“Orta Doğu”, “Arap Dünyası”, “Magreb”, “Maşrek”, “Yakın Doğu” gibi kavramlar özlerinde bir seçimi barındırmaktadır. Orta Çağ’da dinen kutsal kabul edilen birtakım bölgeler “Kutsal Topraklar” diye adlandırılmaktayken sonrasında romantik sayılabilecek bir yaklaşımla “Doğu” kavramına geçildi. Doğu gizemli, bilinmeyen bir yerdi ve oryantalist Avrupalılar tarafından keşfedilmeliydi. Keşfedilen yerlerdeki halkların yaşayış tarzlarının Avrupalılarla kıyaslaması yapılırken en güzel (beyaz adam) ve ideal (özgürlükçü, medeni) olanın Avrupa olduğu düşüncesinden hareket edildi. Avrupalı gezginler kahve ve nargile içen erkekleri, saten elbiseleriyle uzanmış Harem kadınlarını kendi fantezileriyle değiştirerek resmetmekteydi. Doğu’da despot rejimler vardı. Doğu’nun geri kalmış olmasına karşılık Avrupa dünyanın merkeziydi; onun en yakın doğusundaki bölgeye “Yakın Doğu”, en uzak doğusundakine “Uzak Doğu” denildi.
Orta Doğu’da geçen “Orta” kelimesi ise Aristocu bir fikrin ürünüdür. Onun görüşüne göre Akdeniz ılıman bir iklime sahiptir, o dönemdeki dünyanın merkezidir. O halde Orta Doğu da bir merkezdir; çeşitli kanallar ve yollar inşa edilerek ulaşımı geliştirilmiştir, üç kıta arasında bir köprü vazifesi görür. “Neyin köprüsü?” diye soracak olursak Avrupa’ya giden zenginliklerin ve güç kontrolünün diyebiliriz. Bölge, petrolün keşfedilmesiyle daha da stratejik ve göz kamaştırıcı olmuş, Avrupa’nın kendisine kaynak sağlama arzularını kamçılamıştır.
“Arap Dünyası” kavramının somutlaşmış hâli olan Arap Ligi ise düşünsel açıdan çok şey vaat etmekle birlikte pratik anlamda her zaman birleştiriciliğini muhafaza edememektedir. Bir tür barış ve istikrar girişimi olan Arap Ligi 1945’te kurulurken sadece altı üyesi vardı: Irak, Suriye, Lübnan, Yemen, Ürdün ve Suudi Arabistan. Sonrasında ise sayısı 22’ye katlanmıştır. Türkiye bu uluslararası kuruluşta daimi gözlemci statüsündedir.
Eskiden Fransız sömürgesi olan ve halen Fransız kültürünün etkisinde kalan veya buna şiddetle karşı çıkan siyasal elitler barındıran Magreb ülkeleri, Arap birliği fikri ile kendilerine özgü ulusal ve kültürel özelliklere bağlanmak arasında kararsız kalmışken bölgenin tamamına yine bu tarz kararsızlıkların hakim olduğunu söylemek pek de abartı sayılmaz. Esasen Arap Birliği fikri ilk defa birtakım İngiliz, Fransız ve Arap ileri gelenleri tarafından ortaya atılmıştı. İngilizlerin amacı Balkanlar’daki topraklarını kaybeden Osmanlı Devleti’nin Arap topraklarındaki nüfuzuna da bir son vermek; sömürgelerine giden yolda yer alan Süveyş Kanalı, Doğu Akdeniz, Kızıldeniz ve Sina Yarımadası’nı ele geçirmek ve Arap yarımadasındaki petrol yataklarına sahip olmaktı. Böylece Arabistanlı Lawrence gibi İngiliz ajanlar Tanzimat ve Islahat Fermanları’nın İslam prensiplerine aykırı olduğunu, aslında hilafet makamının sadece Arap ırkına bahşedildiğini, Türklerin şeriata karşı geldiğini ve İslamiyet’i yozlaştırdığını öne sürerek Arapları Türklere karşı kışkırtmışlardı. Ayrıca bu ajanların aktif faaliyetleri sonucunda Arap İhtilâl Cemiyeti; Türklerin Arapları bir sürü olarak gördüğünü, etlerini yiyip sütlerini içtiklerini, yeri geldiğinde de kendi Arap kardeşlerini öldürmek için asker olarak kullandıklarını öne süren beyannameler dağıtmıştı[1].
Sonuç olarak Arap toprakları Osmanlı hâkimiyetinden çıkarak vaat edildikleri gibi bağımsız olacaklardı. Fakat Arabistanlı Lawrence gibi ajanlar Mekke Emiri Şerif Hüseyin gibi müttefiklerinden çok önemli bir sırrı gizlemekteydi; ortada önceden yapılmış gizli bir İngiliz-Fransız antlaşması (Sykes-Picot) vardı ve Arap toprakları aslında bu iki devlet arasında paylaştırılmaktaydı. Çarlık Rusya’sının da susma payı gibi birtakım ayrıcalıklar (Boğazların ve İstanbul’un kendisine verilmesi) kazanacağı bu antlaşma daha sonra Sovyetler Birliği tarafından Çarlık Rusya’nın yaptığının emperyalizme hizmet ettiği düşüncesinden hareketle dünyaya duyurulmuştu ve bu açıklama Türkleri olduğu kadar Arapları da şaşırtmıştı. Artık Araplar kandırıldıklarını anlamışlardı. Bu konuda 25 Kasım 2010 tarihinde Deutsche Welle haber kanalının internet sitesinde yayımlanan bir haber ilginç bilgiler içermektedir. Almanya’da Oldenburg kentinde açılan ve Lawrence hakkında ilginç bilgiler veren bir sergiye katkıda bulunan Björn Luley (Goethe Enstitüsü’nün Şam’daki Müdürü) Lawrence’ın bugün Suriye ve Ürdün’de nefret edilen bir figür olduğunun altını çizerek “Arabistanlı Lawrence filmi ne Suriye televizyonlarında ne de sinemada gösterildi. Çünkü Lawrence Suriye’de hain olarak görülüyor” demiş ve Lawrence’ın Arapları, İngiliz ve Fransızların bölgeyi çoktan paylaşmış olduklarını bilerek heveslendirmeyi sürdürdüğünü belirtmiştir.[2]
Günümüzde bu tarihsel arka plandan ne kadar ders çıkarıldığı tartışmalıdır. Artık toprakları kan banyosuna çeviren sömürge planları yapılmamaktadır. Orta Doğu üzerinde çok başka jeopolitik oyunlar oynanmaktadır. 11 Eylül 2001 saldırıları sonrasında bölgeye radikal İslam’ın ve terörün odak noktası şeklinde suçlayıcı bir gözle bakılması çok sığ bir yaklaşımdır. Aynı şekilde Bush yönetiminin savunmuş olduğu Büyük Orta Doğu Projesi kapsamında terör tehdidinden kurtulmak için Batı’ya Orta Doğu’da istikrar ve demokrasi aşılama görevi atfetmek de fazla basitleştiricidir. Bütün bunlar bölgeye sadece kuşbakışı bakmak, dolayısıyla sorunların nedenlerine inememek sonucunu doğurmaktadır. Zaten dil, din, ırk, mezhep, yıllık toplam ve kişi başına düşen gelir miktarı, doğal kaynakların varlığı ve kontrolü gibi pek çok bakımlardan ayrışan bölge iyice karmaşık bir hâl almaktadır. Son dönemlerde bölgede hız kazanan demokrasi arayışları, yıllarca hükmetmiş liderlere kapı gösterirken bir soru akıllara gelmektedir: Orta Doğu’nun geleceği büyük güçlerin dış yönlendirmelerine mi, yoksa gerçekten bölge halklarının kendi kararlarına ve taleplerine mi dayanacaktır, Orta Doğu’nun kaderi kimin elindedir?
Gökçe HUBAR
Galatasaray Üniversitesi
Siyaset Bilimi IV. Sınıf öğrencisi