Evet…
Osmanlı İslam coğrafyasının “kilit taşıydı.” Ve Osmanlıyı Batı’l “zail” etti. Aslında Osmanlı’nın resmi ölümü zaten gecikmişti. Bitkisel hayata gireli bir asır olmuştu. Lakin “Frenkten” veya “kefereden” medet umulmasına kadar düşen Osmanlı’nın hüznü önceden başlamıştı. Uzun zamandan beri toprak kayıpları yaşanıyordu.
Eğitim gerilemiş, dışarıdaki gelişmelere bigâne kalınmış, vergi gelirleri azalmış, Osmanlının devlet itibarı ve parası değer kaybetmiş, borç parayla kimi zaman devlet açıkları kapatılmış kimi zaman sefahatin delikleri tıkanmıştı. Topkapı’dan Dolmabahçe’ye tenzili rütbe almıştı Osmanlı. Hala dışarıda sözünü geçiriyor ise de, Devlet içerde kendi atadığı Mısır Valisine bile söz geçiremez olmuştu.
Karlofça belki de bir şeylerin uçup gittiğini ima eden bir mahzun salâvatın devreye girdiğini gösteriyordu. Giray Han’ın “ihanetini” tek sebep gösteremeyecek kadar bir şeyler değişmişti aslında. Thuydices’in ifade ettiği gibi, imparatorluklar ya büyümeli idi ya da yok olacaklardı.
Osmanlı durmuş ve kendini yemeye başlamıştı.
Gerçi…
Osmanlı hiçbir zaman Batı’lı anlamı ile bir imparatorluk değildi. O “Devlet-i Ali-i Osmaniye” idi. Osmanlı padişahları kendilerine “İmparator” denilmesini de istememişlerdi. Onlar ya “Sultan”dılar ya “Padişah” ya da “Han”. Yani kavramın kökenlerinden neşet eden bir kültürel farklılık vardı unvana bakışta. Onlar kibirli değil ve fakat vakar sahibi, bazen de gaflete kaçacak oranda mağrur idiler. Çünkü inandıklarına göre, Devlet ta Osman Bey’den sadır olan bir rüyayla “İlahi” bir misyona adaydı. Üstelik İslam Peygamberinin bizatihi “övgüsüne mazhar” olmuş bir Sultanın, yani Fatih Sultan Mehmet Han’ın soyundan geliyorlardı. “Devletin selameti” için kardeşten geçendi Fatih.
Dolayısıyla, Osmanlı hem tarihi hem de dini bir misyona sahipti. Kendilerinden emindiler, devletlerinden de. “Kızıl Elma” ise, hep bir adım ötelerinde idi. Attıkları her yeni adımda o tekrar ileriye sıçrıyordu ve “ebed-müddet” bir nizamdı gaye. Kanuni bir tek top atmadan, sadece bir mektupla Fransa Kralına emirlerini uygulattırıyor, hapisteki kralı serbest bıraktırıyor, Yirmi Sekiz Mehmet Çelebi Avrupa seyahatinde gözlemlediği, Frenklerin yaptıkları sanayileşmenin nüvesi mahiyetindeki kimi mamulleri mağrur ve gafil bir edayla kaydedip dönüşte rapor olarak yazıyordu.
Osmanlı Padişahları devletin son çöküş dönemlerine kadar Avrupalı kral ya da imparatorla aynı masaya oturmak yerine, Vezirleri ile onları muhatap ediyordu. Biliyorlardı ki, bu zımnen her iki devleti ve başkanlarını eşit olarak telakki etmek anlamına gelecekti. Ki, bu da onların kabul edemeyecekleri bir siyasetti.
Osmanlı kuşlara konak inşa edecek kadar şefkatli, parasızlıktan evlenemeyenleri veya borcundan dolayı hapse düşenleri vakıflarla destekleyip, mağdur etmeyecek kadar düşünceli, bir kaç dilde divan tertip edecek kadar sanatkârdı. Sevgilinin elbisesindeki gülün dikeninin gölgesinin onu incitmesinden endişe eden şairler çıkaracak kadar sanat ve sevginin zirvelerini keşfetmişti. “Rüşvet değildir” diye selamını almayan memurları şairane bir tarzda alaya alacak kadar edebiyatçı, zayıf ve hastalıklardan muzdarip bir eşeği şiirin konusu yapacak kadar nüktedan ve merhametli, kendilerinden büyük ve kendilerini yaratan Allah’ın var olduğunu daima hatırlatan insanların maaşa ya da iltifata tabi tutulduğu ve kibri şeytanlık olarak addeden insandı.
Keşfinden kısa bir süre sonra Amerika’nın varlığından haberdar olan, Müslüman, Yahudi ayırımı yapmadan 1492’de Avrupalı “reconquistador”ların paranoyak korku ve katliamlarından kurtarmaya kendini adayan da Osmanlıydı. Kimi yerlerin fethini savaşsız yapan da. Çünkü Bogomillerin, Nesturilerin gönüllerini çoktan fethetmişlerdi. Ülkelerinden önce. Hıristiyan kardeşlerinin zulmünden yılmış, vergilerden beli bükülmüş insanlar onlarla öğrendiler yaşamayı, temizliği, vicdanı ve inandıklarını diledikleri gibi yaşamayı.
Tarihte Osmanlı kadar büyük ve geniş alanlara yayılmış bir Roma devleti vardı. O da 5. asırda Atilla ve ordusu ile sendelemiş, sonra iç çekişmelerle ikiye bölünmüş ve nihayet Fatih’in zamanında, Doğu uzantısı olan Bizans kalmıştı. Onu zapt etmek suretiyle Fatih aslında Atilla’nın başlattığı, Arapların devam ettirip muvaffak olamadığı Roma Fatihliği veya Bizans fatihliği unvanını da almıştı.
Roma bir imparatorluktu. Büyüktü, kudretliydi. Fakat kudretini hem kendi halkına, hem diğer milletlere zulme dönüştürmüştü. Hem pagan hem Hıristiyanlık bayrağını taşıdığı dönemlerde Roma zulümlerden geri durmadı. Roman zulmünün muhatabı ya da kurbanlarıydı değişen. Kâh Afrikalılar kâh Ortadoğu halkları, kâh Hıristiyanlar kâh Hıristiyanların düşmanı olan Yahudiler, sonraki dönemlerde de Müslümanlar vs.
Ve Fatih bunları biliyordu… Bir kısım Roma tarihini bizzat kendi orijinal dillerinde okumuştu. İlyada en çok okuduğu ikinci kitaptı. Hem bir dini hem de siyasi bir hedefi de zihninin şirazesinde muhafaza ediyordu: Bizans’ın siyasi mirasçısı olmak. Hatta artık bu gücün karşısında duramayacaklarını anlayan kimi Batı Avrupalı ülkelerin ileri gelenlerinden-siyasi ve dini—kendisinin Hıristiyan olması halinde bütün Hristiyanların onun ermine gireceği yönünde resmi mektuplar da almıştı.
Gülüp geçmişti Fatih… Vakar, vukuf, şecaat, ilim, istikrar ve kararlılık ve varılan kararda sonuna kadar gitmek, istişare, planlama ve dahi güçlü olduğu anda o gücü zulme değil, adalete tahvil etmek gibi unsurlardı onun şahsiyetinde toplanan meziyetler. Evet, Roma güçlüydü, ama gücünü zulüm ve kıyım makinesi yapmış, hatta zulmü temaşa malzemesi yapmış, arenalarda ve tiyatrolarda kendi insanlarına seyrettirmişti. Onun düsturu ise, adını aldığı önderinin bir sözüydü: Gayr-i Müslimlere zulmeden, Peygamber’e zulmetmiş gibiydi.
Bunları yazarken Roma’yla Amerika’yı düşündüm. Osmanlı ile Türkiye’yi. Osmanlı’nın “neo”su boğazımda düğümlendi. Hangi dönem Osmanlı’sına neo-Osmanlı’nın oturacağını hâlâ meraktayım.
Metin Boşnak
Saraybosna Üniversitesi Öğretim Üyesi