusunu” ancak en büyük oğulları üniversite eğitiminden Mısır’dan döndüğünde ve ilk kez onlara kıyafet aldığında yaşar. Yine de anlatıcı, mali durumlarının kamp sakinlerine kıyasla nispeten iyi olduğunu belirtir.

Yazarın, Gazze ile diğer Filistin toprakları arasındaki ekonomik eşitsizliği vurgulama niyeti açıktır, özellikle de yaklaşık 40 mil uzaklıktaki El Halil kenti ile yapılan karşılaştırmada. El Halil, İbrahim Camii’ne yapılan Yahudi dini turizmi sayesinde işgalden sonra ekonomik bir canlanma yaşamıştır. Bu ekonomik odak, o dönemde Filistinlileri üretime ve yaşam standartlarını iyileştirmeye yönlendirmiştir, bu da Fetih’in şehirde direnişi organize etme çabalarını engellemiştir. Filistinlilerin, özellikle Arap ordularının İsrail’e karşı hızla yenilmesinden sonra, direnişin uygulanabilirliği konusunda bölünmesi şaşırtıcı değildi. “Basit silahları ve sınırlı imkanları olan bir grup fedai ona nasıl karşı koyabilirdi?” Bu, Filistin umutlarının en düşük seviyede olduğu, El Halil’in 1980’lerden itibaren işgale karşı silahlanacak olan 1967 savaşının çocukları tarafından yönetilen bir direniş merkezi haline gelmesinden çok önce, şehrin kahvehanelerinde sıkça konuşulan bir konuydu.

1970’lerin başlarında, Filistinliler İsrail’e çalışmak için geçiş yapabiliyordu. O dönemde, hareket özgürlüğü vardı — ne kontrol noktaları, ne duvarlar ne de başka engeller. İsrail işletmeleri, Gazze, Batı Şeria ve Doğu Kudüs’teki işgal altındaki topraklardan gelen Filistinlileri daha ucuz oldukları ve uzun saatler boyunca, herhangi bir sosyal hak olmaksızın çalıştırılabildikleri için işe alıyordu. Bu uygulama, aynı zamanda direnişi bastırmayı amaçlıyordu ve Filistinliler arasında büyük tartışmalara yol açtı. Roman, bu durumun yarattığı gerilimi yakalıyor ve işgal altındaki bir toplumun karşı karşıya kaldığı karmaşık gerçeklikleri ve zorlu seçimleri belgeliyor. Başlangıçta, 1948’de işgal edilen topraklarda çalışmayı ahlaki ve siyasi bir prensip olarak reddeden tavır, Gazze Şeridi’ndeki çoğu sakinin karşı karşıya kaldığı yıkıcı yoksulluk baskısı altında yavaş yavaş erozyona uğradı. Yahya Sinwar

Bu karmaşık durumu kapsayan bir sahnede, Ahmed, direniş savaşçılarının bir işçiden çalışma iznini almaya çalıştığı bir olayı anlatır. Adam, sekiz çocuğunun yiyecek hiçbir şeyi olmadığını ve yardım kuruluşunun sağladığı az miktarın onları aç bıraktığını açıklayarak onlara yalvarır. Direniş savaşçıları, ulusal ilkeleri ile hayatta kalma zorunluluğu arasındaki zorlu ikilemle karşı karşıya kalır. Adamın gerekçesini reddederler ve çalışma iznini yırtarlar, gözleri yaşla dolu — bu, hayatta kalmak için duyulan çaresiz ihtiyaç ile ulusal değerleri koruma zorunluluğu arasındaki iç çatışmanın duygusal bir yansımasıdır. Yahya Sinwar

Yahya Sinwar, bu süreçten faydalananların gördüğü mütevazı ama dönüştürücü ekonomik iyileşmeleri betimler. Bir komşu, daha önce açık olan evinin etrafına bir duvar örer; bir diğeri sağlam bir kapı takar; bir başkası ise evinin zeminini döşer. Ahmed’in ailesi ise İsrail’de çalışmayı reddetmelerine rağmen, kışın yağmur suyunun evlerine sızmasını önlemek için evin kiremitli çatısının üzerine büyük bir naylon örtü yerleştirmeyi karşılayabilecek duruma gelir. Bu “şaşırtıcı” gelişme, yıllar sonra ilk kez su sıçrama sesini duymadan uyuyabilecekleri anlamına gelir.

Aynı büyük sevinç, Ahmed’in yardım kuruluşunun ona günde bir kez beslenme merkezinde yemek yeme hakkı tanıyan bir kart vermesiyle yaşadığı heyecanla yansıtılır. Bir doktorun yetersiz beslenme yaşadığını doğrulamasının ardından verilen bu kart, Ahmed için büyük bir mutluluk kaynağı olur. Romanın anlattığı derin yoksulluk ve mahrumiyetin böylesine samimi detayları, yalnızca Sinwar’ın bizzat deneyimlemiş olabileceği gerçeklerdir. Ahmed’in sevinci o kadar büyüktür ki, kendini “başının tavana değdiğini” hisseder ve kalbinde en yakın olan kuzeni İbrahim’e bir parça köfte kaçırmayı planlamaya başlar, böylece bu nadir ayrıcalığı onunla paylaşabilecektir.

Ailenin en büyük kardeşi dışında hiçbir genç, 1970’lerde Mısır Cumhurbaşkanı Enver Sedat ile Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) arasındaki çatışmanın ardından, bir süre Gazze’den Mısır üniversitelerine öğrenci kabul edilmesinin durdurulması nedeniyle üniversiteye devam edemez. Bu durum sonucunda, Gazze Şeridi’nde ilk kez bir üniversite kurulmasına karar verilir. Bu girişim, eğitime erişim hakkı için şiddetli bir mücadeleye dönüşür, çünkü İsrail bu hakkı tamamen reddeder. Başka seçenek kalmadığı için öğrenciler bu yeni üniversite projesine katılır ve Al-Azhar Dini Enstitüsü’nde akşam derslerine devam ederler, bütçe ve akademik kadro olmaksızın. Öğrenci sayısı arttıkça ve başka seçenek kalmadıkça, üniversite dersleri çadırlarda yapılmaya başlanır; zira İsrail otoriteleri, şeride inşaat malzemelerinin girişini engeller ve Gazze’ye getirilebilecek her şey üzerinde sıkı kısıtlamalar uygular — 2007’deki ablukanın başlamasından onlarca yıl önce.

Bağımsız bir üniversite binası ancak çok daha sonra inşa edilir. Bir üniversiteye gitmenin basit eylemi, epik bir mücadeleye dönüşerek onu barışçıl direnişin bir sembolü haline getirir; işgale karşı ulusal bir eylem olarak şekillenir. Anlatıcının dediği gibi, “Bize her konuda karşı çıkıyorlar, hatta eğitimde bile.”

Sinwar’ın kitabındaki üniversite hikayesi, günümüzdeki olaylarla paralellik taşır. Geçen yıl 8 Aralık’ta, İsrail ordusu İslami Üniversite binasını bombalayarak tamamen yıkmış ve bu yıkımı kayda almıştır. Sinwar’ın aktif bir öğrenci olarak yıllarını geçirdiği bu eğitim kurumundan geriye tek bir taş bile kalmamıştır. Hamas’ın birçok lideri, İsmail Heniyye ve Muhammed Deif de dahil olmak üzere, bu üniversiteden mezun olmuştur. İsrail ayrıca, Gazze’nin diğer üniversitelerinin çoğunu, Al-Azhar Üniversitesi de dahil olmak üzere, yıkmıştır.

Eğer Diken ve Karanfil Yahya İbrahim Hasan el-Sinwar’ın, çocukluğundaki evinin altındaki sığınaktan başlayıp 2000’deki İkinci İntifada’nın başına kadar olan süreçte yaşananlara dair bir tanıklığı olarak kabul edilirse, yazarın kendi hayatının unsurlarını romanın karakterlerine entegre ettiği, hatta bazılarına kendi adını verdiği düşünülebilir. Ahmed, romanın anlatıcısı ve ana karakteri olsa da, hikayenin gerçek kahramanı kuzeni İbrahim’dir — sabırlı, alçakgönüllü, çalışkan ve derin dindar bir gençtir. Ailesindeki ilk İslami hareket mensubu olarak, Sinwar’ın tasavvur ettiği Filistin direnişinin özünü temsil eder.

Romanda, İbrahim evlenmemeyi tercih eder çünkü kendini tamamen mücadeleye adamıştır ve kurtuluş mücadelesiyle tam bir özdeşleşme içindedir. Zekası ve yetenekleri, onu muhbirlerin izini sürme ve kullandıkları şifreleri çözme konusunda yetkin kılar. Yıllarca sabır gösterdikten sonra, İsrail güvenlik servislerine yardım etmekle suçlanan kötü şöhretli kardeşini öldürmekte tereddüt etmez. Ailesinin ısrarına boyun eğip evlendiğinde bile, onlara direnişle olan görevlerini terk etmeyeceğini, bu uğurda hayatını, özgürlüğünü ve çocuklarının yetim kalmasını göze alacağını söyler.

Romanın ilk bölümlerinden itibaren Filistinli muhbirler sıkça referans gösterilir; özellikle bu faaliyetlerin 1990’ların başında yoğunlaştığı dönemde, İsrailliler tarafından sık sık zorla muhbir yapılmışlardır. Ancak Yahya Sinwar, kurucusu olduğu Hamas istihbarat birimi Majd’daki kendi deneyimlerine derinlemesine girmemektedir. Tıpkı karakteri İbrahim gibi, Yahya Sinwar da Gazze’nin muhafazakâr standartlarına göre geç evlenmiş ve serbest bırakıldıktan kısa süre sonra İbrahim adında bir oğlu olmuştur.

İsrail makamlarının Sinwar’a verdiği kod adı “Khan Younis Kasabı”dır, bu isim Majd’ı kurma rolüne ve 1988’de İsrail makamlarıyla iş birliği yapmakla suçlanan dört Filistinliyi öldürdüğünü itiraf etmesine dayanmaktadır. İsrail güvenlik kaynakları, Sinwar’ın bu acımasızlığının başka infazlara ve birçok Filistinli muhbirin tasfiyesine kadar uzandığını da iddia etmektedir.

İsrail ordusunun yakın zamanda Khan Younis’ten çekilmeden önce bir tünelde belgeler bulduğunu iddia etmesi, Sinwar’ın imajını daha da pekiştirdi. Bu belgelerde, eski İzzeddin el-Kassam Tugayları lideri Mahmud Ştevi’nin ailesine yazdığı mektuplar bulunmaktaydı. Ştevi, bu mektuplarda Sinwar’ı işkence yapmakla suçluyor ve onu “canavar” olarak tanımlıyordu. El-Kassam, Ştevi’nin Şubat 2016’da belirsiz davranışsal ve ahlaki suçlar itiraf ettikten sonra idam edildiğini öne sürerken, İsrail kaynakları, özellikle Haaretz, Ştevi’nin eşcinsel olduğuna inanıldığını ve İsrail güvenlik servisleriyle iş birliği yaptığı iddiasıyla cezalandırıldığını savunuyor. Bu iş birliğinin 2014 yılında Kassam’ın askeri komutanı Muhammed Deif’in evinin bombalanmasına yol açtığı ileri sürülmektedir.

Yahya Sinwar, İsrail için çalışan istihbarat ajanlarının konusunu ele alırken temkinli bir üslup benimser. Gazze’de 1990’ların başlarında yaygın olan bu ajanlar hakkında romanında, çeşitli Filistinli grupların bu kişilere karşı şiddetli tepkiler verdiğini anlatır; bu tepkiler arasında öldürme, kırbaçlama ve hatta kamuya açık infazlar yer alır. Romanın ana karakteri, kontrolsüz şiddetin devam etmesini “büyük bir hata” olarak tanımlar ve muhbirler sorununa yasal çözümlerle yanıt verilmemesini eleştirir. Yahya Sinwar, “en az öldürmeyle” ve “tiksindirici ve çirkin görüntülerin” önüne geçerek bu sorunun daha uygun bir şekilde ele alınabileceğini savunur.

Bu arka plan, Gazze’de bu hassas ve patlayıcı sorunun ele alınmasında hissedilen baskıyı vurgular. Bir yandan İsrail ajanları toplamaya ve tuzağa düşürmeye devam ederken, diğer yandan Filistinli grupların kaotik ve şiddetli tepkileri bu olguyu etkin bir şekilde caydırmayı başaramamıştır.

İsrailli insan hakları örgütü B’Tselem’in raporuna göre, sadece 1987 yılında İsrail için çalışmakla suçlanan 942 Filistinli öldürüldü ve bunların %40’ı İsrail Savunma Bakanlığı’na bağlıydı.

Roman, ajanların artışıyla başa çıkmak için tamamen adanmış bir güvenlik aygıtı oluşturmanın gerekliliğinin nasıl ortaya çıktığını gözler önüne serer. Bu gelişmeler, 1967 sonrası Gazze yargı sisteminin İsrail yargı sistemiyle bağlantılı olması nedeniyle resmi bir yasal çerçevenin yokluğunda geliştirilmiş standartlarla yapılmıştır. Sinwar’ın 1988’de, tutuklanmadan kısa bir süre önce, Majd’ı bu bağlamda kurduğu anlaşılmaktadır.

Romanın anlatıcısının siyasi olarak bölünmüş aile üyeleri arasındaki tartışmalar — İsrail ile müzakere ederek bir Filistin devleti kurmanın mümkün olduğunu savunanlar ile bu tür müzakereleri anlamsız veya başarısız olarak görenler arasındaki çatışmalar — Gazze’deki büyük yıkımın ardından El-Aksa Tufanı Operasyonu’nun Filistin’e getirdiği kazanımlar konusundaki güncel tartışmalarla yakından ilişkilidir.

Romanın baş karakteri olan ve Sinwar’ın alter egosu olan İbrahim, bu meseleyi “Filistin halkının bir devlet kurma sürecinde ödeyeceği bedel” olarak özetler ve “işgali geri çekilmeye zorlamaktan başka bir alternatif olmadığını” vurgular. İbrahim, 1993 Oslo Anlaşmaları olmasaydı, Birinci İntifada sırasında direnişin baskısıyla İsrail güçlerinin Gazze ve Batı Şeria’dan geri çekileceğini ve Filistinlilere vaat edilen devletin sonuçta İsrailli yerleşimcilere bırakılmayacağını savunur.

Roman, Hamas’ın o dönemde anlamsız bulduğu müzakere sürecine bir eleştiri de içerir. Sinwar’ın romanı, Oslo Anlaşmalarını, İsrail’e Birinci İntifada sırasında direnişin tehdit ettiği zor durumdan “inmek için” bir “merdiven” sağlayan “stratejik bir hedef” olarak temsil eder. Yahya Sinwar, 1993 yılına kadar İsrail’in Batı Şeria ve Gazze’den “kaçmaya” hazır olduğuna inanıyor gibi görünmektedir. İbrahim, açık sözlülüğüyle, Hamas’ın “oyunun kurallarını dayatabileceği” bir durumda İsrail ile bir güvenlik anlaşmasına neden ihtiyaç olduğunu sorgular.

Oslo müzakerelerinin İsrail ile FKÖ lideri Yasser Arafat arasında tıkanmasının ardından, Eylül 2000’de İkinci İntifada patlak verdi ve beş yıl sürdü. Bu süre zarfında, İsrail ordusu 3.000’den fazla Filistinliyi öldürdü ve daha fazlasını yaraladı. Barışçıl Filistin gösterileri, İsrail’in gerçek mermilerle yanıt vermesiyle silahlı bir isyana dönüştü ve sonuç olarak İsrail’in iç bölgelerinde gerçekleştirilen ve yaklaşık bin İsraillinin ölümüne yol açan bir dizi “şehadet operasyonu” (intihar saldırısı) gerçekleşti. Bu yoğun tırmanışa yanıt olarak, İsrail ordusu Filistin bölgelerini bombaladı, on binlerce evi yıktı, tank ve helikopterlerle operasyonlar düzenledi ve direniş saflarındaki birçok kişiyi suikastlarla hedef aldı.

Yahya Sinwar’ın İsrail hapishanelerinden yakından takip ettiği İkinci İntifada olayları, romanının son kısmında büyük bir yer kaplar ve başlıktaki “karanfiller”i sembolize ediyor olabilir. Bu olaylar, onun yıllar önce başlattığı eseri tamamlama motivasyonunu artırmış olabilir, direniş savaşçılarını ve yeşil, sarı ve siyah fraksiyonların bayraklarını yükselttiği sahneleri hayal ettiği hapishane hücresinde bu çatışmayı kendi algısına göre belgelemiştir.

Romanındaki olaylar ile Gazze’deki son gelişmeler arasındaki bağlantıyı göz ardı etmek zor. Özellikle Ağustos ayında Sinwar’ın Hamas liderliğini tamamen ele geçirmesinin ardından bu durum daha belirgin hale gelmiştir. Bu durum, 19 Ağustos’ta Tel Aviv’de genç bir Filistinlinin kendini patlatmasıyla sonuçlanan saldırıda kendini göstermiştir. Hamas ve İslami Cihad hareketlerinin üstlendiği bu saldırıda, yapılan ortak açıklamada İsrail’deki intihar operasyonlarının devam edeceği uyarısında bulunulmuştur.

Bu taktik, İkinci İntifada sırasında İslami direniş (ve Filistin Halk Kurtuluş Cephesi ve Fetih gibi gruplar) tarafından kullanılan stratejinin tekrarıdır. 2000’lerin başlarında İsrail, Batı Şeria ve Gazze’de 120’den fazla intihar saldırısı düzenlenmiştir. Roman, bu tür operasyonları ayrıntılı bir şekilde ele alır ve İbrahim, bunları İsrail’e karşı Filistinlilerin öldürülmesine misilleme olarak baskı uygulamada etkili oldukları için savunur.

“İntifada’dan günler önce ‘sakinler’ olarak adlandırılıyorduk,” der. “İki ay sonra ‘Filistinli sakinler,’ sonra ‘Filistinliler’ olduk — ve ardından terörist bir grup olarak gördükleri FKÖ ile oturmak zorunda kaldılar.”

Roman, bu olaylar zemininde İbrahim ile genç bir direniş savaşçısı arasındaki bir konuşmada, Hamas’ın İsrail’e ilk kez Kassam füzeleriyle yanıt verdiği zamana değinir ve İsrail’in tepkisi hakkında endişeleri dile getirir. Bu bölüm, Sinwar’ın sesini güçlü bir şekilde hatırlatır; 7 Ekim’den bu yana duyulmayan bir sesle, son aylarda Gazze’deki diğer hareket liderlerine yöneltilen, İsrail’in gücü ve Filistinlilerin bu savaşta ödediği bedeller hakkındaki soruları reddeder.

İbrahim, memnuniyetsizliğini ifade ederek, “Onlar [İsrailliler] daha ne yapabilir ki, yapmadıkları ne kaldı?” diye sorar. Ayrıca, Filistin halkının yorgun olduğunu iddia edenlerin “küçük bir çıkar grubu” olduğunu belirtir. “Halka gelince, onlar onurları, haysiyetleri ve kutsallıkları için her şeyi feda etmeye hazır.”

Yahya Sinwar ve Gazze’deki hareket liderlerinin hesaplamalarının bu mantıktan çok daha karmaşık olduğu kesindir, özellikle de son 11 ayda, modern Filistin tarihinde benzeri görülmemiş düzeyde şiddet ve yıkım yaşanmışken: 40.000’den fazla ölü, 100.000’e yakın yaralı ve İsrail tarafından defalarca yerinden edilen 1,9 milyondan fazla insan. Yine de, Sinwar’ın hikayesinde sürekli tekrarlanan “çatışmada yeni bir denklem yaratma” fikrinin, tam olarak bugün tanık olduğumuz şey olduğu açıktır.

Körfez Ülkeleri ve ABD Başkanlık Seçimi

Bu yazı ilk olarak 22 Ekim 2024 tarihinde AGSIW – The Gulf States and the U.S. Presidential Election başlığıyla yayınlanmıştır. 

Yazar: F. Gregory Gause, III, PhD

ABD başkanlık seçiminde, Cumhuriyetçi Parti’den eski Başkan Donald J. Trump ile Demokrat Parti’nin mevcut Başkan Yardımcısı Kamala Harris’in yarışması beklentileri oldukça yükseltmiş durumda. Anketler, başkanın seçilmesinde kritik öneme sahip olan salıncak eyaletlerinde son derece çekişmeli bir yarış olduğunu gösteriyor. Bu eyaletlerin oyları, Amerika Birleşik Devletleri’nin başkanlarını seçmek için kullandığı karmaşık Seçiciler Kurulu sisteminde belirleyici olacak. Ancak seçim sonucunun, ABD’nin Körfez ülkelerine ve genel olarak Orta Doğu’ya yönelik politikasında hemen gözle görülür bir etki yaratması beklenmemekte. Her iki aday da, İsrail’in Gazze ve Lübnan’a karşı yürüttüğü savaş çabalarını desteklemekte; aralarındaki farklılıklar daha çok söylemsel düzeyde. Körfez politikası, bu adayların kampanyalarında öne çıkan bir konu olmadı. Ancak Trump ve Harris, bölgeye yönelik orta vadede etkili olabilecek bazı önemli politika farklılıklarına ve dünya enerji talebini uzun vadede etkileyebilecek genel ekonomik politika farklarına sahip.

Trump mı Harris mi? Anlık Değişim Beklenmiyor

Hiçbir aday, ne Körfez’e ne de genel olarak Orta Doğu’ya yönelik ABD politikasında hemen bir değişiklik vaat etmiyor. Harris, Trump’a kıyasla Filistinli sivillerin güvenliği ve Filistin’in ulusal öz belirlenim hakkı konusunda kamuoyuna yaptığı açıklamalarda daha fazla endişe dile getirmiştir. Ancak, 7 Ekim 2023’teki Hamas’ın İsrail’e saldırısının ardından Başkan Joseph R. Biden Jr.’ın İsrail politikasına verdiği neredeyse tam desteği sürdürmekten de geri durmamıştır. Harris’in bu konudaki duruşunun derin bir inanç mı yoksa Biden’a sadık bir başkan yardımcısı olarak gösterdiği bir tavır mı olduğu belirsizdir. Bununla birlikte, Harris’in ABD-İsrail ilişkilerine dair temel inançlarının Biden’dan önemli ölçüde farklı olduğuna dair pek bir işaret yoktur. Harris, Demokrat Parti’nin daha genç kadrolarının İsrail’e karşı daha eleştirel ve Filistin haklarına daha açık olduğu bir kuşak değişimini temsil etmektedir. Ancak, bu duygular Harris’ten bile daha genç Demokratlarda yoğunlaşmış olup, Harris’in kariyeri boyunca geleneksel olarak İsrail yanlısı bir Demokrat olduğu görülmüştür. Harris, Biden yönetiminin İran’a karşı İsrail’in savunmasına katılımını desteklemiştir. Trump ise, başkan olması durumunda ne İran ne de Hamas’ın İsrail’e saldırmaya cesaret edemeyeceğini ima etmiştir, ancak Oval Ofis’teki varlığının bunu nasıl engelleyeceğini açıklamamıştır.

Her iki aday da ABD’nin Körfez’e yönelik güvenlik taahhüdünün ya da genel olarak Orta Doğu’daki askeri varlığının azaltılmasını savunmamıştır. Bu, son üç başkan değişikliğinden oldukça farklı bir durumu yansıtır. Barack Obama, Trump ve Biden, başkanlık görevine geldiklerinde ABD’nin Orta Doğu’daki askeri ve diplomatik taahhüdünü azaltma ve ABD kaynaklarını Doğu Asya’ya kaydırma sözü vermişlerdi. Biden, bu yönde önemli bir adım atan tek lider olmuş ve ABD’nin Afganistan’daki askeri varlığını, Trump’ın üzerinde anlaştığı zaman çizelgesine göre sonlandırmıştır (Trump, çekilmenin uygulanmasını eleştirmiş olsa da). Ancak, hiçbiri bölgedeki doğrudan müdahalelerden kaçınamamıştır. Obama, Irak ve Suriye’de IŞİD’e karşı ABD güçlerini taahhüt ederken, bu çabada kilit müttefiklerle iş birliğini sağlamıştır. Trump, IŞİD’e karşı kampanyayı devam ettirmiş ve İran’a yönelik “maksimum baskı” politikasını artırmıştır. Biden ise Suudi Arabistan ile İsrail arasındaki ilişkilerin normalleşmesine yönelik çalışmış, bu çabanın bir parçası olarak Riyad’a bir savunma anlaşması teklif etmiş ve 7 Ekim sonrası İsrail’in savunulması için ABD güçlerini taahhüt etmiştir.

Belki de 7 Ekim saldırısından sonra ABD’nin bölgeye odaklanmasının bir sonucu olarak, ne Trump ne de Harris, Orta Doğu’dan uzaklaşma söylemini dile getirmiştir. Körfez’deki ABD müttefiklerinin Washington’a olan güvenine dair endişeler sürerken, her iki adayın da Körfez’deki ABD askeri duruşunda büyük bir değişiklik öngördüğüne dair bir işaret bulunmamaktadır. Ayrıca, bu seçim kampanyasında Suudi Arabistan’a yönelik eleştirel söylemler de yer almamaktadır. Hem Trump 2016’da hem de Biden 2020’de kampanyalarında Suudi Arabistan’ı eleştirmişler, hatta Biden ülkeyi bir “parya” olarak nitelendirmişti. Ancak, her iki lider de iktidara geldikten sonra Riyad ile iyi ilişkilerin önemini kabul etmişlerdir – Trump, Biden’dan daha hızlı bir şekilde. Bu sefer, her iki aday da Suudi Arabistan’ın bölgedeki herhangi bir diplomatik girişimin başarısı için merkezi bir role sahip olduğunu kabul etmektedir.

Orta Vadede: Körfez Ülkeleri Üzerine Benzerlikler, İran Üzerine Farklılıklar

Trump’ın Körfez politikalarını öngörmek daha kolaydır, çünkü başkan olarak geçmişte bu konuda bir sicili bulunmaktadır. Onun zaman zaman retorik patlamaları, sosyal medya takıntıları ve dostlarını ve düşmanlarını sürekli tetikte tutma alışkanlığı tutarsız bir imaj yaratmış olsa da, Trump’ın dış politikada bir dizi tutarlı pozisyonu vardır. Çok kısa vadeli, ticari bir dış politika anlayışına sahiptir ve ekonomik anlamda merkantilist bir yaklaşıma inanır. Körfez ülkelerinin zenginliği göz önüne alındığında, onlarla iyi ilişkiler kurmak ve onların Amerikan silahlarını, nükleer tesislerini veya yüksek teknoloji sistemlerini satın almasını istemektedir. Muhtemelen Trump, Biden’ın Suudi Arabistan’a bir güvenlik anlaşması teklif etme ve nükleer altyapısını geliştirme yardımı sağlama girişimini benimseyecektir, ancak bu öneriler Kongre’deki Demokratların neredeyse tamamının muhalefetiyle karşılaşacaktır. Trump, Çin’i ABD’nin en büyük rakibi olarak görmekte ve Körfez ülkelerinin Washington’un yanında yer almasını istemektedir. İran’ı Orta Doğu’da büyük bir rakip olarak gören Trump, İran konusunda sert bir duruş sergileyen yardımcılar ve bakanlarla çevrili olacaktır. Kendisini büyük bir anlaşma yapıcı olarak gören Trump, zaman zaman İran’la “harika bir anlaşma” yapabileceğini hayal etse de, yönetimindeki kişilerin büyük çoğunluğu önceki Trump yönetiminin Tahran’a uyguladığı “maksimum baskı” politikasına bağlı kalacaktır.

Çin’i ABD’nin en büyük küresel zorluğu olarak görmek, iki parti arasında da nadir görülen bir uzlaşma noktası haline gelmiştir. Bu nedenle, Harris yönetimi de Körfez ülkelerini ekonomik ve diplomatik olarak ABD’nin yanında tutmayı amaçlayacaktır. Çin faktörü, Biden yönetiminin Suudi Arabistan’a yeni bir güvenlik taahhüdü sunma istekliliğinin en önemli itici güçlerinden biridir. Harris, dış politika ekibinin çoğunu Biden döneminden gelen kişilerle oluşturacağı için muhtemelen Körfez ülkeleriyle ikili ilişkilere benzer bir yaklaşım sergileyecektir. Harris’in Suudilere, Biden’ın sunduğu belirli anlaşmaları sunup sunmayacağı belirsizdir, ancak bazı önde gelen Demokratların Suudi karşıtı eğilimlerine sahip olmadığı gözlemlenmektedir.

Harris yönetimi ile ikinci bir Trump yönetimi arasındaki en belirgin fark İran konusunda olacaktır. İran’ın İsrail’e yönelik Nisan ve Ekim aylarındaki saldırıları göz önüne alındığında, Harris’in Tahran’a hemen bir açılım yapması beklenmemektedir. Ancak, İran ile nükleer bir anlaşma son iki Demokrat başkanın Orta Doğu politikasının temel taşlarından biri olmuştur. Obama, İran ile Kapsamlı Ortak Eylem Planı (KOEP) nükleer anlaşmasını müzakere edebilmiştir; Biden ise bu anlaşmaya geri dönmeye çalışmış ancak başarılı olamamıştır. Demokrat dış politika çevreleri, İran’ı potansiyel silahlanmadan uzaklaştıracak bir anlaşmayı ABD’nin bölgedeki güvenlik çıkarları için büyük bir kazanım olarak görmekte ve Trump’ın KOEP’ten çekilmesini şiddetle eleştirmektedir. İran Cumhurbaşkanı Mesud Pezeşkiyan’ın nükleer müzakerelere geri dönme arzusunu ifade eden kamuoyuna yönelik açıklamaları göz önüne alındığında, Harris’in başkanlığı sırasında İran-ABD arasındaki nükleer müzakerelerin yeniden başlayacağı muhtemeldir. Mevcut İsrail-İran geriliminin bu olasılığı engelleyecek bir yöne gitmemesi halinde, bu görüşmelerin gerçekleşmesi beklenebilir.

Uzun Vadede: Enerji Talebi ve Küresel Ekonomi

Yüzeyde, Trump ve Harris’in enerji konularına oldukça farklı yaklaşımları var gibi görünmektedir. Trump, ABD’yi Paris İklim Anlaşması’ndan çekmiş ve bunu tekrar yapma sözü vermiştir; Obama Paris Anlaşması’nı müzakere etmiş ve Biden anlaşmaya yeniden katılmıştır. Harris de şüphesiz ABD’nin Paris Anlaşması’ndaki resmi taahhütlerini sürdürecektir. Ancak enerji üretimi konularında pratik düzeyde Trump ve Harris yönetimleri arasında bir fark olmayacaktır. Trump, “kaz, kaz, kaz” (drill, baby, drill) sloganını tekrarlarken, Harris iklim değişikliğiyle başa çıkmanın gerekliliğinden bahsetmektedir; ancak her ikisi de ABD’nin petrol ve gaz üretiminde önemli bir büyümeyi teşvik etmeye devam edecektir. Farklılıkları, ABD’nin daha temiz enerji alternatiflerini ne ölçüde teşvik ve sübvanse etmesi gerektiği noktasında yoğunlaşacaktır.

Bu seçimin enerjiyle ilgili daha önemli etkileri, küresel ekonomik büyüme ve dolayısıyla dünya enerji talebinde kendini gösterecektir. Trump, İkinci Dünya Savaşı sonrası ABD’nin küresel ticareti teşvik etme ve böylece küresel ekonomik büyümeyi destekleme tutumunda köklü bir değişiklik yapılmasını savunmaktadır. Biden yönetimi, Trump döneminde getirilen Çin’e yönelik tarifelerin ve ticaret kısıtlamalarının çoğunu sürdürmüş ve ABD imalatını destekleyen daha müdahaleci bir politika benimsemiştir. Harris yönetimi de muhtemelen bu politikaların çoğunu devam ettirecektir. Ancak, ne Biden ne de Harris, Trump’ın kampanya sırasında dile getirdiği büyük çaplı tarife artışlarını desteklemiştir. Eğer Trump bu korumacı politikalara yönelik köklü değişimi uygulamayı başarırsa – ki bu belirsiz bir durumdur – büyük olasılıkla küresel bir ticaret savaşı başlatacak ve bu savaş küresel ticaret hacmini önemli ölçüde azaltacaktır. Böyle bir senaryo, dünya genelinde ekonomik büyümenin azalmasına ve küresel enerji talebinin kayda değer biçimde düşmesine yol açabilir. Bu tür bir küresel ekonomik değişim, Körfez ülkelerinin ekonomileri üzerinde son derece olumsuz sonuçlar doğurabilir.

Dolaylı ve Uzun Vadeli Sonuçlar

ABD başkanlık seçiminin, Orta Doğu ve özellikle Körfez bölgesine yönelik politikalar üzerindeki kısa vadeli etkileri muhtemelen minimal olacaktır. Ne Trump ne de Harris yönetimi, Biden yönetiminin mevcut yaklaşımında önemli bir değişiklik yapacaktır. Çin’e karşı iki partinin de uzlaşmış olduğu bir konsensüs, hangi aday başkan olursa olsun Körfez ülkeleriyle iş birliğini sürdürmeye yönlendirecektir. İki aday arasındaki, ve genel olarak partileri arasındaki en büyük fark ise Orta Doğu politikasında İran’a yaklaşımlarında olacaktır. Trump, muhtemelen önceki döneminde uyguladığı “maksimum baskı” politikalarına geri dönecektir. Harris ise son iki Demokrat başkanın izlediği çizgiyi takip ederek İran ile nükleer müzakerelerin yenilenmesini arayacaktır. Belki de bu seçimin Körfez ülkeleri üzerindeki en önemli etkisi dolaylı ve uzun vadeli olacaktır. Trump’ın önerdiği tarife politikalarının tetikleyebileceği küresel ticaret savaşı, küresel ekonomik büyüme ve enerji talebi üzerinde büyük olumsuz sonuçlar doğurabilir ve bu da Körfez enerji ihracatçılarını ciddi şekilde etkileyebilir.

 

Rusya-Hindistan Stratejik Ortaklığının Arktik Boyutunu Ne Sürüklüyor?

Hindistan’ın Arktik’teki artan etkisi, Çin’in etkisine karşı denge sağlayarak hem Rusya’nın hem de Batı’nın çıkarlarına hizmet ediyor.

Arktik Okyanusu üzerinden Kuzey Denizi Rotası (NSR) üzerinde faaliyet gösterecek olan Rusya-Hindistan ortak çalışma grubu, geçtiğimiz hafta Delhi’de ilk toplantısını gerçekleştirdi. Bu rota, dünyanın en önemli ticaret yollarından biri olmaya aday olarak gösteriliyor. Söz konusu çalışma grubu, Hindistan Başbakanı Modi’nin yaz aylarında Moskova’ya gerçekleştirdiği ziyaret sonrasında oluşturuldu. Modi ve Putin, bu ziyarette farklı alanlarda işbirliğini genişletmeye yönelik dokuz anlaşma imzalamıştı. İşte, on yıllardır süregelen bu stratejik ortaklığın Arktik boyutunu şekillendiren temel etkenler:


1. Hindistan’ın Avrupa ile Ticaretinde Kuzey Denizi Rotasını (NSR) Kullanması Bekleniyor

Devam eden İsrail Savaşı, Hindistan-Orta Doğu-Avrupa Ekonomik Koridoru (IMEC) üzerindeki çalışmaları süresiz olarak askıya aldı ve Husilerin Kızıldeniz’i ablukaya almasına neden oldu. Bu durum, Hindistan-Avrupa ticaretinin maliyetlerini artırdı ve bu ticaret yolunun her zaman stratejik olarak güvensiz olduğunu ortaya çıkardı. Bu nedenle Hindistan’ın, Kızıldeniz rotasının yeniden açılmasının ardından daha az riskli bir yol olarak NSR’yi gelecekte daha fazla kullanması bekleniyor.

2. Hindistan Tersaneleri Rus Buzkıranlarını İnşa Edebilecek Kapasiteye Sahip

Maritime Executive’e göre, Rusya’nın Hindistan’dan dört nükleer olmayan buzkıran inşa etmesini istemesinin nedeni, Hindistan tersanelerinin, Çin, Güney Kore ve Japonya’daki rakiplerinin 2028’e kadar sahip olamayacağı kapasiteye sahip olmasıdır. Avrupa tersaneleri ise yaptırımlar nedeniyle bu tür sözleşmeleri yerine getiremiyor. Hindistan’ın önümüzdeki on yıl içinde 1.000’den fazla gemi inşa etme planları var. Bu nedenle, Rusya’nın NSR’yi geliştirmek amacıyla sahip olduğu devasa rupi stoklarının bir kısmını bu sektöre yatırması mantıklı bir adım olarak görülüyor.

3. Hindistan’ın NSR’de Seyir İçin Yeterli Ekstra Denizcileri Var

Geçtiğimiz hafta yapılan toplantıda ayrıca, dünyada sayıca üçüncü sırada olan Hintli denizcilerin NSR’de seyir yapmak üzere eğitilmesi konusu da ele alındı. 2017’de çıkarılan bir Rus yasası, bu rotada petrol, doğal gaz ve kömür taşıyan gemilerin yabancı bayrak altında seyir yapmasını yasaklarken, 2018 yılında çıkarılan bir başka yasa ise bu gemilerin Rusya’da inşa edilmesini zorunlu kıldı. Rusya’nın doğal nüfus azalması göz önüne alındığında, yerel halkın daha fazla Orta Asya göçmeni istememesi nedeniyle, deneyimli Hintli denizciler bu gemileri yönetmek üzere sözleşmeli olarak çalışabilir.

4. Hindistan Belirli Koşullar Altında Rusya’nın Arktik Enerji Sektörüne Yatırım Yapabilir

Çinli bir şirketin yaz aylarında çekildiği Rusya’nın Arktik LNG 2 projesine Hindistan belirli koşullar altında yatırım yapabilir. Hindistan’ın Petrol Bakanı, geçen ay ülkesinin şu anda yaptırımlar nedeniyle bu projeye dahil olmayacağını, ancak Ukrayna çatışmasını sona erdirmede arabuluculuk yapması durumunda bir istisna sağlanabileceğini söyledi. Kiev, bu rolü Çin yerine Hindistan’ın oynamasını tercih ediyor ve Hindistan bunu başarabilirse, Batı Çin’in Arktik’teki etkisini azaltmak amacıyla Hindistan’a ödül verebilir.

5. Hindistan Küresel Etki Dengesinde Vazgeçilmez Bir Rol Oynuyor

Son olarak, Rusya, Hindistan’a olan bağımlılığını aşırı derecede Çin’e kaydırmayı önlemek için güveniyor. Hindistan’a yönelik Batı baskısına rağmen, Batı da Hindistan’ın bu rolünü giderek daha fazla takdir etmeye başlıyor. Batı, Hindistan’ın gizli teknoloji ticaretine tam olarak yaptırım uygulamaktan kaçınmasının nedeni de budur. Arktik’teki Hindistan etkisinin artması, Çin’in etkisine karşı bir denge oluşturarak hem Rusya’nın hem de Batı’nın çıkarlarına hizmet ediyor.


Rusya-Hindistan işbirliği, belirtilen nedenlerden dolayı Arktik bölgesinde büyük umut vaat ediyor. Ancak, Hindistan Batı yaptırımlarına meydan okumaya isteksiz olduğu sürece Arktik LNG II projesinin tam potansiyeline ulaşamayacaktır. Hindistan’ın küresel etkideki vazgeçilmez rolü göz önüne alındığında, Hindistan ve Batı’nın bu konuda bir muafiyet sağlanması için gizli görüşmelere başlaması ve bu sayede Hindistan’ın Arktik’te Çin ile daha etkili bir şekilde rekabet edebilmesi sağlanabilir.

Türkiye’nin Afrika Açılımı: Uganda ile Yapı Merkezi Arasında İmzalanan Demiryolu Anlaşmasının Stratejik Boyutları

Uganda’nın Türk inşaat firması Yapı Merkezi ile 272 kilometrelik demiryolu hattı inşası için 3 milyar dolarlık bir sözleşme imzalaması, Doğu Afrika’da bölgesel ticareti canlandırma ve ulaşım maliyetlerini düşürme açısından stratejik bir hamle olarak değerlendirilmektedir. Bu proje, Uganda’nın Kenya sınırındaki Malaba’dan başkent Kampala’ya kadar uzanacak ve Kenya’nın Mombasa Limanı’na bağlantı sağlayacak şekilde tasarlanmıştır. Yapı Merkezi’nin bu projede yer alması, Türkiye’nin Afrika ile giderek artan ekonomik ve politik ilişkilerinin önemli bir göstergesi olarak kabul edilebilir.

Türkiye’nin Afrika Açılımı

Türkiye’nin Afrika ile olan ilişkileri son 20 yılda büyük bir ivme kazanmış ve ticaret hacmi 2000’lerin başından itibaren 5,4 milyar dolardan 41 milyar dolara çıkmıştır (Rogers, 2024). Türkiye, Afrika ile yalnızca ticaret ve yatırım anlamında değil, aynı zamanda kültürel programlar, iş konseyleri ve geniş bir hava ulaşım ağı ile de bağlarını güçlendirmiştir. Özellikle Türk Hava Yolları, kıtadaki 60’tan fazla destinasyona uçuş düzenlemekte ve bu durum Türkiye’nin kıtada yumuşak güç stratejisinin bir parçası olarak değerlendirilmektedir (Rogers, 2024).

Afrika’ya yönelik bu açılım, Türkiye’nin dış politika vizyonunda çok boyutlu bir stratejiyle ilerlediğini göstermektedir. 2005 yılında “Afrika Yılı” ilan eden Türkiye, Afrika Birliği ile stratejik ortaklık anlaşması imzalamış ve kıtada büyükelçilik sayısını artırmıştır. Türkiye’nin Afrika’da izlediği bu politika, ticari ilişkilerden öte, insani yardım projeleri, eğitim faaliyetleri ve kültürel diplomasiyi de kapsayan geniş bir stratejiyle şekillenmiştir. Bu bağlamda Türkiye, özellikle sağlık, altyapı projeleri ve eğitim alanlarında kıtaya önemli katkılar sunmaktadır. Uganda ile imzalanan bu demiryolu anlaşması, Türkiye’nin Afrika’daki kalkınma projelerinde daha aktif bir rol oynamaya başladığını gösteren bir diğer örnek olarak karşımıza çıkmaktadır.

Yapı Merkezi ve Uganda Projesi

Yapı Merkezi, Tanzanya’da yürütmekte olduğu Darüsselam demiryolu projesi gibi Afrika’da büyük çaplı altyapı projelerinde tecrübeye sahip bir Türk inşaat firmasıdır. Uganda ile imzalanan 272 kilometrelik demiryolu hattı inşası, firmanın bu kıtadaki varlığını daha da güçlendirecektir. Bu proje, Uganda’nın komşu ülkeleriyle olan ticaret bağlantılarını artıracak ve bu hattın Mombasa Limanı’na kadar uzanması, Doğu Afrika’nın önemli ticaret koridorlarından biri haline gelmesini sağlayacaktır (Rogers, 2024). Yılda 25 milyon ton yük taşıma kapasitesine sahip bu hat, Uganda ve Kenya ekonomilerini birbirine daha fazla entegre edecek, aynı zamanda bölgesel ekonomik büyümeyi destekleyecektir (Railway Technology, 2024).

Çin ve Türkiye’nin Afrika’da Rekabeti

Projenin bir diğer önemli boyutu ise, Uganda’nın 2015 yılında Çinli China Harbour firması ile yaptığı anlaşmayı sonlandırması ve Türk firması Yapı Merkezi ile yeni bir sözleşme imzalamasıdır. Uganda, daha önce Çin’in Exim Bankası’ndan finansman sağlama konusunda başarısız görüşmeler yürütmüştü ve bu durum, Çin’in Afrika’daki etkisinin sorgulanmasına neden olmuştur. Türkiye, Afrika’daki Çin hâkimiyetine karşı alternatif bir ortak olarak öne çıkmaktadır. Yapı Merkezi’nin Uganda’da üstlendiği bu proje, Türkiye’nin Çin’in etkisini dengelemeye çalışan Afrika ülkeleri için çekici bir ortak haline geldiğini göstermektedir (Biryabarema, 2024).

Türkiye, bu projelerle yalnızca ekonomik çıkarlar elde etmekle kalmayıp, aynı zamanda kıtadaki stratejik ortaklıklarını da derinleştirerek Afrika’nın ekonomik kalkınmasına katkıda bulunmayı hedeflemektedir. Türkiye’nin Afrika ile geliştirdiği bu çok yönlü ilişkiler, dış politika bağlamında yeni fırsatlar sunmakta ve Türkiye’nin küresel arenada daha etkili bir aktör haline gelmesine katkıda bulunmaktadır.

Uganda ile Yapı Merkezi arasında imzalanan bu demiryolu anlaşması, Türkiye’nin Afrika politikasının ekonomik ve stratejik boyutlarını yansıtan önemli bir adım olarak değerlendirilebilir. Türkiye, Afrika’daki altyapı projelerine daha fazla yatırım yaparak kıtanın kalkınmasına katkıda bulunmakta ve Çin gibi büyük oyuncularla rekabet etmektedir. Yapı Merkezi’nin bu projede yer alması, Türkiye’nin Afrika ile olan ticari ilişkilerinin yanı sıra siyasi ve kültürel bağlarını da güçlendirme çabasının bir parçası olarak görülmelidir. Türkiye’nin Afrika açılımı, kıtanın ekonomik kalkınmasına katkıda bulunurken, aynı zamanda Türkiye’nin küresel politikada yükselen bir aktör olma hedefini de pekiştirmektedir.

Kaynakça:

Batı’nın Sıkıntılı Kökenleri: Din Adamları ve Avrupa’nın Yahudi ve Müslümanlarının Ortadan Kaldırılması

Bu yazı Şener Aktürk imzasıyla ilk olarak BROADSTREET tarafından 14 Ekim 2024 tarihinde İngilizce olarak yayımlanmıştır.

Orijinaline İngilizce başlığa tıklayarak erişebilirsiniz:

The West’s Troubled Origins: Clerics and the Eradication of Europe’s Jews and Muslims

Batı’nın Sıkıntılı Kökenleri

Batı, neden geç ortaçağ döneminden itibaren birçok siyasi ve ekonomik gelişim göstergesinde diğer bölgelerin üzerine çıktı? Son dönem akademik çalışmalar, Batı’nın yükselişinde Katolik Kilisesi’nin rolüne önemli bir vurgu yaptı. Anna Grzymala-Busse, Broadstreet’te ve yakın zamanda yayımlanan bir kitabında “Avrupa devletinin ortaçağ ve dini kökenlerini” ele aldı. Jonathan Doucette ve Jørgen Moller ise, Katolik tarikatları, özellikle Dominikenler gibi grupların kent temsili ve özyönetimin motoru olarak temsilci kurumların kökenindeki rolünü bir kitap ve blog yazısında incelediler. Bruce Bueno de Mesquita, bir makalesinde ve son kitabında, Avrupa kralları ile Katolik Kilisesi arasındaki mücadelenin ve bu mücadelenin Worms Konkordatosu ile çözümünün “Batı’nın doğuşunu” ve diğer medeniyetlerin üzerine çıkmasını nasıl açıkladığını tartıştı. Benzer şekilde, Lisa Blaydes ve Christopher Paik, Avrupa devletlerinin oluşumuna Haçlı Seferleri’nin katkısını ortaya koydular. Batı’nın Sıkıntılı Kökenleri

Bu akademik tartışmada gözden kaçan önemli bir gelişme var: Batı Avrupa’da Yahudilerin, Müslümanların ve diğer gayrimüslimlerin, toplu sürgünler, katliamlar ve zorla din değiştirme yoluyla ortadan kaldırılması. Uluslararası Güvenlik dergisinde yayımladığım “Masum Değil: Din Adamları, Krallar ve Batı Avrupa’nın Etnodini Arındırılması” başlıklı makalemde de belirttiğim gibi, günümüz İngiltere, Fransa, Macaristan, İtalya, Portekiz ve İspanya’sına karşılık gelen Batı Avrupa devletlerinde yaşayan büyük Yahudi ve Müslüman toplulukları tamamen yok edilmiştir. Bu gelişmeye yol açan üç temel faktör bulunmaktaydı: 11. yüzyıl sonlarında Gregoryen Reformları ile başlayan papalık liderliğindeki din adamlarının gücünde dramatik bir artış; Yahudilerin ve Müslümanların insan dışı varlıklar olarak tanımlanması ve 13. yüzyılın başlarında kraliyet malı olarak yeniden tanımlanmaları; ve Batı Roma İmparatorluğu’nun çöküşünden sonra Batı Avrupa’nın küçük devletler arasında bölünmesiyle hayatta kalma mücadelesi içindeki şiddetli rekabet. Papalık ve din adamları, krallara gayrimüslimleri ortadan kaldırmaları çağrısında bulunmuş, bazen krallar bu çağrıya uymuştur. Bazı durumlarda (Occitania ve Sicilya), krallar direnmeyi denemiş ancak sonunda uyum sağlamaya zorlanmış ya da itaatkâr haleflerle değiştirilmiştir. Diğer durumlarda (Portekiz ve İspanya), krallar gayrimüslimleri ortadan kaldırmış ve en Hristiyan-Katolik hükümdarlar olarak papalık nezdinde ayrıcalıklar kazanmak için diğer Katolik krallarla yarışmışlardır. Batı’nın Sıkıntılı Kökenleri

Dini Homojenleşmenin Üç Senaryosu
Uyum
  1. Papalık ve din adamları krala gayrimüslimleri ortadan kaldırması çağrısında bulunur.
  2. Kral bu çağrıya uyar ve gayrimüslimleri ortadan kaldırır.
Direniş
  1. Papalık ve din adamları krala gayrimüslimleri ortadan kaldırması çağrısında bulunur.
  2. Kral direnir ve gayrimüslimleri ortadan kaldırmayı reddeder.
  3. Papalık ve din adamları, direnen kralı aforoz (excommunication), yasaklama (interdict) veya Haçlı Seferi ile cezalandırır.
  4. Kral uyum sağlar ve gayrimüslimleri ortadan kaldırır YA DA kral tahttan indirilir; Haçlılar veya papalık tarafından desteklenen yeni kral gayrimüslimleri ortadan kaldırır.
Açık Artırma / Tanınma
  1. Kral, Katolik dindarlığını kanıtlamak için gayrimüslimleri ortadan kaldırır.
  2. Kral, papadan tanınma ve rakip krallara karşı destek arar.

 

Makalenin katkısı, etnik temizlik, soykırım ve demografik mühendisliğin supranasyonal, dini ve ortaçağdaki kökenlerini açıklamakta yatıyor. Bu, genellikle modern zamanlarda seküler motivasyonlara sahip milliyetçi aktörlere atfedilen bu olgulara farklı bir bakış açısı sunuyor. Bu blog yazısında, argümanımın ve bulgularımın tarihsel miraslar üzerine çalışan akademisyenler için üç diğer tematik alana yönelik etkilerini keşfetmeye ve genişletmeye çalışıyorum: demokrasinin kökenleri, Batı sekülerizminin oluşumu ve kimlik ve idari kapasiteyle ilişkili olarak toplumsal okunabilirliğin artışı. Batı’nın Sıkıntılı Kökenleri

Katolik Hristiyanlar İçin Temsilci Kurumlar ve Öz Yönetim

Ortaçağ İspanyası ve Sicilya’da yüzyıllar boyunca Müslümanlar demografik çoğunluğu oluşturuyordu. İspanya, Ortaçağ’ın en büyük Yahudi nüfusuna ev sahipliği yaparken, Fransa’da Yahudiler en büyük gayrimüslim topluluğu ve Ortaçağ İngiltere’sindeki tek gayrimüslim topluluktu. Ayrıca, Ortaçağ Macaristan ve Portekiz’inde de Yahudi ve Müslüman azınlıklar bulunuyordu. Zamanla, bu devletlerdeki tüm Yahudi ve Müslüman topluluklar yok oldu. 13. yüzyılın sonuna gelindiğinde İngiltere’deki tüm Yahudiler ve Macaristan ile İtalya’daki tüm Müslümanlar ortadan kaldırılmıştı. Batı Avrupa’nın son Yahudi ve Müslüman toplulukları ise sırasıyla 1492 ve 1526 yıllarında İspanya’dan sürgün edilerek bu Batı Avrupa devletlerini tamamen Katolik Hristiyan hale getirdi. Bu gelişme, dünya tarihinde eşi görülmemiş bir olaydı; çünkü daha önce hiçbir bölge böyle homojen bir dini demografiye ulaşmamıştı.

Temsilci kurumların ilk olarak Ortaçağ Avrupa’sında, tam da Yahudi ve Müslümanların şiddetle ortadan kaldırıldığı dönemlerde ve yerlerde ortaya çıkmış olması bir tesadüf mü? Ön analizlerim bunun bir tesadüf olmadığını gösteriyor. “Masum Değil” adlı makalemde (s. 105), “1215’teki İngiltere Magna Carta’sının Yahudileri hedef alan maddeler içerdiğini, 1222 tarihli Altın Ferman ve 1233 tarihli Bereg Yemini’nin ise Macaristan’da Yahudileri ve Müslümanları hedef aldığını” eleştirel bir şekilde belirtiyorum. Yürütme gücünü sınırlama konusunda önemli başarılar olarak kabul edilen bu belgeler, aynı zamanda açıkça Yahudi ve Müslüman karşıtıydı. Dahası, bu durum Katolik Batı Avrupa’da geniş çapta görülen bir modeldi; çünkü yürütme otoritesini sınırlamayı amaçlayan birçok krallık karşıtı hareket, kraliyet odasının serfleri (servi regie camerae) olarak tanımlanan Yahudi ve Müslümanları aynı anda hedef alıyordu. Batı Avrupa’daki önemli bir diğer devlet olan Fransa’da ise Yahudiler, Stefan Stantchev’in Spiritual Rationality (s. 10) adlı eserinde belirttiği gibi, “bizzat kralın bir vekili olarak saldırıya uğradılar.” Batı’nın Sıkıntılı Kökenleri

Jonathan Doucette ve Jorgen Moller, Cluni tarikatını ve Dominikenleri; Anna Grzymala-Busse ise genel olarak Katolik din adamlarını, ortaçağ Avrupa’sında parlamentolar ve kendi kendini yöneten şehirler gibi en erken temsilci kurumları inşa ederek demokratik gelişime önemli katkı sağlayan aktörler olarak tanımlamışlardır. Lisa Blaydes ve Christopher Paik ise Haçlıları Avrupa’da devlet oluşumu ve siyasi gelişime önemli katkı sağlayan unsurlar olarak belirlemiştir. Bu çalışmaları tamamlayıcı nitelikte olarak, Cluni tarikatı mensuplarının, Haçlıların, Dominikenlerin ve genel olarak papalık-din adamları çevresinin, Yahudilerin ve Müslümanların Batı Avrupa’da ortadan kaldırılmasında doğrudan rol oynadığını ve aynı zamanda sadece Katolik Hristiyan bir “demos” için temsilci kurumlar inşa ettiklerini ortaya koyuyorum.

Batı’daki Sadece Hristiyanlara Ait Ortamda Sekülerliğin Oluşumu

Batı Avrupa’daki tüm Müslüman ve Yahudilerin ortadan kaldırılması, sekülerizmin kökenleri ve çeşitleri açısından önemli çıkarımlara sahiptir. Talal Asad, Formations of the Secular adlı eserinde, “Azınlık kavramı belirli bir Hristiyan tarihinden, yani Reform’dan hemen sonra kurulan yerleşik Kilise ile erken modern devlet arasındaki bağın çözülmesinden kaynaklanmaktadır” diye savunur (s. 174). Ben, Katolik Kilisesi ile Ortaçağ devletleri arasında çok daha önce ve merkezi bir “bağ” üzerine odaklanıyorum: Batı Avrupa’da 13. yüzyılda zirveye ulaşan kıtasal etnodini temizlik yoluyla dini mezhepsel (yani Katolik) bir tekel oluşturulmuştur ve bu durum, Protestan Reformu’nun başlamasından çok önce, dolayısıyla “mezhep devleti” kavramından birkaç yüzyıl önce gerçekleşmiştir. Ortaçağlara kadar uzanan bu uzun dini-mezhepsel homojenlik tarihi, Avrupa kimliğinin “birden fazla yaşam biçiminin (sadece kimliklerin değil) gelişmesine” izin verecek şekilde tanımlanmasının neden bu kadar zor olduğunu da açıklar (Asad, s. 180). Yahudiler ve Müslümanlar, kendi yasaları, ritüelleri, diyetleri ve “yaşam biçimleri” ile birlikte, geç Ortaçağ’da Batı Avrupa’dan yok edilmiş ve yüzyıllar boyunca geri dönmemişlerdir (Müslümanlar için bu, 20. yüzyıla kadar sürmüştür).

Bu bağlamda önemli olan nokta, Charles Taylor’ın çığır açıcı kitabı A Secular Age‘de 1500 yılını, dini bir çağı modern seküler çağla karşılaştırmak için referans noktası olarak almasıdır. 1500 yılı, neredeyse tam olarak Batı Avrupa’dan son Yahudi (İspanyol Yahudileri, 1492) ve Müslüman nüfusların (Aragon Müslümanları, 1526) sürgün edildiği tarihe denk gelir ve böylece bölgeyi, en azından görünüşte ve kamusal alanda, tamamen Katolik Hristiyan yapar. Taylor’ın Batı anlatısında (ve birçok başkalarının benzer anlatılarında) varsayılan dindarlık, Roma Katolikliğidir. Bu durum, Zeynep Bulutgil’in The Origins of Secular Institutions (Seküler Kurumların Kökenleri) gibi sekülerizm üzerine önemli çalışmaların “tarihsel dayanağı” için de geçerlidir. Benim papalık-din adamlarının Ortaçağ Batı Avrupa’sında “kral yapıcılar” olarak hanedanları tahttan indirme ve yerlerine yenilerini getirme rolüne dayalı argümanım, neden “dinden özgürlük” anlayışını “din özgürlüğü” anlayışının önüne koyan, en radikal din karşıtı sekülerizm biçimlerinin tarihsel olarak Katolik devletlerde, örneğin Fransa’da geliştiğini açıklamaya yardımcı olabilir. Dini otoriteler, Katolik olmayan hanedanlar tarafından yönetilen bölgelerde, örneğin Babür Hindistan’ında veya Osmanlı İmparatorluğu’nda, “kral yapıcı” rolü üstlenmemiştir. Bu, Katolik mirasa sahip dünyayla Katolik mirasa sahip olmayan dünya arasındaki büyük ayrımı oluşturur ve bu ayrım büyük ölçüde Batı ile Batı dışı dünya ayrımıyla örtüşmektedir.

Katolik Din Adamları Gibi Görmek: Sadece Katolik Devletlerde Okunabilirliği Maksimize Etmek

James Scott’un Seeing Like a State adlı eserinde kavramsallaştırdığı ve popülerleştirdiği gibi, modern devlet gelişiminin anahtar özelliklerinden biri, yönetilen nüfus hakkında artan bilgi, yani “okunabilirlik”tir. Toplumların daha okunabilir hale getirilmesi, devlet kapasitesini artırır, ancak azınlıklar genellikle okunabilirliği maksimize etmede önemli bir zorluk teşkil eder. Volha Charnysh, World Politics dergisindeki bir makalesinde ve Broadstreet’teki iki yazısında, Rus Çarlığı’nın “daha büyük bir Müslüman nüfusa sahip bölgelerde çok daha düşük bilgi ve mali kapasiteye” sahip olduğunu, bunun da 1891/1892 kıtlığı sırasında Müslümanlar arasında çok daha düşük kıtlık yardımı ve çok daha yüksek ölüm oranlarına yol açtığını göstermiştir. Makalemde de belirttiğim gibi, demografik mühendislik 19. ve 20. yüzyıl Avrupa’sında da gerçekleşmiştir, ancak kökleri 13. yüzyıla kadar uzanır. Kıtalar arası boyutlarda demografik mühendislikle ilgilenen ilk büyük aktör, papalık liderliğindeki Katolik din adamlarıydı. Yahudileri, Müslümanları ve diğer gayrimüslim azınlıkları ortadan kaldırarak, Katolik devletlerde okunabilirliği ve devlet kapasitesini artırdılar, her ne kadar bu onların birincil hedefi olmasa da. Daha da ilginç olan, bu tür bir dini-mezhepsel homojenliğin, kralların niyeti ya da tercih edilen sonucu olmamasıydı, zira Yahudiler ve Müslümanlar, kraliyet odasının serfleri olarak krallara ait varlıklar olarak görülüyor ve sıklıkla papalık-din adamlarına karşı krallarla ittifak halindeydiler.

“Avrupa ve Amerika’da Dışlama Politikalarının Karşılaştırmalı Analizi” adlı çalışmamda, Yahudi ve Müslümanların zulme uğramasının “Reform’dan önceye, 1215 yılında Papa III. Innocentius’un düzenlediği Dördüncü Lateran Konsili’ne kadar uzandığını” savundum. Peki neden 1215? Not So Innocent adlı çalışmam, Papa III. Innocentius’a atıfta bulunarak bu sorunun cevabını veriyor. Tarihsel olarak bu dönemdeki büyük artışlar, okunabilirlik ve zulümle el ele gitmiştir. R. I. Moore’un ünlü bir şekilde Ortaçağ Avrupa’sında Zulmeden Bir Toplumun Oluşumu olarak tanımladığı olay, Katolik din adamlarının yönetiminde devrim niteliğinde bir “okunabilirlik” ve idari kapasite artışı içeriyordu ve modernitenin totaliter deneyimlerinin habercisi niteliğindeydi. Katolik din adamları ile krallar arasındaki yüzyıllarca süren güç mücadeleleri, Bruce Bueno de Mesquita’nın önerdiği gibi, “Batı’nın Doğuşu”ndan başka bir şeyle sonuçlanmadı. Bu doğumun şiddetli olduğu genellikle kabul edilir, ancak bu şiddet sadece devletler arası çatışmalar ya da Protestan Reformu sonrasındaki Hristiyan içi şiddetle sınırlı değildi. Bellicist teorisyenlerinin öne sürdüğü gibi, 19. ve 20. yüzyıl devlet ve ulus inşa sürecindeki devletler arası savaşlarla da sınırlı değildi. Batı’nın doğuşu, aynı zamanda büyük gayrimüslim toplulukları ortadan kaldıran kıtasal bir etnodini temizlik içeriyordu ve Batı Avrupa’yı dünyanın en dini açıdan homojen ve okunabilir bölgesi haline getirdi. Batı’nın Sıkıntılı Kökenleri

 

Sırbistan’ın İsrail’e Silah Satışı 2024 yılında 23 Milyon Euroyu Aştı

Bu yazı ilk olarak Sasa Dragojlo ve Avi Scharf imzasıyla 2 Eylül 2024 tarihinde Serbian Arms Sales to Israel Top 23 Million Euros in 2024 başlığıyla Balkan Insight’ta yayımlandı.

Sırbistan Silah Satışı: 2024 Yılında İsrail 24 Milyon Euro’luk Alım Yaptı

Sırbistan’ın devlete ait olan ana silah tüccarı, Temmuz ayında İsrail’e yedi milyon eurodan fazla silah ve/veya mühimmat ihraç etti. Bu, Balkan ülkesinin, Gazze’deki Filistinli sivillere karşı işlendiği iddia edilen savaş suçlarına yönelik endişeleri görmezden gelmeye devam ettiği bir dönemde, Belgrad’dan Beersheba yakınlarındaki bir hava üssüne beş İsrail askeri uçuşunun gerçekleşmesiyle aynı zamana denk geldi.

Sırp iş verilerini derleyen bir web sitesinden alınan gümrük verilerine göre, Yugoimport-SDPR Temmuz ayında İsrail’e toplamda 7,3 milyon euro değerinde silah ve/veya mühimmat ihraç etti. Bu, 2024 yılında İsrail’e yapılan Sırp silah ve mühimmat ihracatının toplam değerini 23,1 milyon euroya çıkardı. Sırbistan Silah Satışı

Bu ihracatlar, geçen yılın Ekim ayında Hamas tarafından düzenlenen ölümcül bir saldırıya yanıt olarak Gazze’de devam eden İsrail askeri operasyonları sırasında gerçekleşti. Gazze Sağlık Bakanlığı’na göre, 40.000’den fazla Filistinli öldü ve 90.000’den fazlası yaralandı. İsrail ayrıca Lübnan’daki Hizbullah ile devam eden bir çatışmada yer alıyor ve bu da silah ihtiyacını daha da artırıyor.

Temmuz ayındaki sevkiyatlar, BIRN ve Haaretz tarafından Belgrad Nikola Tesla havaalanından İsrail’in Negev Çölü’nde, Beersheba’nın güneydoğusunda bulunan Nevatim hava üssüne yapılan beş İsrail askeri uçuşuyla aynı zamana denk geldi. BIRN ve Haaretz daha önce bu yıl içinde açık kaynaklı uçuş takip siteleri aracılığıyla iki şehir arasında gerçekleşen altı İsrail askeri uçuşunu tespit etmişti.

Aralık 2023’ten bu yana Belgrad ve güneydeki Nis şehrinden İsrail’e en az 15 uçuş gerçekleştirildi. Bu durum, Sırbistan’ı Nevatim hava üssüne inen silah uçuşlarının yapıldığı ülkeler arasında üst sıralara yerleştiriyor. Bu hesaplama, Haaretz tarafından son on ay içinde toplanan açık kaynaklı verilere dayanıyor. Dünya çapındaki ABD üslerinden yapılan uçuşlar ise ilk sırada yer alıyor. Sırbistan Silah Satışı

15 Ağustos’ta, BM İnsan Hakları Yüksek Komiseri Volker Turk, Gazze’deki durum hakkında şunları söyledi: “Bu akıl almaz durum, büyük ölçüde İsrail Savunma Kuvvetlerinin savaş kurallarına uymadaki tekrar eden başarısızlıklarından kaynaklanmaktadır.”

“Son 10 ayda Gazze’de günde ortalama yaklaşık 130 kişi öldürüldü. İsrail ordusunun evleri, hastaneleri, okulları ve ibadet yerlerini yok etme ölçeği son derece dehşet verici.”

Grafikte, 2024 yılında Sırbistan’ın İsrail’e yaptığı silah ihracatını gösteren veriler yer almakta. Aylara göre veriler şu şekildedir:

  • Şubat: 510.000 Euro
  • Mart: 14.089.081 Euro
  • Mayıs: 1.170.000 Euro
  • Temmuz: 7.328.500 Euro
  • Toplam: 23.097.581 Euro

Grafikte Mart ve Temmuz aylarındaki ihracatın özellikle dikkat çekici şekilde arttığı görülüyor. Mart, en yüksek ihracat yapılan ay olarak öne çıkıyor ve toplamda 2024 yılı için İsrail’e yapılan silah ihracatı 23 milyon Euro’yu aşmış durumda.

Savaş Suçu Endişeleri

Temmuz ayında gerçekleştirilen beş uçuş iki gün içerisinde gerçekleşti. İlk iki uçuş, 21 Temmuz’da Belgrad’dan Nevatim hava üssüne İsrail hava kuvvetleri adına uçan bir İsrail kargo uçağı tarafından yapıldı; ertesi gün ise seri numaraları 545, 663 ve 667 olan üç farklı İsrail Lockheed C130 uçağı Belgrad’a indi ve hızla Nevatim’e geri döndü. Sırbistan Silah Satışı

BIRN ve Haaretz, Ağustos ayında üç uçuş daha tespit etti: İlki 1 Ağustos’ta, seri numarası 272 olan bir İsrail Hava Kuvvetleri Boeing 707 uçağı tarafından Nis’ten Nevatim’e yapılan uçuş, ikincisi ise 20 Ağustos’ta iki uçuş şeklinde gerçekleşti. Ancak bu gazeteciler, bu uçuşlara karşılık gelen silah ve/veya mühimmat ihracat verilerini tespit edemediler.

Bu yıl İsrail’e yapılan tüm Sırp silah satışları, Birleşmiş Milletler’in en yüksek mahkemesi olan Uluslararası Adalet Divanı’nın, 26 Ocak’ta İsrail’e Filistinlilere karşı soykırım teşvik eden ya da işleyen eylemlerden kaçınması gerektiği yönünde verdiği karar sonrasında gerçekleşti. Güney Afrika’nın İsrail’e karşı açtığı bir soykırım davasına yanıt olarak verilen bu kararla ilgili nihai hükmün çıkması yıllar alabilir.

5 Nisan’da Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Konseyi, “uluslararası insancıl hukukun ve insan hakları ihlallerinin ve kötüye kullanımlarının daha fazla ihlal edilmesini önlemek için İsrail’e silah, mühimmat ve diğer askeri teçhizatın satışının, transferinin ve saptırılmasının durdurulması” çağrısını destekledi.

20 Mayıs’ta ise Lahey’deki Uluslararası Ceza Mahkemesi’nde başsavcı, İsrail Başbakanı Netanyahu ve İsrail Savunma Bakanı Yoav Gallant’a karşı savaş suçları ve insanlığa karşı suçlar iddiasıyla tutuklama emirleri çıkarılması için başvuruda bulundu.

En son olarak, 20 Haziran’da BM uzmanları, devletlere ve şirketlere İsrail’e silah ve mühimmat transferlerini durdurmaları çağrısında bulundu; bu transferlerin “uluslararası insancıl hukukun ciddi ihlallerini oluşturabileceğini ve uluslararası suçlara – muhtemelen soykırım da dahil – devletin suç ortaklığı riskini doğurabileceğini” söylediler. Sırbistan Silah Satışı

Tüm bu gelişmelere rağmen, ertesi ay Sırbistan, İsrail’e 7,3 milyon euro değerinde ölümcül silah gönderdi.

Sırp Bakan BIRN Bulgularına Yorum Yapmaktan Kaçındı

Sırbistan hükümeti, sevkiyatların içeriği hakkında henüz bir açıklama yapmadı ve 8 Mart’ta Sırbistan Ticaret Bakanlığı, BIRN’in ihracat izinlerinin ne zaman verildiğini ve hangi tür silahların teslim edildiğini açıklamasını isteyen Bilgi Edinme Özgürlüğü talebini “gizli bilgi” olarak nitelendirerek reddetti.

Ağustos ayında Jerusalem Post gazetesine verdiği bir röportajda, Sırbistan Dışişleri Bakanı Marko Djuric, BIRN’in bulguları ve silah sevkiyatlarının resmi devlet politikası olup olmadığı konusunda yorum yapmayı reddetti.

Djuric, “Sırbistan her zaman şiddetin sona ermesini, insan acılarının son bulmasını ve tarafların karşılıklı anlaşmaya vardığı barışçıl, müzakere edilmiş bir çözümü destekleyecektir.” şeklinde konuştu.

ABD, onlarca yıldır İsrail’in en büyük silah tedarikçisi olmuştur. Çatışmalar ve silah ticaretini inceleyen Stockholm Uluslararası Barış Araştırma Enstitüsü’nün (SIPRI) 2023 raporuna göre, İsrail’in silah satın almalarının %69’u Amerikan şirketlerinden, %30’u Alman şirketlerinden ve %0,9’u İtalyan şirketlerinden gelmektedir.

Ancak yüksek sayıda sivil can kaybı ve yerinden edilen insan sayısı, bu tür silah ihracatlarını giderek daha tartışmalı hale getirmiştir.

Haziran ayında Reuters, Britanya’nın Gazze’deki savaşın başlamasından sonra İsrail’e yönelik silah ihracat lisans onaylarının keskin bir şekilde düştüğünü ve 13 yılın en düşük seviyesine indiğini bildirdi. İtalya, Kanada ve Hollanda gibi bazı ülkeler ise silahların nasıl kullanılabileceği konusundaki endişeler nedeniyle İsrail’e silah ihracatına kısıtlamalar getirmiştir. Sırbistan Silah Satışı

Ağustos ayında BBC, Britanya Dışişleri Bakanlığı’nda terörle mücadele alanında çalışan Mark Smith’in İsrail’e yapılan silah satışlarına tepki olarak istifa ettiğini ve Birleşik Krallık hükümetinin “savaş suçlarına ortak olabileceğini” ifade ettiğini bildirdi.

Bu yazı ilk olarak Sasa Dragojlo ve Avi Scharf imzasıyla 2 Eylül 2024 tarihinde Balkan Insight’ta yayımlandı.

 

Avrupanın Enerji Güvenliğinin Sağlanmasında Türkiye’nin Katkısı

Avrupanın Enerji Güvenliği

Bugün her kesim tarafından kabul edilen bir gerçeklik var ki o da ülkelerin ekonomik, siyasi istikrarı ve geleceğinin garanti altına alınmasında Enerji ve Enerji güvenliği iki önemli unsur olarak karşımıza çıkmaktadır. Enerji her alanda sosyal ve bireysel yaşam açısından tartışmasız var olması zorunlu bir gerekliliktir. Enerji aynı zamanda birçok ülke için önemli bir gelir kaynağı olduğu gibi, dünyada yaşanan bazı istikrarsızlık ve çatışmalarında ana kaynağı konumundadır. Günümüz itibariyle jeopolitik ve jeostratejik krizlerin çok yönlü boyuta ulaştığı süreçte, enerji bağımsızlığı veya yetersizliği özgürlüklerimizi ve bölgesel demokrasileri etkisi altına almaktadır.  

Çok basit şekliyle 54 ülkeden oluşan Afrika kıtasını, diğer kıtalardan ayıran, kıtanın geri kalmışlığı, arzu edilen istikrar düzeyinin sağlanamamasının temel nedenlerinden birisi de Afrika’da çok yüksek enerji üretim potansiyeline rağmen, halen bugün kıtanın % 60’ının insani düzeyde asgari yaşam için gerekli olan elektrik enerjisinden mahrum olmasıdır.

Özellikle tüm dünyayı etkisi altına alan Covid-19 krizinin yanı sıra, 24 Şubat 2022 de Rusya’nın Ukrayna’yı, bilahare İsrail’in Gazze’yi işgal ederek bölgede ortaya çıkardığı saldırgan tutum sadece bölgedeki ülkeleri tehdit etmekle sınırlı kalmayıp, bu süreçte birçok coğrafyayı da etkisi altına alması yüksek olasılıktır. Öyle ki, Avrupa’da bunun ilk işaretleri yavaş yavaş tezahür etmeye başlamıştır. Batıda, İngiltere, Fransa, Almanya gibi ülkelerde medeni yaşam için hayatın olmaz ise olmazı haline dönüşen “enerji güvenliği” şimdilerde ciddi gündem konusu olmuştur.

Avrupa’nın önemli siyasi gazetelerinden Le Monde gazetesi, Fransa’nın seçkin Eğitim Kurumlarından Ecole Normal Superior, ENS ile ortaklaşa hazırladığı “Enerji Gecesi 2024” programın ana temasını tamamen “Enerji Güvenliği” oluşturmuştur. İşlenen konular ve içeriğine bakıldığında; enerjiye olan ihtiyacımızın her geçen gün artarak devam ettiği, bu durumun enerji talebine ilgi ve yoğunluğu artırdığı ancak, kaynakta enerji temini yönünde aksi bir yaklaşımla enerji teminindeki güçlük ve zorlukların her geçen gün artarak devam ettiği, vurgulanmıştır.

1970’li yıllarda tüm dünyayı etkisi altına alan petrol krizi, Enerji Güvenliği kavramının gündemde özel yer edinmesini sağlamıştır. Süreçte bir yanda enerji kaynaklarını kontrol eden ülkelerin varlığı, karşılığında ise enerji ihtiyacı artış gösteren veya enerjiden yoksun ülkelerin asimetrik bir yapının ortaya çıkmasına neden olduğu gözlenmiştir. Petrol üreten ülkeler petrol fiyatlarını kendi beklentileri doğrultusunda bir tehdit unsuru olarak kullanmaya, üretimi kısarak kontrol etme gayretleri sonucu büyüyen kriz gelişmiş ülkeler için büyük bir şok oluşturmuş, birçok ekonomik olumsuzluğu da beraberinde getirmiştir. Avrupanın Enerji Güvenliği

Günümüzde özellikle çevreyi koruma yaklaşımı ve petrol bunalımının devam edeceği öngörüleri batıda birçok ülkeyi ve ABD’yi tekrar nükleer enerjiye dönmeye zorlamıştır.  Ancak AB’nin nükleer elektrikten aşamalı olarak vazgeçme kararı, enerji güvenliğinin yeniden daha büyük bir sorun olmasına neden olmuştur. Nükleer elektrik enerjisi konusunda uzman seviyeye ulaşmış Fransa’da; INSEE Araştırma Enstitüsünün ortaya koyduğu bir çalışmaya göre; 2022 yılında Fransa’da enerji bağımsızlığı oranı %50,6 ya düşmüş, nükleer enerji üretimi için Uranyum bağımlılığı ise ayrı bir sorun olarak gündem oluşturmuştur. Bu durum en büyük Uranyum kaynağı olan Afrika anlayışını yeniden değerlendirme ve farklı stratejiler geliştirilmesine de neden olmuştur.Enerji bağımlığını azaltmak ve istikrar sağlamak üzere petrolün yanı sıra doğal gaz ithalatı hızlı bir şekilde gündeme gelmiş, ancak 2022’de Rusya-Ukrayna savaşının patlak vermesi enerji tedariki konusu tüm Avrupa’da yeniden paniğe neden olmuştur.

Bu defa ayrı bir alternatif olarak, Nijerya doğal gazının “Gazoduk” projesi çerçevesinde, yıllık 33 Milyar M3 doğal gazın Nijerya’dan 13 ülke ve nihayetinde Fas üzerinden yaklaşık 30 milyar avroluk bir yatırımla Avrupa’ya ulaştırılması konu edinilmiş, ancak tasarlanan proje üzerindeki ilgili ülkelerin mevcut yapısı ve birbirleri ile olan sorunlu ilişkileri nedeniyle gündemdeki projenin ele alınan hevesle devamını sağlayamamıştır. Avrupanın Enerji Güvenliği

Bir çözüm alternatifi olarak LNG yani sıvılaştırılmış doğal gaz sektörü hızla gelişmeye başmış, daha önce petrol ile gündemde olan Körfez ülkeleri Katar, Birleşik Arap Emirlikleri vb bu defa LNG tedariki için yeniden gündeme oturmuştur. Avrupa bugün ihtiyacının bir bölümünü bu suretle karşılamaktadır. Ancak enerji istikrar ve devamlılığı konusundaki tereddütler ise halen giderilememiştir. Avrupanın Enerji Güvenliği

Enerji yeterliliği açısından gündemdeki sorunları, iklimin üretim ve nakliye üzerindeki olumsuz etkileri, (örneğin fırtınalar nedeniyle elektrik dolaşımının sekteye uğraması, en canlı örneği ABD,) ayrıca nükleer veya kömürle çalışan enerji santrallerini soğutmak için suya duyulan ihtiyaca rağmen su kaynaklarının giderek daralması, kuraklık önemli konular olarak karşımıza çıkmaktadır. Nihai olarak ise, gündemdeki jeopolitik risklerin her geçen gün sayı ve etkilerinin artması önemli riskler olarak sıralanabilir. Tüm bu hususları enerji tedarikini, bir başka ifade ile de sağlıklı yaşam güvenliğini tehdit eden unsurlar olarak görmek mümkündür.

Karşı karşıya kalınan enerji yeterlilik darboğazını aşmakta fosil ve yenilenebilir enerji kaynaklarının kombine kullanımı gündeme gelmiş ise de üretilen elektriğin depolanması ayrı kısıtlayıcı sorun olarak öne çıkmıştır. Nükleer enerjiye geri dönüş arzularıysa hem büyük çaplı yatırım hem de uzun zaman gerektirmesi nedeniyle, nükleer enerji temininin de kolay bir çözüm olmadığını ortaya koymuştur. Enerji ihtiyacı içerisindeki batılı ülkelerin bir kısmı petrol ve gaz ihraç eden bazı ülke rejimlerini otoriter olarak değerlendirdiğinden ilişkilerini temkinli yürütürken, gelecek ve istikrar riskini akılda tutmaktadır. Bu yaklaşımda enerji güvenliği konusundaki endişeleri gidermeye engel olmaktadır.

Avrupa’da enerji güvenliğini özellikle yenilenebilir enerji açısından sıkıntıya sokan bir diğer husus ise, rüzgâr türbinleri, güneş çiftlikleri veya benzeri yenilenebilir enerji projelerinin geleceğidir. Doğa, çevre, arazi ve tabiat ile canlı varlıkların özellikle tabiatın önemli bir unsuru göçmen kuşların korunabilmesi bakımından ortaya çıkan endişeler henüz giderilebilmiş değildir. Avrupanın Enerji Güvenliği

Enerji güvenliği konusunda ortaya çıkan tüm bu endişeler, Türkiye’yi tekrar çözüm geliştirici ülke olarak ön plana çıkarmaktadır. Medeniyet ve kültürlere köprü konumundaki ülkemizin coğrafi köprü konumu aynı zamanda bir enerji koridoru ve bir enerji Hub’ı olmasına da büyük imkan sağlamaktadır. Türkiye’nin Sn. Cumhurbaşkanımızın yeni “Türkiye Vizyonu” anlayışı kapsamında bu konuya atfettiği özel önem çerçevesinde alt yapı yatırımları, LNG depolama kapasitesi, enerji koridorları üzerindeki gelişmiş boru hatları, enerji akım projeleri aslında her ne kadar Türkiye için planlansa da, aynı zamanda Avrupa için de enerji güvenliği açısından büyük bir ümit ışığı vaat etmektedir. Gerek doğal gaz ve petrol zenginliğine sahip Ön Asya ve Türk Cumhuriyetleriyle gerekse enerji ihraç eden körfez ülkeleriyle, yeni dış politikamız kapsamında geliştirilen istikrarlı ilişkiler enerji güvenliği açısından Avrupa için de alternatif çözüm niteliğindedir.

Eğer ortak çıkarları ön planda tutarak iş birliği oluşturma kabiliyetini, Türkiye gibi diğer Avrupa ülkeleri de dikkate alır, doğru değerlendirebilirlerse, dünya gıda ihtiyacı temininde etkin rol oynayarak 40 Milyon tonun üzerinde buğdayın ihtiyaç bölgelerine dağıtımında nasıl etkin bir sorumluluk üstlendiyse, Türkiye’nin aynı rolü enerji güvenliğinin sağlanmasında da üstlenmesinin çok gerçekçi olduğunu görmek mümkündür. Avrupanın Enerji Güvenliği

Ömer Faruk DOĞAN

Büyükelçi – Ankara 12.Ekim.2024