İlk insan Âdem idi. Âdem cennetteydi. Cenneti kazanmamıştı Âdem. Hazır bulduğu için de kıymetini tam anlamadı. Dahası, cennetten çıkması gerekiyordu. Havva vesile oldu kuşun yuvadan uçmasına. Âdem’e cennetin anlamını adem-i cennet öğretti. Cennetin yokluğunu Havva unutturdu biraz Âdem’e.
Zaman geçti, uçtu asırlar. İnsan demlendi dünyada. Farklı şekillerde anlattı bunu Tevrat ve Kur’an. Lakin temel olarak insanın ilk mekânının rahatlıkları işlendi. Ve aslında atıldığı mekânda insanın yaşadığı sıkıntılar. Gitgide parşömen, deriler, kemikler derken kayalara yazdı kendi hikâyesini insan. Kutsal kitapların yazdıkları haricinde kitaplar yazılmaya başlandı. Ve her yazılan kitap aslında “kopuşu” anlattı biraz.
Sonra dereceler halinde cennet (bahçe) kademelerine dönüştü tasvirler. Cehennem (çöplük) karşılığında belirdi. Bir anlamda insan bahçenin atıklarını çöpe atmakla var oldu. Sonra insanın özündeki bahçeyi insanlar yazdılar. Kimi felsefi olarak yazdı, kimi kurgu olarak. Eflatun’da var, Ovid’de var. Adına sonradan “ütopya” dediler; ancak, hep distopyaya dönüştü. Eski Yunan’da, Ortaçağ’da, Rönesans döneminde, Aydınlanma döneminde terennümleri oldu.
Ama en çok da 16. asırdan sonra görüldü ütopyalar. Nedenleri çoktu elbette bu tarihsel dönemecin: yeni bir başlangıç ihtiyacı. Amaç “yeni insan”ı eskisinden arındırarak tekrar yaratmaktı. Yeni keşfedilen topraklar bu ilhamı verdi Avrupa’ya. Endülüs’ün yok edilmesi ve Amerika’nın keşfinden sonra, ütopyacı bakışın edebiyat eserlerine yansıdığı açıktır. Daha önceki ütopyaların aksine, belki kutsal kitaplardaki Aden Cenneti ve Cennet haricinde, Amerika’nın keşfi, yeni bir başlangıç temasını ilham olarak dünyaya sunarken, Amerikan kimliğine dair kimi teorilerin de temel dayanağı oldu.
Tarihçi Turner, Amerikalıyı, “Amerika Toprağı”nın oluşturduğu bir kimlikle tanımlarken (Frontier=Serhat), Creveccoeur’un coşkuyla ilan ettiği bu yeni adamı yine onun hatasını tekraren, Avrupa’dan miras aldıkları ön yargıları “geride bırakmış,“ yeni kıtada oluşmuş yepyeni bir kimlik olarak tanıtarak, zamanında kabul görmüş bir yanlışlığa imza atmıştır.
Hâlbuki üstündeki giysilerden yanlarında getirdikleri alet ve tohumlara kadar buram buram kokan bir Eski Dünya vardı. Robinson’un çıktığı adadaki hayatında en önemli unsurlar da, sık sık okuduğu Tevrat ve zaman fikri, gemiden kurtardığı, alet edevat, silah ve cephanedir. Nuh’un gemisine kadar, “eski dünya” ile yeniden kurulan dünyayı birbirine minyatür boyutta bağlıyordu. Robinson’un adadaki hayatında da eski dünyayı hem ona dair teknoloji hem de onları kullanma bilgisine kadar bir sürü unsur vardır. Belki onların başında da onu adanın en yüksek tepesine çıkıp “Ben adanın kralıyım” demesi ve Cuma ile ilişkisinde kurmak istediği paradigmadır: efendi ve köle ilişkisi.
Yani İngiliz kendisini “efendi” görmeye o zamanlar başlamıştı. Cuma’nın temsil ettiği Doğu ise köleydi. Robinson kendini Cuma’ya tanıtırken, ben “efendi” diye tanıtır.
Batı’nın çıkardığı “yeni adam” hala Ortadoğu’da ve Uzak Doğu’da uzun vadeli planları uygulama çabasında. Doğu ise, bir inşallahî gelecek zaman içinde Allah’ın harekete geçmesini bekliyor. Yani Doğu henüz yeni insanını çıkaramadı. Eski insanı ise ya kendi geçmişiyle sarhoş olur. Ya da Batı’nın geçmişine lanet okur. Okuduğu en iyi şey ise lanettir zaten. Lanet mancınıklarının bittiği yerde de hayranlık nazarlarını fırlatır. Olanların hülasası budur…
Metin BOŞNAK