Uluslararası ilişkilerde genele giydirilmek için biçilmiş teorilerin veya pratiklerin geçerliliğini yitirdiğini ya da yitirmekte olduğunu artık her zamankinden daha açık bir şekilde görmekteyiz. Uluslararası ilişkiler alanında çalışanlar için bölgesel çalışmalarında özele inmek, çalışılan bölgenin özel koşullarını bilmek ve bu özel koşullara göre çalışmalarını sürdürmek zorunluluk halini almıştır. Bu bağlamda ise; bahsedilen zorunluluğun somutlanmasını Ortadoğu coğrafyası olarak göstermek mümkündür. Özellikle, batı kaynaklı dış politika yapıcıların bölgeye yönelik oluşturdukları politikalar; bölge için, batının aksine, bölgede önemli rol oynayan bazı faktörleri göz ardı etmekte dolayısıyla da oluşturulan politikaların yetersizliği ya da yanlışlığı meydana çıkmaktadır demek yanlış olmaz.
Batı kaynaklı modernleşme akımının öngördüğü gibi; modernleşme ile dinin etkisi azalmamış aksine özellikle Ortadoğu coğrafyasında din etkinliğini devam ettirmiştir ve hatta belki de etkisini arttırmıştır. Bu sebeple de; dini ya da dinin etkilerini yok sayarak, batı tarafından geliştirilen, seküler politikalar ikili ilişkilerde ve bölgeye ilişkin sorunlarda yetersiz kalmıştır. Farklı dinlere mensup olmanın arz ettiği önem kadar bu coğrafyada mensup olunan mezhep de aynı derece de önem arz etmektedir. Tüm bunların seküler bir bakış açısından kavranması ve teşkil ettikleri sorunların da bu bakış açısı tarafından çözülmesi ise imkânsıza yakındır. Bu coğrafyada din; batıda geliştirilen dinin toplumu birleştirici, bütünleştirici bir araç olduğu ön kabulüne ek olarak toplumsal ve siyasal hayatın her seviyesinde ilişkileri, çıkarları ve fikirleri belirleyen en önemli faktörlerin başında rol almaktadır ve hatta bu noktada dinin bir ideoloji olarak bölge coğrafyasında hüküm sürdüğü bile söylenebilir. Buna temel olarak ise bölgede siyasal İslam’ın etkinliği gösterilebilir.
Öte yandan bölgenin sahip olduğu, çeşitlilik gösteren etnik yapısı coğrafyanın kendine has ve göz önünde bulundurulması gereken diğer bir özelliğidir. Batılı ülkelerin kendi sınırları dâhilinde vücut bulan kimlik anlamında birbirine bütünleşmiş olmuş ve farklılıkları aşmış halkların varlığında yola çıkarak geliştirdikleri politikalarda mantıki olarak bölgede sonuç vermekten uzaktır. Çünkü bölge halkları kendilerini sahip oldukları dinsel kimliklerin yanı sıra mensubu oldukları etnik kimlik ile de tanımlamaktadırlar. Ayrıca coğrafyada bir şekilde etkin varlık gösteren bölgedeki devletlerin de bu varlıklarını dinsel benzerliklere dayandırma ve bundan fayda sağlama yolunu tutmalarının yanında etnik kimlikleri de kendi siyasetlerinde önemli bir yere koymaktadırlar. Dolayısıyla, batılı politika yapıcıların etnik kimlikleri görememesi ya da görmezden gelmesi onların önündeki bölgedeki aktiflikleri bakımından bir diğer sınırlamayı teşkil etmektedir.
Değinilmesi gereken bir diğer önemli faktör ise; bölge halklarının aşiretlere, ailelere dayanan toplumsal ve siyasal hayat yapısıdır. Ailelerin ya da aşiretlerin bölgedeki siyasal hayattaki etkinliğinin en çarpıcı örneği ise; Suriye’de karşımıza çıkmaktadır demek yanlış olmaz. Esad ailesinin üyelerinin şu anda devlet siyasetini belirleyen hükümetten, askeri kurumlara kadar birçok kilit noktada bulunmaktadırlar bu ise bize ailenin bölge coğrafyasındaki etkinliğini kanıtlar niteliktedir. Buna ek olarak Lübnan ve Suudi Arabistan ailelerin bölge coğrafyasındaki önemine örnek olarak gösterilebilir. Ayrıca Irak’taki aşiretler ve bu aşiretlerin Irak içindeki pozisyonları, iç politikada belirleyicilikleri, ellerinde bulundurdukları güvenlik güçleri ve bu güçler ile sağladıkları güvenlik desteği düşünüldüğünde ailelerin ve aşiretlerin bölgesel politikalarda kabul edilmesi zorunlu bir diğer muhatap olarak karşımıza çıktığı rahatça söylenebilir.
Sonuç olarak ise; günümüzde uluslararası ilişkiler alanında faaliyet gösteren her aktör için bölgesel ya da yerel özelliklerin varlığı ve etkinliği zorunlu bir ön kabul olarak karşımızda durmaktadır ve Ortadoğu bize bunu betimleyen en çarpıcı örneklerden biridir. Gerek dinin gerek etnik kimliklerin gerekse de aile bağlarının küreselleşen ve modernleşen dünyada belli bir aşınmaya uğradığına hiç şüphe yoktur ancak dünya ciddi anlamda etkisi altına alan bu akımların beklenmedik ve inanılanın aksine etkiler doğurduğu ortadadır. Tarih boyunca, Ortadoğu coğrafyasında ciddi çelişkilerin varlığından ve bu çelişkilerin uzun vadeli ve çözümü oldukça zor çatışmalar ürettiğine tanık olunmuştur, günümüzde halen devam eden bu çelişki ve çatışmaların altında hiç şüphe yok ki, yukarıda değindiğim gibi, bölgenin kendine özgü özellikleri önemli paya sahiptir. Ancak; bölgede var olan ve olmaya devam edecek çelişki ve çatışmaların çözümleri de yine bölgenin bu kendine has dokusunda aranmalıdır. Otoriter ve totaliter rejimler altında uzun yıllar geçirmiş olan bölge halkları bu dönemlerde görecede olsa bir düzen içinde yaşamlarını sürdürmüşlerdir, bu ise; bir ya da daha çok grubun gözetilmesi anlamını taşırken yine bir ya da daha çok grubun baskılanması, susturulması ve asimile edilmesi anlamını taşımıştır. Muazzam baskılara maruz kalan kesimler bu süre dâhilinde hiç şüphe yok ki etnik kimlikleri, mezhepleri, aşiret ve aile bağları açısından sinmiş ya da sindirilmiştir, bu ise çok çeşitli yapıda geçici olarak sorunları örtmüş ama bir yandan da bölgede gelecekte oluşacak yeni yapılar için yeni sorunları üretmiştir. Bugün gerek 2003 müdahalesi ile demokrasinin kurulmaya çalışıldığı Irak’ta, gerek Arap baharının yaşandığı diğer ülkelerde bu üreyen sorunların meyvelerini görmek mümkün ve bu sorunların adı geçen bölgelerde nasıl ciddi engeller teşkil ettikleri de gözlenmektedir. Çözüm ise; hiç şüphe yok ki yereli dinlemekte. Özellikle, bölgede etkin olan ve olmaya çalışan dış güçlerin, kendi düşünce kalıplarına ait politikalar vasıtasıyla çıkarlarını gerçekleştirme peşinde koşmaları bölgedeki bu çok çeşitli toplumsal yapıda derin gedikler açmakta ve bu açılan gediklerinse siyasal hayatta çözümsüzlükler oluşturduğu görülmektedir. Giderek bölgesel anlamda daha fazla uzmanlık gerektiren uluslararası sistem ve bu sistemin aktörleri bölgede istikrarın sağlanması ve düzenin tesis edilmesi katkı sağlamak istiyorlarsa bunun için öncelikle; bölgede bölgedeki aktörler gibi düşünmeli hatta hissetmeli ve davranmalıdırlar. Bunun pratikte uygulanmasının güçlüğü ise mantıki olarak bizi bu coğrafyadaki halklar hakkında oluşturulan mitleri yıkmaya davet eder. Bu bağlamda da ilk olarak; bu coğrafyanın düzeni, istikrarı ve refahı için bu coğrafyanın ana unsurları olan halklara ve onların iradesine, çifte standartlı demokrasi anlayışları bir kenara bırakılarak, güven duyulması gerekmektedir. Buna ek olarak; dış aktörlerin bilgi ve tecrübelerini müdahaleden yana değil müzakere ve uzlaşmadan yana kullanmaları ve gerekirse bu bilgi ve tecrübelerini müzakerelerin, uzlaşmaların yapılmasını sağlamak yönünde, çatışma ve çelişkilere bölgesel aktörlerin iradelerini baskılamayacak şekilde, dâhil olmaları gerekir.
BAHADIR GÜMÜŞ
Başkent Üniversitesi
Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler