Son dönemde özellikle İsrail’in Gazze’ye müdahalesiyle Ortadoğu son derece gergin günler yaşamakta. Her an bir toplu savaş tehdidi olduğu dillendirilse de Arap ülkelerinin yönetimlerinde oluşan faylar, bir kısım Arap devletinin duruma seyirci kalmasını sağlamakta. Hatta Simon Peres’in yaptığı son açıklamalar, bir kısım Arap devletinin Hamas ve Hizbullah üzerinden etkisini fazlasıyla hissettiren İran’ın etkisinin kırılması ve frenlenmesi adına ses çıkarmadıklarını göstermektedir.
Bu fay; Mısır, Suudi Arabistan ve Ürdün’ü İran ve Suriye’den farklı bir eksen olarak konuşlandırıyor. Arap kamuoylarının Gazze savaşına tepkileri de söz konusu ülkelerdeki monarşiler tarafından pek dikkate alınmamaktadır. Mısır ise duruma biraz daha farklı yaklaşıyor. Hamas’ın bölgede güçlenmesi demek (Gazze) Mısır içinde de zaten belirli bir politik görüşü temsil eden Müslüman Kardeşler’e sirayet edecek veya karşılıklı bir etkileşim doğuracak. Benzer bir durum Ürdün içinde geçerli.
Hamas ile olan savaşta İsrail kara harekatı yapacağını da duyurdu. Fakat bunun üzerine Hizbullah karadan bir harekat başlatılırsa kendisinin de İsrail’in kuzeyinden cephe açacağını duyurdu. Bu durum tabii işi biraz daha kızıştırıyor. Bugün İsrail ile Hizbullah karşılaşmasının bir İsrail-İran karşılaşması olduğunu bilmeyen yok gibi. İran gerçekten de her iki örgütün arkasında hem manevi hem de maddi destekçi. Şimdi İsrail açısından olaya bakıldığında savaş olgusunun farklı etkenleri var. İç siyaset bunlardan biri. Amerikan yönetiminin değişiyor olması da farklı bir mesaj taşıyor. İsrail Obama’ya “önce ben varım” demek istiyor ve Obama’ya Annapolis’te bir adım bile atılamayan çözüm sürecinin devamında çözülmesi hiç kolay görünmeyen, süre sınırlaması olmayan bir gelecek bırakıyor. İsrail özellikle Güvenlik Konsey’inde kabul edilen ateşkese uymayacağını belirtirken Amerikan tarafsızlığından cesaret almıştır. Bunun da birden fazla sebebi olabilir. Mesela birisi, Bush’un yeni yönetim üzerine her hangi bir yükümlülük getirmemeye çalışması olabilir. Obama’nın seçim sürecindeki “yumuşak güç” kullanımını çağrıştıran yöntemleri belli ki İsrail’i rahatsız etmiş. Bu durumda Ehud Barak-Tzipi Livni bir taşla iki kuş birden vurmuş oluyor. Hem dışarıda Amerikan’ın yönetsel olarak zayıf olduğu bir dönemde Gazze’ye Hamas’ın varlığı açısından son derece kritik bir operasyon gerçekleştiriyor hem de iç siyasette İsrail’in Batı Şeria’daki yerleşim yerlerinden çekilmesini, Filistin Yönetimi’yle gerçekleştirilen Annapolis zirvesini eleştiren ve Hamas’ın varlığını ontolojik olarak tehdit gören Netanyahu’nun yükselen puanlarından nemalanmayı başarıyor diyebiliriz.
Bunların tabii esas nedenini Obama öncesi dönemde aramak lazımdır. Bush yönetimi ilk olarak BOP’la geldi. Sonra adı GOP oldu. Ve fakat askeri, siyasi, ekonomik, sosyal operasyon sadece Irak’la sınırlı kaldı. İran’a zaten yaptırım uygulanmaktaydı. Fakat Saddam rejiminin sona erdirilmesi ile ortaya bölgede hâkim olmaya aday bir İran çıktı. Trajik olarak İran’ın en önemli siyasi düşmanını ortadan kaldırdı (Saddam Rejimi) ve İran’ın önünü kendi elleriyle açtı.(Şii Hilali daha sonra popüler bir deyim haline gelecektir.(Lübnan-Basra-İran)) Bölgede bulunan Şii nüfus üzerinde edinilecek potansiyel nüfuzu, ABD yönetiminin görememesi gerçekten büyük bir hata. Veya Suriye’nin İran’a itilmesi de keza büyük bir hatadır. “Haydut Devlet” ilan etme alışkanlığı ABD’nin elini diplomatik olarak son derece zayıflatmaktadır. Bunu en son Türkiye’nin Suriye-İsrail diyaloguna “arabulucu” sıfatıyla sürülmesinde gördük. Suriye’yi İran’dan koparma görevi kısmen Türkiye’ye verildi bu süreçle. En nihayetinde İsrail’in başlattığı harekâtla beraber Suriye diyalogdan çekildiğini ilan etti.
Bu arada, Gazze müdahalesinde uygulanan şiddet ölçüsüyle Erdoğan’ın tepkisinin boyutu arasındaki doğru orantı, bu süreçte Erdoğanlı Türkiye’nin en azından “arabulucu” sıfatını taşımakta zorlanacağının işareti. Ortadoğu siyasetine “arabulucu” olarak girme hayalleri de bir süreliğine rafa kalkabilir. Arap devletlerinin ortalarda olmadığı bir dönemde Türkiye’nin tek başına (yaptırım olarak tek tepki Venezüela’dan gelmiştir. İsrail elçisini istenmeyen adam ilan edip sınır dışı etmiştir.(persona non grada)) tepki vermesi ve taraf olması, daha sonrasında da diğer devletleri tepki göstermeye davet etmesi aslında Ortadoğu’da içine düştüğü yalnızlığı kanıtlıyor gibi.
Burada belirtmek gerekiyor ki Türkiye’ye yeni dönemde önemli görevler düşüyor. Obama kendisinden beklenen yöntemlerle hareket ettiği takdirde Türkiye’nin Ortadoğu’ya özellikle ekonomik ve politik sektörler açısından iyiden iyiye angaje olduğunu görebileceğiz. İran’la da olası işbirlikleri geliştirilecektir. Fakat İsrail’in taraf olduğu bir süreçte Türkiye’nin arabulucu olabilmesi zorlaşmıştır.
Ortadoğu’nun evrilmesi yeni bir fikriyat değil. Ortadoğu’yu Dünya Sistemi’ne monte edecek olan bu süreç, sadece askeri ve ekonomik olarak düşünüldüğünde bölge insanının tepkisine sebep olacaktır. Bunun içinde teoride “liberal inter-dependence” olarak yer alan “liberal karşılıklı bağımlılık” Avrupa entegrasyonunda olduğu gibi Ortadoğu’ya da uygulanacaktır. Bölge devletlerinin ekonomilerinde tek tiplik çeşitlendirilmeye çalışılacak ve çağımızın gereklerine uygun bir insan prototipinin ortaya çıkmasına yardımcı olunacaktır. Bölgede gelişen süreçleri sadece “petrol” diyerek açıklamak yanlış olmaktadır. Bu sürecin askeri, sosyal, ekonomik, politik amaçları mevcuttur. Ki en önemli amacı da belki güvenliktir. Hem enerji güvenliğinden hem de terörizminden bahsediyorum. El-Kaide’nin Suudi topraklarında yeşerdiğini göz önünde bulunduralım. Zaten konumuzda da sıkça yer işgal eden Hizbullah-Hamas-Müslüman Kardeşler ve benzeri oluşumlar hem Ortadoğu merkezlidir hem de söz konusu askeri, politik, ekonomik, sosyal süreçlerin yeterince yerleşmemesinden beslenmektedir. Hizbullah Lübnan’da başlı başına bir devlettir, bu saydığımız süreçlerin her birinde faaldir. İşte bu durum da Batı düşününü rahatsız etmekte.
Obama’yla gelişecek yeni süreçte özellikle İran ve Suriye’yle geliştirilecek diyaloglar, Obama yönetiminin her fırsatta vurguladığı gibi diplomasiye inandığını kanıtlayacaktır. Bu durum “Haydut” ilan ediminin de son bulacağını bizlere gösteriyor. Obama’dan beklenen gerçekten çok fazla şey var. Bir şahısla ABD gibi sistemi yerleşmiş bir devletin politikalarının radikal değişimlere uğrayacağını düşünmek pek doğru değil fakat uygulanacak yöntemler açısından herkes Obama üzerinde büyük beklentilere sahip. Bir kere siyahi oluşu direkt olarak artı puan olarak hanesine yazılıyor. Bu çok önemli bir mesaj taşıyor. Siyahiler bildiğimiz gibi ABD’de oldu olası ezilmişlerdir. Şimdi bu ezilenlerden birinin iktidarda bulunması, Dünya ezilenlerini, empati kurulabilecek olmanın verdiği olasılıkla umutlandırmaktadır. Bush yönetiminin uzlaşmaz tutumu ve Dünyayı sadece siyah-beyaz olarak sığ bir şekilde algılaması, Dünya politiğini de olumsuz etkilemiştir, savaşlara sebebiyet vermiştir. Fakat Obama’nın geliştirdiği uzlaşmacı-söylem bu açıdan bakıldığında özellikle Ortadoğu ve Latin Amerika’da sevinçle karşılandı. Yalnız yapabileceklerini iyi okuyabilmek gerekiyor bu noktada. Diyalog üzerine yoğunlaşan bir “konferans diplomasisi” gerçekleştirilebilir bu aşamada.1991’de gerçekleştirilen Madrid Konferansı ve sonrasında gelişen barışçı süreç, Obama için önemli bir çıta oluşturmaktadır. Fakat dediğimiz gibi süreç sadece ABD yönetimiyle bağıntılı değildir. İsrail’de gerçekleşecek seçimlerde Netanyahu’nun veya Livni’nin başa geldiğini düşünelim. Her ikisi de böylesi bir barış sürecine pek olumlu bakmayacaklardır. Zaten seçim öncesinde Netanyahu’nun beyanatları ortada. Livni’yi de Barak ile beraber Gazze Savaşı’ndan sorumlu tutarsak ortada barış-hedefleyen bir lider kalmamaktadır. Bu da İsrail kamuoyunun da İran başta olmak üzere Hamas ve Hizbullah tarafından terörize edildiğini kanıtlamaktadır. ABD’nin böylesi bir durumda İsrail’in arkasında ki desteğini çekebileceğini kesinlikle söyleyemeyiz. Fakat Obama yönetimi kapalı kapılar ardında İsrail’e daha eleştirel bir tavır takınabilir. En azından Gazze Savaşı’nda olduğu gibi orantısız güç kullanımına mani olabilir, Hamas’la dolaylı yoldan diyalog kurabilir. Fakat burada da belirtmemiz gereken can alıcı bir nokta var. Hamas özellikle 2005’te İsrail’in yerleşimleri boşaltmaya ve işgali fiilen bitirmeye başladığında, bu durumu kendi lehine propaganda malzemesi olarak kullandı.2006’da ki seçimlerde önemli bir oy oranıyla seçimi kazanmasının en önemli nedeni budur. Hamas’ın bu gücü, Gazze’de yaşayan yaklaşık 1,5 milyon insan üzerinde maddi-manevi hissedilebilir ölçüdedir. Fakat Gazze Savaşı’ndan sonra ne olacak bu çok önemli bir soru. Ya Hamas’a karşı halk tabanından tepkiler yükselmeye başlayacak.(çünkü İsrail saldırılarını Gazze’den gerçekleştirilen füze saldırılarıyla meşrulaştırmaktadır.) Ya da İsrail’e karşı zaten var olan tepki daha da marjinal boyutlara ulaşacak ve işte o zaman belki de Gazze’de gerçekten bir sivil-militan ayrımı yapılamayacaktır ki bu İsrail adına daha ciddi bir güvenlik problemidir. ABD’nin Obama yönetimiyle bu noktada Bush yönetiminden ayrılacak olan başka bir ilkeyi de benimsemesi gerekmektedir. Bush döneminin “tek-taraflı eylem”liliği yeni dönemde “çok-taraflı eylem”liliğe evrilmesi beklenmelidir. Obama yönetiminin uluslararası kamuoyunu da yanına alarak sorunlara müdahil olması hem ABD’yi meşrulaştıracak hem de barış olasılığını kuvvetlendirecektir. Bu aşamada, BM’nin Brahimi Raporu ile yeniden-inşa sürecine girmesi ABD açısından ortaklık kurulabilecek bir uluslararası organizasyonu da şimdiden belirlemektedir. Fakat BM’nin işlevselliğine özellikle naif olunmalıdır. BM günümüzde uluslar arası politikaların meşruluk kazanabileceği yegâne ortak platformdur. BM’nin bu önemini, Obama ve yönetiminin gözeteceğini düşünmek aşırı bir iyimserlik olmasa gerek.
Ortadoğu’da sadece İsrail-Filistin Sorunu temelinde ABD’nin yeni yönetimiyle neler yapabileceğini tartışmaya çalıştık. Bir sonraki yazımızda eksik kalan noktalarımızı tamamlamayacağız. Bölge ülkelerinin politik konumlanmasını özellikle değerlendirmemiz gerekiyordu. Bunu da belirttiğimizi zannediyorum.
Son söz olarak ABD yeni yönetimiyle beraber hiç olmazsa yepyeni bir sayfa açmıştır. Bu durum, ABD kamuoyunun 7 senelik bir korku-şiddet sarmalından son derece bunaldığını göstermektedir. Ve yaptığı seçimle ABD’de tarih yazmıştır. ABD kendi “öteki”sini devlet başkanı ilan etmiştir. Demokrasinin almış olduğu bu vaziyet, J.F.Kennedy suikasti dolayısıyla sekteye uğrayan ABD demokrasisi, Obama’yla bir daha denenme şansı yakalamıştır. Umarız başarılı olacaktır. Fakat şunu bağırmamız gerekmekte belki. Özellikle Türkiye’de yerleşmiş bir zümrenin yüzüne… ABD Tanrı değildir. Ol dediği olmayabilir…
Ceyhun ÇİÇEKÇİ
Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi
Uluslararası İlişkiler Bölümü Araştırma Görevlisi