Birisi bana bu küçük Balkan turuna çıkarken – seni en çok etkileyecek şehir ‘Belgrad’– deseydi muhtemelen ona inanmazdım. Oysa şimdi ‘tekrar nereye gitmek istersin?’ deseler, düşünmeden Belgrad derim.
Üsküp’te geçen iki günün ardından akşam saat 20.00’da, Sırbistan trenine binerek yeni diyarlara doğru yola çıkıyoruz. Merakla geçen bir yolculuğun ardından sabah 06.30 sıralarında Belgrad’a iniyoruz. Yolculuğumuz tahminimizden erken bittiği için karamsarlık ve panikle indiğimiz bu şehirde birkaç saat sonra her şeyin tam tersi döneceğimizden habersiz kahvaltı yapmak için açık bir yerler bulma telaşına giriyoruz. Elimizde kalan Euro’ları bozdurduktan sonra ‘dinar’ zengini olarak en önemli iş; haritamızı temin ediyoruz. Haritayı biraz inceledikten sonra otelimizin giriş saati 11.30’a kadar ne yapacağımızı planlamaya başlıyoruz. Zira şehir hala uyuyor ve yolculuk başından beri bizi yalnız bırakmayan yağmur damlaları yine üzerimize düşmekte. Hem şehri keşfetmek hem de zamanımızı geçirmek adına sırtımızda çantalar yürüyerek otelimizin yolunu tutuyoruz. Belgrad büyüleyici bir şehir. Osmanlı’ya ait izleri, Yugoslavya Dönemi kalıntıları ve bir yandan da ‘Avrupa’ya açılan kapı’ sıfatı…
Coğrafi konumu sebebiyle tarih boyunca defalarca işgal edilip tekrar tekrar kurulması bu şehirde önemli bir kültürel birikime sebep olmuş. Bu tarihe Tuna ve Sava’nın eşlik edişi ise muazzam. Şehirdeki binaların büyük bölümü Yugoslavya döneminden kalma, gri bir şehir. Yaklaşık 45 dakikalık yürüyüşümüzün ardından otelimize geliyoruz. Bu esnada önünden geçtiğimiz kiliseler, hareketlenen trafik, yürüyüşe çıkan insanlar gündoğumuna tanıklık ediyor. Fakat bizim -check-in- saatimiz gelmediği için eşyalarımızı bırakıp sokaklara geri dönüyoruz. Şanslıyız çünkü farkında olmadan tuttuğumuz bu küçük otel ‘Central Park’a 5 dakika mesafede ve güneş de ilk kez tüm güzelliğiyle bize yüzünü göstermeye başladı. İstanbul’da çokta alışkın olmadığımız bu devasa yeşil manzara, içerisindeki oyun parkları, kafeleri, hediyelik eşya tezgâhları, spor alanları ve çeşit çeşit hayvan türleriyle bütün keyfimizi ve enerjimizi yerine getirdi. Bir hayvansever özellikle de köpeklere düşkün oluşum sebebiyle oturduğumuz kafede çaylarımızı ve ev yapımı pastalarımızı yerken türünü bile bilmediğim birçok köpeği izlemek büyük keyifti. Güneşin doğmasıyla birlikte park fazlasıyla dolmuştu. Öyle ki köpeklerden birisi bir anda üzerime atlayıp pastama eşlik etmek istedi. Böyle bir ortamda hayvan beslemiyor olmak büyük bir eksiklik olsa gerek.
Central Park’ın en güzel yanı ise Kalemegdan (Kale Meydanı) yani Belgrad Kalesi’ne bağlanıyor olması. Parktaki uzun yürüyüşümüzün ardından Osmanlı Devleti içinde zamanında çok değerli olan Belgrad Kalesi’ni keşfe çıkıyoruz. Belgrad Kalesi’ne ait ilk yapım çalışmaları aslında M.S. 85 yılında Romalılar tarafından gerçekleşmiş. Ve geçtiğimiz iki bin yıl boyunca Belgrad’ın yöneticileri değiştikçe kale de birçok kez yapım ve yıkımdan geçmiş. Kalenin son sahipleri ise Osmanlılar ve Avusturyalılar olmuş. Kalenin; İstanbul, Zindan ve Saat olmak üzere toplam üç kapısı bulunuyor. Ayrıca yeri gelmişken belirteyim şehir içinde de birçok yerde “İstanbul Kapısı”, diye anılan yerlere rastlamak mümkün. Belgrad Kalesi; Osmanlı tarafından da Muhteşem Süleyman döneminde yaklaşık bir aylık bir kuşatmanın sonuncunda 1521 yılında fethedilmiştir. Fetihten sonra şehirde yaşayan halkın bir kısmı Macaristan’a giderken diğer bir kısmı ise İstanbul’a Yedikule’ye yerleştirilmiş. Kale Meydanı’nın ön kısmında önemli savaş araçları bulunmakta; tanklar, toplar, uçaksavarlar… Sırbistan’ı adeta ayaklarının altına alan ve ‘Zafer Heykeli’ olarak adlandırılan elinde güvercin ile bir erkek figürü de meydanda bütün heybetiyle yükseliyor. Böylesine önemli bir yerin böylesine şehir içerisinde kullanır halde olması muazzam bir olay. Kimileri farkında olarak kimileri ise olmayarak iki bin yıllık bir tarihin içerisinde vakit geçirmekte. Yürüyüş yapanlar, manzarayı seyredenler, bisiklete binenler, turistler…
Kale Meydan’ında görerek şaşırdığım bir diğer yapı ise Sadrazam Damat Ali Paşa Türbesi. Türbenin kapısının üzerinde Slavca “Türbe” yazmakta olup eski Türkçe olarak; “1716 sene-i miladiyesinde Petervaradin Muharebesinde şehiden vefat eden Mora 2. Fatihi Damad Ali Paşa’nın ve türbesinde medfun Tepedelenli Selim ve Hasan Paşaların ruhuna Fatiha 1938” ibaresi bulunmakta. Bu kocaman parkı ve Kale’yi adım adım gezdikten sonra sıra eşsiz manzaranın keyfine varmaya geliyor. Tuna ve onun kollarından biri olan Sava ve gözümüzün alabildiğine Belgrad! Her gittiğim şehir de en etkileyici manzarayı beynimde çekip hemen zihnime atıyorum ki o resim bana hemen şehri hatırlatsın. İşte Belgrad’da tam da bu anda zihnime en güzel resimlerden birini atıyorum.
Otele döndüğümüzde fark ediyoruz ki check-in saatimiz çoktan geçmiş bile. 15.00 civarı otele gelip biraz uyuyoruz, daha çok yürüyecek yolumuz var. Uyandığımızda ise hem güzel bir yemek yemek hem de keşif için yollara koyuluyoruz. Otelimizin hemen yanında Belgrad’da bulunan tek camii var; ’Bayraklı Cami’, karşısında ise “Helal Shop”. Özellikle bayram günlerinde camiinin fazlasıyla dolduğunu öğreniyoruz. Çünkü ibadete açık olmasına rağmen bu camide sadece bayram günleri ezan sesleri yükseliyor. Caminin kesin olarak yapım yılı ve kim tarafından yapıldığı bilinmiyor. Dönem dönem kilise olarak da kullanılan cami 2004 yılında Kosova’da meydana gelen olaylardan sonra yakılmış. Fakat daha sonra tamir edilerek tekrar ibadete açılmış.
Bu şehri çok sevmemin sebeplerinden birisi belki de günler sonra baklavasından, omletine kadar her şeyin bulunabildiği bir Türk restoranı bulmuş olmamız. Adı ‘Dukat’. Sahibi bir genç bir Türk, çalışanlar arasında ise Sırplar da var. Akşam yemeğimizi köfteli, pilavlı, Antep baklavalı bir menü ile burada yedikten sonra birer çay içip yola devam ediyoruz.
Şehrin en meşhur ve büyük caddesi ‘Knez Mihailova’ caddesindeyiz. Cadde; mağazalar, restoranlar, tarihi binalar, turistler ve şehrin gençleri ile dolu. Caddeye girişlerden birinde Cumhuriyet Meydanı olarak anılan bir yer ve ortasında atın tepesinde Mihailova’nın heykeli yer almakta. Burası gençlerin buluşma noktası. Daha önce öğrendiğim kadarıyla insanlar burada buluşmak için randevulaşırken,’atın orda’ buluşalım diye konuşuyorlarmış. Cumhuriyet Meydanı’nın hemen arkasında arkeoloji ve sanat müzesi bulunmakta fakat bina tadilat dolayısıyla kapalı. Meydanda sokak çalgıcıları keyfimize keyif katıyor, yorgunluk ve gecenin ilerleyişinden dolayı yanlarına oturup onları dinliyoruz. Balkan ezgilerine ve Sırp müziklerine aşina olmaya çalışıyorum. Sonrasında ise bugünlük gezimizi tamamlayıp farklı sokakları geçerek otelimize geri dönüp, ertesi gün için planlar yapıyoruz.
Sabah erkenden güne başlıyoruz. Güneş yine tepemizde ve bize daha çok enerji veriyor. Zamanımız az, akşam saat 22.00 Sofya trenine kadar gezilecek daha çok fazla yer var. Bir şehri yürüyerek gezmenin en güzel yanı yol üzerinde listeniz dışında da çok fazla yerler görebilme şansınız olması. İlk rotamız şehrin en önemli ve büyük ibadet yeri olan ‘Aziz Sava Katedrali’ . Fakat katedrale doğru yürürken parlamento binası, merkez bankası binası, meclis binası gibi önemli yapıları da yakından görmüş oluyoruz. Sırbistan’ın idari ve siyasi yönetimlerinin sağlandığı büyük taş binalar. Ayrıca 1815-1903 tarihleri arasında Sırbistan’ı yöneten Obrenović Hanedanı’nın ikamet ettiği saray da gözümüze ilişen tarihi yapılardan. Eski Saray olarak anılan bu büyük taş yapı günümüzde ise Belgrad Şehir Meclisi’ne ev sahipliği yapmakta. Yaklaşık bir saatlik bir yürüyüşün ardından katedrale geliyoruz. Burası bir Ortodoks kilisesi. Ortaçağ’da yaşamış ve Sırbistan’da önemli bir kişilik olarak kabul edilen Aziz Sava’ya ithafen yapılmış. Oldukça büyük, beyaz taş bir yapı. Etrafında da ilk bakışta aslında İstanbul/Ortaköy’ü hatırlatan tezgâhlar var. Tahtadan etrafları çevrelenmiş. Bu tezgâhlarda mumlardan, el yapımı reçellere, takılardan, kart postallara kadar birçok şey bulmak mümkün. İçeride resim çekmem yasak. Küçük küçük gruplar halinde turist kafileleri de ziyarete gelmiş. Bu kilisede beni en çok etkileyen tavandaki devasa büyüklükte olan ve ana tavanı kaplayan yaşlı, heybetli beyaz saçlı ve sakallı bir adam figürü ile kucağından ondan daha genç bir erkek figürünün bulunması. O sırada yakınımda bulunan birisine bu resmin anlamını soruyorum kendisi de resmin; Tanrı’yı ve İsa’yı, simgelediğini söylüyor. Kiliseyi gezip bizde duamızı ederek buradan çıkıyoruz. Kilisenin etrafında diğer Balkan ülkelerinden epeyce alışık olduğumuz için dilenci görmeyi bekliyoruz fakat etrafta hiç dilenci yok. Kiliseden 10 dakika uzaklaştıktan sonra önümüze çıkan küçük bir kafede soğuk bir şeyler içip, serinliyoruz; ’Cafe Portebello’.
Şehre gelmeden önce forum sitelerini incelerken ulaşım konusunda bir şeyler okumuştum. Belgrad’da otobüsten çok tramvay var. Oldukça eski ama en çok tercih edilen ve her yerde oldukça sık rastlayacağınız bir ulaşım aracı. Ve bu forum sitelerinde de ‘2’ numaradan oldukça sık bahsediliyordu. Çünkü hemen hemen bütün şehri gezerek turnike yapan bir hatmış. Bizim bulunduğumuz noktaya da oldukça yakın bir duraktan geçiyordu biz de bunu fırsat bilerek kafedeki soluklanmamızın ardından durağa doğru ilerliyoruz. Yaklaşık yarım saat süren bir şehir turu yapıyoruz ve yine aynı noktaya geliyoruz. Bu hat ağırlıklı olarak bizim gezdiğimiz noktalardan geçiyor. Tabii ek yerler görme şansımız da oluyor. Örneğin “Belgrad Üniversitesi”. Şehrin en eski üniversitesi 1905 yılında kurulmuş ve 31 tane fakültesi bulunuyor. Ayrıca Cervantes, Goethe gibi önemli enstitüler de şehirde yer almakta. Şehrin en önemli ve etkileyici yapılarından birisi ise 1844 yılında kurulmuş olan Sırbistan Ulusal Müzesi. Burası 400.000’den fazla çizim ve eserin sergilendiği bir yapı. Roma İmparatorluğu’na kadar birçok önemli eserin sergilendiği Askeri Müze ve ‘tesla’ biriminin mucidi Nikola Tesla’nın kişisel eşyalarının sergilendiği müze de şehirdeki önemli müzeler arasında yer almakta. Central Park dışında gördüğümüz parklar ve şehir içinde ki çeşmeler de görülesi yerlerden. 2 numaralı tramvayla gezimizi tamamladıktan sonra bir yemek molası veriyoruz. En kötü alışkanlığım olan faklı lezzetleri deneyememe huyumdan ötürü arkadaşlarımı ikna edip yine ‘Turski Restoran’ın yolunu tutuyoruz.
Diğer 3 şehre nazaran en az kaldığımız (2 gün 1 gece) şehir Belgrad idi. Ve yine diğer şehirlere oranla belki gezilecek ve görülmesi gereken yerler daha sınırlı sayıda idi. Ama bu şehrin öyle bir havası var ki sizi içine çekiyor. Aynı anda bambaşka kültürler yaşayabiliyorsunuz. Sokak, cadde değiştirdikçe sanki başka başka şehirlere çıkıyor yolunuz. Hem bir Balkan ülkesi hem de bir Avrupa ülkesi diyebiliriz bu şehir için. Ufakta olsa belki içimizde bir ön yargıyla geldiğimiz Sırp topraklarına hafızam da yeni resimler, tecrübeler ve güzel yorgunluklarla veda ediyoruz. Ve başka zamanlarda başka Balkan ülkelerine yolculuk ederken yolum yine bu şehre düşecek. Kendi kendime bunun sözünü verdikten sonra karnımız tok ve Sırp garsondan aldığımız yol tarifiyle tren istasyonuna doğru yola çıkıyoruz…
Zeynep Demir
TUİÇ BALKAM Araştırmacısı
Twitter : @tuicbalkam