Amila Buturovic ve Irvin Cemil Schick,Osmanlı Döneminde Balkan Kadınları: Toplumsal Cinsiyet, Kültür, Tarih, 2009, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, Sayfa Sayısı: 377
Kitap, Todorova’nın da değindiği bir yarayla başlar; Balkan kelimesi “siyasal ve toplumsal altüst oluşları, yasa dışı siyasal davranışları, uygarca davranış kurallarının yokluğunu tanımlamanın alışılagelmiş mecazı olarak” kullanılmıştır (Buturovic ve Schick, 2009: 4). Kitabın giriş bölümünde Osmanlı’nın bölgeye yerleşimi görülür. Şunu söylemek de mümkündür: Osmanlı’nın Balkanlar’da uygulanan politikaları Orta Doğu’da uyguladığı politikalardan çok daha etkili olmuştur ve denetim çok daha rahat sağlanmıştır. Balkan halkı diğer azınlıklara nazaran daha çok asimile edilmiştir. Bunun olumlu bir durum olup olmadığı elbette tartışmaya açıktır. Bunun dışında kitap, çeşitli makalelerden oluşmuş disiplinler arası bir çalışmadır. Bu kitapta kültürel ve etnik çeşitliliğe sahip olmasının zorunlu sonucu olarak birçok avantaj ve dezavantaja sahip olmuş olan Balkanlar, kadınların hikayeleri üzerinden anlatılmış ve okura geniş bir sosyolojik analiz yapma imkanı vermiştir. Kitabın girişinde belirtilen bir cümle kitabın hangi teoriler üzerinden okunacağını da belirtmiştir: “İnsan algısından bağımsız olarak elbette maddi bir gerçeklik vardır, ancak maddi gerçeğin insanların kendi bilişsel kategorileri, belirtici pratikleri ve söylem ağları dışında kavranabilmesi de elbette güçtür.” (Buturovic ve Schick, 2009: 5).
İlk makalesinde bir Yunan harem kadınının Doğu ve Batı arasında köprü kuran hikayesi adeta Yunanistan tarihinin kısa bir metaforuymuş gibi anlatılır. Bu iki zıt prototipin adeta ete kemiğe bürünmüş hali olan Theophe, Doğu’nun cinsel çokeşliliği ile harmanlanmış geçmişinden kopuşu ve Batı’ya adapte oluşu, yani duygusal tek eşliliği kabullenişi üzerinden iki kültür de kadının yeri hakkında karşılaştırmalı bir sosyoloji imkânı sunar okura. Yunanistan da tıpkı Theophe gibi Doğululuk ile “lekelenmiş” geçmişinden kurtulmak için Batılı normlar kabul eder ve bu değerleri yüceltir. Theope’nin sona varışı da aidiyet arayışı ve yabancılaşma ile makalede bitirilir.
İkinci makalede mübadeleden sonra ulus-devlete dönüşmüş diyebileceğimiz Yunanistan’da aykırı bir topluluk olarak kalan Pontuslar ve kültürlerindeki kadın-erkek kavramı üzerinde durulur. Pontus masallarındaki kadın ve erkek anlatıları arasındaki farklar düzleminde bir toplumsal cinsiyet okuması yapılan bu bölümde açıkça görülür ki Pontuslar bizzat dönemin kadınları gibi ezilen ve ayrımcılığa maruz kalan tarafa itilmişlerdir. Dört farklı hikayenin incelendiği ve erkek-kadın anlatıcı perspektiflerinin karşılaştırıldığı makalede bundan daha da ötede görülen şey kendi ülkelerinde azınlık olarak yaşayan Pontusların kültürlerinin devamlılığını sağlamak adına tutucu masallara ihtiyaç duyuyor olmasıdır. Bu masalların Orta Doğu, özellikle de bazı İran masallarıyla belirli motifler konusunda benzerlik taşıması Pontusların aslında neden kendi ülkelerinde azınlık olarak görüldüğünün nedenini açıklar. Neden şudur ki Pontus Doğulu kaldığından Batı’ya olana yabancılaşmış, aidiyet duygusu hissedememiştir.
“Sözlü gazete” (Morgan, 1996: 1-2 aktaran Buturovic, 2009: 82) olan türkülerin toplumsal cinsiyet normlarını tabiri caizse didiklemek için Derrida’nın yapısökümüne başvuruyor ve türkülerin asıl kahramanı olan kadınların nasıl ataerkil düzen tarafından inşa edildiklerini inceliyor bir sonraki makale. Bu makalede en çok dikkat çeken şey ise Lajos Vargyas tarafından yapılan bir çalışmada, Osmanlı döneminden önce de Balkanlar’da türkü geleneğinin varlığının ortaya koyulmasıdır (Vargyas, 1967 aktaran Buturovic, 2009: 86). Bu göç ya da ticaret yoluyla coğrafyaya ulaşması olabileceği gibi yakın tarihlerde benzer kültürlerde benzer sanatsal aktivitelerin icra edilebileceği şeklinde bir yoruma da açıktır.
Kerima Filan ise Bosna-Hersek’te 15. ve 16. yüzyıllarda kadınlar tarafından kurulan vakıfları kayıtlardan bulmuş ve bununla dönemin toplumsal yapısını başka bir açıdan anlatmaya çalışmıştır. Referans noktası olan Bosnalı kadınlar, dönem koşulları göz önüne alındığında özgür denebilecek bir durumdadır. Kendilerine ait mülk edinebilmeleri, vakıf kurabilmeleri ve vakıf sahibi oldukları sürece mahkemeye başvurabilmeleri bu özgürlüklerden birkaçıdır. Gayrimenkul ile vakıf kuranların sayısı nakit ile vakıf kuranlara kıyasla daha azdır bu da okura kadınların mülk sahibi olmada kısıtlı bir hakka sahip olduğunu açıkça göstermektedir.
Daha iyi çalışma koşulları ve yüksek maaş talebi ile işçi sınıfının sesini çıkarmaya başladığı Makedonya bölgesindeki Yunanistan’ın Selanik şehrinde azınlıklar ve kadınlar da aktif halde iş yaşamının içindeydi. Yahudi, Türk ve Yunanların bir arada olduğu mekanlarda sınıfsal hiyerarşi korunuyordu. Sınıf mücadelesi yaşamın her yerindeydi; burjuvazi işçi sınıfını küçük görüyor; işçi sınıfı ise daha iyi yaşam koşulları için savaşıyordu. Hadar, makalesinde sınıf mücadelesini kadın işçi katılımı olmaksızın kazanamayacağını anlayan erkekleri, aynı zamanda işçi ve kadın olma kimliğini içselleştiren kadınları anlatır. Erkeklerin desteği bile kadınların ve işçilerin yaşam tarzında devrim niteliğinde veya sürdürülebilir bir değişiklik yaratmamıştır. Hadar’ın aktardığına göre kadınlar, kazandıkları parayı da evlenip yuva kurma hayaliyle kazanıyorlardı. Toplum, temizlik işi dışında çalışan kadını hala hor görüyor hatta kadın tütün işçileri fahişelik ile ilişkilendiriliyordu. Dönemin toplumsal cinsiyet anlayışını anlamak için açıklayıcı olan makale, Osmanlı dönemi sosyalist federasyonlara ve üretim gruplarına da değiniyor.
Ivanova’nın makalesinde tartıştığı ana konu, başlıca Katolik ve Müslüman toplumlarda olmak üzere Osmanlı’da bulunan tüm toplum türlerinde kadınların boşanma problemleri ve evlilik sorunlarıdır. Kadının statüsünü belirleyen en önemli etken kuşkusuz evlilikti ve boşanma söz konusu olduğunda kadınların çalışma hayatında olmamasının ve dul durumunda kabul edilmesinin ne gibi zorluklara yol açtığını inceliyor yazar makalesinde. Günümüzde bunun modernize haline kadınların hala maruz kaldığı düşünüldüğünde dini hukukların ve toplumsal normların kadın üzerindeki baskısını anlamak kaçınılmazdır. Hristiyan kadınların ellerinde hukuki ve kuramsal seçenekler, Osmanlı döneminde toplumsal ve dini bütün uygulamaların sıkı bir bağ ile birbirlerine bağlı olduğunu da gösterir.
Yedinci makalede Eflak-Boğdan seçkinlerinin statü belirleyici faktörleri, başlıca moda ve tüketimleri konu alınıyor. 18. yüzyılda yaygın olan Türk tarzı ve “Avrupalılık” arasında ilişki kuruluyor, eşya isimlerinin bile Türkçe olduğu bu dönemde moda anlayışının nasıl değiştiğine bakılıyor. Bütün tüketim kalıplarının değiştirici gücü olan statü anlayışı ve otorite kurma isteği üzerinden Doğu-Batı ilişkilerini gayet akıcı ve anlaşılır bir şekilde aktarıyor yazar.
Kreuter, erkek vampir tipinin kadın vampir karakterleri gölgede bıraktığı ve bu yüzden maskülen motiflerden arındırarak iki farklı hikayeyi yeniden inceliyor. Yazara göre kadın motiflerin seyrekliği dişil figür eksikliğinden değil, daha çok bu figürlerin soyut alanlarla özdeşleştirilmesindendir. Halk inanışlarının somut figürleri eril olma eğiliminde olduğundan kadınların daha gölgede kaldığı sonucu kaçınılmazdır. En ilginçlerinden biri ise yazara göre vampir hikayelerinin Balkanlar ile özdeşleştirilmesinin nedeni Balkanların tarım toplumu olması ile ilgilidir.
Laiou makalesinde gayrimüslim kadınlarının Osmanlı mahkemelerini tercih etmesinin arkasındaki nedeni araştırıyor. Evlilik kurumunun neredeyse bütün toplumlarda bütünlüğün merkezinde olduğu bilinmekte, özellikle de kadınlar için. Bu nedenle bu konu üzerinden Osmanlı hukuku ve Gayrimüslim hukuku karşılaştırması makalede öne çıkıyor ve oldukça ilgi çekici nedenlere ulaşmak mümkün. Osmanlı Şer’i Hukuku kadınlara tazminat, velayet gibi konularda daha fazla hak tanıyordu. Osmanlı mahkemelerinde verilen kararların hemen uygulamaya girmesi de cabasıydı. Rum kadınlarının haklarını savunma konusunda da ne kadar bilinçli olduğunu görmek makaledeki en şaşırtıcı noktalardan biridir.
Schick, makalesinde çok ilginç bir iddia ile okurun karşısına çıkıyor. Savaşlar süresince cinsel şiddetin söylem üretme amacıyla kullanıldığını, insanları daha da kızıştırma amacıyla kullanıldığını, bu söylemsel aracında çatışmaları yeni bir kalıba sokmasını araştırır. Burada yaptığı, cinsel şiddeti yok saymaktan ziyade kışkırtma amacıyla abartılarak kullanımı ve bir araca dönüştürülmesidir. Bunu yaparken Oryantalist bir söyleme dönüşmesi özellikle Osmanlı ve Balkan’ın bu olaylarla özdeşleştirlmesini de beraberinde getirir. Yazar, kadınların haremlerden kurtartılıp Batı’ya kaçması, kadın bedeni üzerinden acıma duygusu yaratılarak Doğu değerlerinin böyle pejoratif kalıplara sığdırılması çabasını tartışır. “Balkan mezalimi” olarak adlandırılan bu durumun, dönemin sanat eserleri üzerindeki izleri tartışılır. Bu durum maalesef her gün yeniden üretilerek Doğu üzerinde pejoratif anlam inşası devam etmektedir.
On birinci makalede 19. yüzyıl Hırvat edebiyatındaki Pan-Slavizm, farklı dinler arası ilişkiler ve Türk motifleri ana temalardır. Bosnalı kadınların çekingenliği, aşkları ve aile ilişkileri analiz edilmektedir. Milliyetçiliğin dayanakları ve İlirya “kurgusu”nun edebiyata, kadınların üzerine nasıl bir miras bıraktığı odak noktasıdır. Şiirlerde Türk imgesinin kayboluşu ve yerini cazip, “öteki” olan Bosna’ya bırakışını örneklerle aydınlatır. Bazı türküler ve edebi eserler Hristiyan ve Müslüman iki farklı sistemin birlikte nasıl var olduklarını gösterir.
Zecevic’in makalesi, Laiou’nun makalesindeki noktalara değinerek kadınların hukuksal durumlarını başka bir boyutta anlatır. Bosnalı kadınların İslam alimlerinin fetvalarına olan tutumları tartışılır. Mezhepler üzerinden birkaç yol ayrımı görülmesi, kadınların haklarının korunması amacıyla mezhep değiştirmelerine neden olmuştur. Yine Osmanlı mahkemelerinin daha üstte bir mecra olduğu bu makalede de vurgulanmıştır. Hukuki metin üretimi ve bunlarla “cinsiyetlendirilmiş norm ve düzenlemelerin inşası ve yeniden üretimi” sağlanmıştır (Zecevic, 2009: 366).
Sonuç olarak denebilir ki yazarların büyük bir çoğunluğu ülkeler ya da topluluklar ile hikayelerin karakterleri arasında bir bağ kurmuş, bu şekilde bir analoji yaparak okura dönemin Balkanlarını anlatmaya çalışmışlardır. Toplumsal cinsiyet ağırlıklı bu makalelerde ezilen halkları kadınla, baskın olanları ise erkekle özdeşleştirerek dönemin kültür normlarında geniş bir çerçeve çizilmiştir. Nitekim yazarların bu amaçları ve bu bağlamda cevap aradığı sorular başarılı bir şekilde aktarılmış ve cevaplanmıştır. Doğu-Batı arasındaki çatışmalar bağlama uygun bir şekilde metne geçirilmiştir. Ayrıca her makalede kadınların toplumsal hayatın farklı yönlerindeki rolleri başarıyla incelenmiştir. Makalelerin birçoğu eski arşiv bilgilerine ulaşarak edinilebilecek bilgileri yeniden yoruma tabii tutmuş, yeniden üretmiştir. Bu da okuru belgelere ve tarihe karşı bambaşka bir bakış açısı kazandırarak farklı ve ufuk açıcı bir tarih yazıcılığına yönlendirmektedir.
İPEK NİL OZAT
Balkanlar Staj Programı