Arap Baharı bağlamında şiddetlenen ve Ortadoğu’da yer alan ülkeleri kendi güçleri, ideolojileri, çıkarları ve müttefiklikleri bağlamında sistemik bir tercih yapmaya zorlayan büyük çaplı siyasal krizin ciddi manada etkide bulunduğu en önemli ülkelerden biri de Irak olmuştur. Irak topraklarında yaşayan halklar tarafından pek de önemsenmeyen Iraklılık üst kimliğinin, yani ulusal kimliğin, yeniden yapılandırılmaya çalışıldığı ve etnik/dinsel/mezhepsel ayrımlara dayalı politika üretim sürecine ve güç mücadelesine aşina olan bir ülkenin Arap Baharı’nın beraberinde getirdiği siyasal dalgalanma ile bölge tabanlı sistemik mücadeleden etkilenmemesi zaten mümkün değildi. Nitekim gelinen süreçte, Irak’ın Ortadoğu tabanlı sistemik mücadele ekseninde bir cephe ülkesi haline geldiğini/getirildiğini görüyoruz.
Irak’ın Arap Baharı bağlamında ortaya çıkan Ortadoğu merkezli sistemik mücadeleye bir cephe ülkesi olarak eklemlenmesinin en önemli nedeni, ülkede yaşayan etnik/dinsel grupların hemen hepsinin kendilerine özgü birer siyasal ajandalarının ve müttefiklerinin olmasıdır. Bu durum Irak’ın bütüncül bir dış politika uygulamasına yönelebilmesini ve ulusal gücüne ve çıkarlarına dayalı bir tercihte bulunabilmesini engellemektedir. Tarihsel süreç ekseninde ortaya çıkan ve oldukça kanlı bir şekilde cereyan ettiğini söyleyebileceğimiz mücadeleler bağlamında etnik/dinsel-mezhepsel farklılıklar çerçevesinde tahkim edilmiş toplumsal ayrım çizgilerine eklemlenmiş olan Irak, tıpkı Lübnan gibi, Arap Baharı’nın ortaya koyduğu bölgesel/sistemsel karmaşadan çok derin bir şekilde etkilenmektedir.
Irak’ın ABD İşgali sonrası federal temelde yeniden teşkilatlandırılması ve bu sisteme pek de aşina olmayan yönetimsel birimlerin kendilerini her anlamda bağımsız bir aktör gibi görmeye başlamaları merkezkaç kuvvetlerin güçlenmelerine zemin hazırlarken, merkezi hükümetin yetkileri ve yetkinliği konusunda da ciddi bir boşluğun ve meşruiyet krizinin ortaya çıkmasını beraberinde getirmiştir. Öyle ki, bugün itibarıyla siyasal-yönetimsel anlamda Irak’ta ciddi bir merkez-çevre çatışmasının yaşandığı söylenebilir. Hatta Bölgesel Kürt Yönetimi gibi federe yapıların, sahip oldukları ekonomik, toplumsal ve teknolojik gelişmişlik ekseninde kendilerini merkez olarak konumlandırmak ve zaman içerisinde kuracakları bölgesel müttefiklikler çerçevesinde tam manasıyla bağımsız bir ülke niteliğine erişebilmek hedefinde olduğunu da Mesud Barzani’nin açıklamalarından anlayabiliyoruz.
Uzun süre Saddam Hüseyin’in dikta yönetimi altında yaşamış olan Irak’ta nüfusun %60’ından fazlasını oluşturan ve Saddam döneminde çok büyük bir siyasal, toplumsal ve mezhepsel baskı altında yaşadığını söyleyebileceğimiz Şiilerin, işgal sonrası oluşan siyasal yapıda iktidara gelmiş olması, demokratik kural ve kaideler çerçevesinde normal ve beklenen bir sonuç olarak görülebilir. Nitekim ABD’nin Irak’ta kurgulamaya çalıştığı siyasal-yönetimsel yapı, Şiileri süreçten dışlamayı öngörmeyen ancak onları Sünniler ve Kürtler ile ortak hareket etmeye zorlamayı hedefleyen bir anlayışa haizdi. Gelinen noktada, kâğıt üzerinde de olsa bu tarz bir yönetimsel yapının oluşturulduğu söylenebilir. Ne var ki, ülkede yaşayan farklı toplumsal grupların tarihsel boyuta da haiz olduğunu söyleyebileceğimiz rekabetleri ve toprak tabanlı çatışmaları, Arap Baharı’nın neden olduğu uluslararası sistemik kriz ile birleştiği noktada Irak’ı bir cephe ülkesi haline çevirmiştir.
Şii kökenli Nuri El Maliki’nin başında bulunduğu Irak Hükümeti’nin Sünni kökenli Irak Cumhurbaşkanı Yardımcısı Tarık Haşimi ve yine Sünni kökenli Başbakan Yardımcısı Salih Mutlak ile girdiği siyasi mücadele, Irak’taki Şii-Sünni çekişmesinin en önemli örneği olarak gözler önüne serilmiştir. Bu mücadele ekseninde Bölgesel Kürt Yönetimi’nin Haşimi ve Mutlak’a destek vererek ve hatta onları belli bir süre saklayarak Maliki’nin başında olduğu Irak Yönetimi’ne teslim etmemesi ve hatta Mesud Barzani’nin, Nuri El Maliki’yi, Saddam tarzı bir dikta rejimi yaratarak Şii çoğunluğa yaslanan tekçi bir yönetim oluşturmakla suçlaması oldukça önemlidir. Nitekim Şii-Sünni anlaşmazlığı şeklinde başlayan süreç Kürtleri de içine almış ve Irak’ın yönetimsel yapısında söz sahibi olan üç önemli halk grubunu karşı karşıya getirmiştir. Ancak bu noktada şu farklılığın altını önemle çizmemiz gerekmektedir. Şiiler ve Sünniler, federal temelde de olsa Irak devletinin yaşamasından yana bir görünüm sergilerken, ülkenin kuzeyinde adı konmamış bağımsız bir devlet kurguladığını söyleyebileceğimiz Iraklı Kürtler, Irak’ın bağımsızlığına ve Iraklılık kimliğine oldukça mesafeli yaklaşmakta ve Kürt kimliğine dayalı bir ulusal devlet kurmayı bir konjonktür meselesi olarak görmektedirler. Bölgesel Kürt Yönetimi ile Irak merkezi hükümetinin, Kerkük özelinde olduğu üzere toprak tabanlı sınır problemleri ve enerji gelirlerinin paylaşımı ile dışişleri anlamında büyük çaplı problemler yaşaması bu durumun en açık göstergesidir.
Irak’ta yaşanan kimlik eksenli siyasal mücadele, bu ülkeyle çok yakından ilgili olan ve Arap Baharı bağlamında birbirleriyle ciddi bir bölgesel güç mücadelesine girişen dış aktörleri de bu ülkeye yönlendirmektedir. ABD’nin liderliğini yaptığı ve Türkiye ile geliştirdiği müttefiklik ilişkileri bağlamında, Arap Baharı’nı da kullanarak şekillendirmeye çalıştığı bölgesel tasavvur İran’ı rahatsız ettiği için, İran, Irak’ta, Şii çoğunluğuna dayalı Nuri El Maliki yönetimine destek vermeyi tercih etmekte ve Maliki’nin en önemli destekçisi olarak ortaya çıkmaktadır. Irak Şiileri ile İran arasındaki ideolojik, tarihsel ve mezhepsel bağlar da bu noktada ciddi bir dayanak noktası oluşturmaktadır. ABD’nin küresel sistemik mücadele nezdinde en önemli rakiplerinden biri olan ve çok kutuplu bir uluslararası yapının oluşumunu arzulayan Rusya da, bu noktada, İran’a ve Maliki yönetimine destek vermekte ve bu yönetimin uluslararası meşruiyetini güçlendirmeye çalışmaktadır. Iraklı Kürtler ise, ABD ve Türkiye ile geliştirdikleri müttefiklik ilişkileri çerçevesinde, Irak bağlamındaki siyasal ve yönetimsel özerkliklerini gün geçtikçe kuvvetlendirmekte ve bağımsızlık yönünde hızlı adımlar atarken, Şiilerin ağırlıkta olduğu Irak merkezi yönetimi ile çatışmayı da göze alabilmektedirler. Yani Iraklı Kürtler ile Şiiler, tarihten ileri gelen rekabetlerini, Arap Baharı’nın beraberinde getirdiği ve birçok aktörü içerisine alan mücadeleye eklemleyerek konsolide etmiş ve ülkedeki çatışma iklimini kuvvetlendirmişlerdir. Iraklı Sünniler ise, genel manada Türkiye, Körfez ülkeleri ve Suudi Arabistan’dan destek almakta ve Nuri El Maliki ile İran’ı, Irak’ın toprak bütünlüğünü ve ulusal uzlaşı arayışını yadsıyan bir aktör olarak görmektedirler. Irak’ta dağınık bir şekilde yaşamakta olan Sünnilerin belli bir toprak parçası nezdinde demografik ağırlıklarının olmaması, onları Iraklı Türkmenlerin yaşadığı yönetimsel ve siyasal dram ile baş başa bırakma niteliğine haizdir. Iraklı Türkmenler ise, Şiilik ve Sünnilik çerçevesinde bölündükleri ve Kuzey Irak’ta da Kürtlerin baskısı altında yaşadıkları için, ülkenin geleceğinde söz sahibi olabilecek ve mevcut siyasi krize eklemlenebilecek bir ulusal aktör olabilmiş değildirler.
Irak, sahip olduğu toplumsal çeşitlik ve bu çeşitliliğin siyasal rekabet çerçevesinde geliştirdiği mücadeleye eklemlenmiş bir ülke görüntüsü vermekte ve bu yönüyle Lübnan ile çok ciddi bir benzerlik göstermektedir. Arap Baharı’nın Ortadoğu’ya getirdiği değişim talebinin etnik ve dinsel kimlik çerçevesinde yanlış bir şekilde anlamlandırıldığı bu ülke, çatışan çıkarlar ekseninde her an yangın yerine dönebilecek bir görünüm sergilemekte ve bu yönüyle Arap Baharı’nın Suriye’den sonra uğrayabileceği yeni bir durak izlenimini yaratmaktadır.
Dr. Göktürk TÜYSÜZOĞLU
Giresun Üniversitesi
Uluslararası İlişkiler Bölümü