Suriye Krizi, tıpkı Türkiye’yi olduğu gibi tüm dünyayı peşinden sürükleyen ve önü alınmayan bir insanlık dramı olarak insanlık tarihinin kirli sayfalarında çoktan yerini aldı. Ne var ki, bu kriz, Suriye’de çoğunlukta bulunan Sünni ağırlıklı muhalefet ile yönetimini mezhep temelli bir ayrım çerçevesinde şekillendirmiş ve otoriter yönetim kalıpları ile sarmalanmış tarihsel bir garabet olduğunu söyleyebileceğimiz Esad Suriye’si arasındaki iktidar mücadelesi olmayı çoktan aşmış durumda. Öyle ki, Suriye Krizi’nin, Soğuk Savaş sonrası içerisine sürüklendiği değişim sancılarından bir türlü kurtulamayan uluslararası sisteme dair bir “kara delik” haline geldiğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Zira sahip olduğu enerji rezervleri ve stratejik öneme haiz coğrafi konumu ile sistem tabanlı güç mücadelesinin üzerine odaklandığı en önemli bölgelerden biri olan Ortadoğu’nun Akdeniz’e açıldığı kritik eşikte yer alan Suriye toprakları üzerindeki mücadele, küresel ve bölgesel aktörlerin Ortadoğu politikalarını da ciddi manada etkileme potansiyeline sahiptir. Üstelik bu etki, Arap Baharı çerçevesinde Tunus ve Libya’da gerçekleşen yönetim değişikliklerinden çok daha fazla olacaktır. Çünkü Suriye, tıpkı Mısır gibi Ortadoğu Politikası ve Arap halkları açısından tarihsel, sosyo-kültürel ve coğrafi anlamda çok önemli bir siyasal gerçekliğin ifadesidir.
Suriye’deki iktidar savaşı, yalnızca Sünni ağırlıklı muhalefet ile Nusayri mezhebine dayalı dikta rejimini askeri güç ile korumaya çalışan Beşşar Esad arasında yaşanmamaktadır. Nitekim Suriye’nin Dostları Konferansı’nın da ortaya koyduğu üzere, ABD, AB, Türkiye ve Arap Birliği üyelerinin önemli bir bölümü Esad karşıtı muhalefetin arkasından mevzilenmişken, İran, Nuri El Maliki’nin yönetimindeki Irak, Hizbullah, Rusya ve Çin ise Beşşar Esad ile birlikte hareket etmektedir. Suriye’de yönetimsel kontrolün Sünni ağırlıklı muhalefetin, yani Suriye’nin Dostları Konferansı’na katılan ülkelerce resmi olarak tanınan ve Kürtler dışında Suriye’de yaşayan tüm muhalif kesimlerin temsil edildiği Suriye Ulusal Konseyi’nin eline geçmesi durumunda, İran’dan başlayıp Irak, Suriye ve Hizbullah’ın kontrolündeki Lübnan üzerinden Akdeniz’e varan Şii bloğu parçalanabilecektir. Zira Suriye’nin bu zincirden kopması demek, İran’dan Hizbullah’a giden askeri, ekonomik ve lojistik desteğin kesilmesi anlamına gelecek, Suriye’deki gelişmelerden etkilenecek olan ve Irak’taki siyasal süreçten dışlanmaya çalışılan Sünniler ve Kürtler de İran destekli Nuri El Maliki yönetimini çok zor durumlara düşürebileceklerdir. Şüphesiz bu durum İran’ın yaratmak istediği Şii Ortadoğu’sunun oluşumunu da engelleyecektir. Zira hem Lübnan hem de Suriye ve Irak’ta işler kontrolden çıkacak ve İran’ın aleyhine gelişebilecektir. İşte bu nedenle İran, Beşşar Esad yönetimine gereken her türlü desteği vermeye kararlıdır.
Rusya ise, BM ve Arap Birliği’nin özel temsilcisi Kofi Annan’ın çabalarıyla ortaya konan Suriye Planı’nı kabul etmesine karşın, aslında Beşşar Esad’ın iktidardan indirilmesine kesinlikle karşıdır. Zira Esad Yönetimi, Rusya için Ortadoğu’ya giriş kartı hüviyetini taşımaktadır. Tartus’taki Rus deniz üssü, imzalanan karlı askeri ve ekonomik antlaşmalar, Esad’ın İran ile olan müttefikliği ve Lübnan’daki sürece her an müdahil olabilecek bir aktör oluşu, ABD karşıtı ve Türkiye’ye mesafeli bir Ortadoğu yaratmak isteyen Rusya’nın işine gelmektedir. Rusya, Beşşar Esad yönetiminin devrilmesine ancak tek bir şartla izin verebilir. O şart da, mevcut konjonktürde Suriye nezdinde sahip olduğu çıkarların korunması ve Suriye’nin Avro-Atlantik Dünyası, Türkiye ve İran ile ilişkilerinin Rusya’nın gözetiminde dengeli olarak yeniden tanımlanması olacaktır. Aynı durum Çin için de geçerlidir. Tıpkı Rusya gibi, Ortadoğu’daki ABD etkisini sınırlamak isteyen Çin, bu amaçla Esad Suriye’si ve İran gibi yönetimlerin yaşatılması gerektiğine inanmaktadır. Ortadoğu’dan bulunan petrol ve doğalgaz kaynaklarını büyüyen ekonomisi için stratejik bir kaynak olarak gören Çin, aynı zamanda uluslararası sistemin çok kutupluluk yönünde yeniden tanımlanmasını istemektedir. Çin, bu yönden Rusya ile aynı çizgide yer almaktadır. Nitekim sistemin çok kutupluluk yönünde yeniden dizayn edilmesini isteyen ilk lider Rusya’nın “çiçeği burnunda” devlet başkanı Vladimir Putin olmuştu.
Ortadoğu Yönetimleri ile “menfaat ortaklığı” konusunda pek bir sorun yaşamamasına karşın, bölge halklarının güvenini ve takdirini kazanamadığı için bölgedeki çıkarları pamuk ipliğine bağlı olan ABD ise, Arap Baharı çerçevesinde ortaya konan meşru taleplere destek vererek ve birer nefret sembolü haline gelmiş diktatörlerin devrilmesine karşı çıkmayarak, bölge halklarının zihinlerindeki görünümünü olumluya çevirmeye çalışmaktadır. ABD’nin, Suriye Krizi’ne yaklaşımı da temelde bu düşünceden hareketle şekillenmektedir. Rusya’nın Ortadoğu’ya yönelik çıkarlarına zarar vermek, İran’ın bölgesel rolünü ve etkinliğini zayıflatmak ve Rusya ile Çin’in sistem tabanlı istemlerini boşa çıkarmak gibi hedefler de ABD’nin Esad Yönetimi’ne karşı olan tutumunu kendisi açısından meşrulaştırmaktadır. Ortadoğu’ya yönelik olarak genel manada ABD ile ortak hareket eden AB ise, ortak dış politika geliştirme konusunda ortaya çıkan arızalara karşın, birlik içerisinde farklı kutupları temsil eden İngiltere ve Fransa’nın işbirliği çerçevesinde Almanya’nın da verdiği destek ile ABD’nin ve Esad karşıtı değişimci kanadın, yani muhalefetin yanında yer almaktadır. Bölgeye ilişkin petrol ve doğalgaz eksenli çıkarlar ile birliğin doğuya doğru genişleme hedefi çerçevesinde gelecekte Ortadoğu’ya komşu bir siyasal aktör olabileceği düşüncesi, Batı dünyası ile barışık ve istikrarlı bir Ortadoğu isteminin AB nezdinde de dillendirilmesini beraberinde getirmektedir.
İsrail ise, Ortadoğu’ya ilişkin meselelerde genel manada ABD ile birlikte hareket etmesine karşın, Suriye konusunda çok daha çekimser kalmaktadır. Esad Suriye’sinin siyasal ve askeri anlamda öngörülebilir bir aktör olmasının yanı sıra, Esad’ın iktidardan indirilmesinin ardından İsrail ile topyekûn mücadele yanlısı radikal bir yönetimin iktidara gelmesi olasılığı, tıpkı Mısır’da olduğu gibi, Suriye meselesinde de İsrail’i ikircikli bir tutuma sevk etmektedir. Ne var ki, İsrail, İran’ın bölgesel nüfuzunun kırılabilmesi için Esad Yönetimi’nin devrilmesi gerektiğinin de farkındadır.
Komşularla sıfır sorun odaklı dış politika stratejisinin çıkmaza sürükleneceği kaygısıyla Arap Baharı çerçevesinde gerçekleşen muhalefet gösterilerine karşı bir süre için endişeyle yaklaşan Türkiye ise, yumuşak güç kuramı çerçevesinde kamu diplomasisini de kullanarak uyguladığı dış politikanın sadece yönetimler nezdinde değil halklar nezdinde de karşılık gördüğünü anladığı an, politikasını farklılaştırmış ve halkın isteklerine odaklanmış, değişimci bir dış politika stratejisine yönelmiştir. Bu yönüyle Türkiye’nin ABD ve AB ile aynı paydada birleşerek Arap Baharı’na her yönüyle destek veren bir ülke konumuna geldiği söylenebilir. Türkiye’nin Suriye bağlamında ortaya koyduğu tutum ise siyasal değişimin herhangi bir askeri müdahaleye mahal vermeden bir an önce yaşanması yönünde şekillenmektedir. Zira Türkiye, Esad Yönetimi’nin İran’ın bölgesel rolünü güçlendirdiğini ve mevcut konjonktür itibarıyla PKK’ya vermeye başladığı lojistik ve hatta askeri destek sayesinde kendisi için büyük bir problem yaratmaya başladığının bilincindedir. Türkiye, Irak’taki siyasal gelişmelerin de farkındadır ve İran-Irak-PKK-Suriye çerçevesinde Türkiye karşıtı bir bloğun oluştuğunun da farkındadır. Bu nedenle Türkiye, Irak’taki Maliki yönetimini zayıflatabilmek ve bu yönetime mesaj verebilmek için Sünni Araplar ve Barzani’nin kontrolündeki Kuzey Irak Yönetimi ile ortak hareket etmekte ve Suriye’de yaşayan Kürtlerin de Esad Yönetimi aleyhinde birleşerek Suriye Ulusal Konseyi’ne katılmalarını istemektedir. Ne var ki, Türkiye’nin bu isteği henüz yerine getirilememiştir. Bu durum Suriye’de muhalefetin henüz tam manasıyla birleşemediğini gösteren önemli bir delil olarak algılanabileceği gibi, Suriyeli Kürtlerin Esad’a destek veren PKK ile Esad karşıtı bir çizgiye yönelen Barzani arasında kaldığını göstermektedir.
Suriye Krizi, önümüzdeki günlerde de tüm sıcaklığı ile gündemin bir numaralı konusu olmaya devam edecektir. Suriye’nin Dostları Konferansı çerçevesinde, ateşkes odaklı olarak ilan edilen Annan Planı’nın ancak belli bir süre masada kalabileceğinin açıklanması ve Suriye Ulusal Konseyi’nin “resmen” Suriye’nin meşru temsilcisi olarak tanındığının ilan edilmesi, uluslararası sistem çerçevesinde Şam merkezli bir kırılmanın yakın olduğunun göstergesi olarak alınabilir.
Göktürk TÜYSÜZOĞLU
Giresun Üniversitesi
Uluslararası İlişkiler Bölümü Araştırma Görevlisi