Orta Doğu, Hint Yarımadası’nın batısından başlayan Güney-Batı Asya’nın Kuzey Afrika ile kesişim alanı için kullanılmaktadır. Bölge konumunun verdiği stratejik önem ve üzerinde barındırdığı ülkelerin çeşitliliği nedeniyle birçok sorunla karşı karşıya kalmıştır.
Orta Doğu’da sorunlar ilk olarak bölgenin ismiyle vuku bulmuştur. Bölgede yaşayanların hiçbir ortak özelliğe sahip olmamasına rağmen bölgeye Orta Doğu denilmiştir. İlk kez 1902 yılında Amerikalıların ünlü deniz istihbaratçısı olarak bilinen Alfret Thayer MOHAN’ın “National Reviev” isimli dergide yayımlanan “The Persion Gulf and International Relations” başlıklı makalesinde yer alır. Mohan bu makalesinde Arap Yarımadası ve Hindistan arasındaki bölgeye Orta Doğu demiştir. Bölgenin stratejik önemini vurgulayan Mohan, “Birleşik Devletler’in güçlü olabilmesi için bu bölgenin kontrol altına alınması gerektiğini” savunuyordu. Mohan’dan sonra Angus Hamilton 1909 yılında Londra’da yayınladığı “Problems of the Middle East” adındaki kitabı ile kavramı Avrupa kıtasına taşıdı.
Aynı yıllarda Hindistan’da Kral Naibi olan Lord Curzon, ilk defa 1911’de Hindistan’a yakın yerleri ifade etmek için resmi konuşma ve belgelerde ‘Orta Doğu’ kavramını kullanarak yarı resmi bir nitelik kazandırdı. ‘Orta Doğu’, ‘Şark’, “Yakın Doğu” kavramları batı merkezli kavramlardır. Batı, Avrupa’yı dünyanın merkezi kabul ettiğinden dolayı dünyanın geriye kalan kısımlarını kendilerine olan mesafe farklılıklarıyla anlatmaktadır. 19. ve 20. yüzyıl sömürge imparatoru İngiltere’nin Sömürgeler Bakanlığı bünyesinde “Middle Eastern Department” adıyla bir idari teşkilatın oluşturulmasıyla beklenen resmiyet gerçekleşmiş oldu. Batı dünyası bu resmiyetin ardından Orta Doğu kavramını dar anlamda Türkiye, İran, Mezopotamya, Arap Yarımadası, Körfez Ülkeleri ve Mısır’ı içine alacak şekilde kullanmıştır.
Tarihi boyunca farklı medeniyetlerin egemenliği altına giren Orta Doğu birçok kültüre de ev sahipliği yapmıştır. Bu durum Orta Doğu’yu sentez bir bölge haline getirmiştir. Bu durum halkın yaşantısına da yansımıştır. Halk giyiminde Batı kültürünü yaygılaştırmıştır. Bu kimliği tanımlamak, kökeni göstermek ve aynı gruptakilerce tanınmak için önemlidir. Özellikle bölgede yaşayanların giyimlerine de bu farklılıklara rastlayabiliriz. Örneğin Arap ülkelerinde Batı tarzı şapkalar nadiren kullanılır. İran’da ise daha seyrek rastlanır, Türkiye’de ise pek çok türde şapka kullanıldığı düşünülürse Orta Doğu’da ki çeşitliliğe tanık oluruz.[1]İlk olarak askeri üniformalarda başlayan bu değişim hareketi Batı’nın etkisiyle günlük yaşantıda da Batı tarzı kıyafetlerin moda olmasına neden olmuştu. Batılılaşma ya da modernlik dediğimiz bu hareket saraylara kadar uzanmıştı. Örneğin Osmanlılar Avrupalı konuklarını sandalye ile ağırlamış fakat kendileri oturmamışlardı. Sultanlar giyimlerini Batılı giysi tarzına büründürmüşlerdi. Batılılardan biraz farklı olmak içinde kısmen kendi kültürlerini de yansıtan öğeleri kıyafetlerine yansıtmışlardı.[2]
Orta Doğu’da birden fazla dil kullanılmıştı. Zamanla yok olan bu diller artık sadece dinsel törenlerde kullanılıyordu. Orta Doğu’ya matbaa 1492’de İspanya’dan sürgün edilen İspanyol Musevileri tarafından getirilmiştir. Mısır’da Mehmet Ali Paşa ve Osmanlı’da Sultan II. Mahmut tarafından kurulan ilk yerel matbaada gazeteler Arapça basılıyordu. Modernleşmenin hız kesmeden ilerlediği Orta Doğu’da ilk radyo yayıncılığı Londra’dakinden üç yıl sonra 1925’te Türkiye’de başlamıştır. 1979 İran Devrimi, Ayetullah Humeyni’nin nutuklarının kasetlerle dağıtılması ve emirlerinin telefonla verilmesi özellikle dünya tarihinde yürütülen ilk devrimdir.
Orta Doğu sosyo-kültürel yapısıyla ilgi çektiği gibi ekonomik yapısıyla da fark yaratmaktadır. Orta Doğu ülkeleri bir bütün olarak dünya enerji kaynaklarında rezervler, üretim ve dış satım bakımından merkezi öneme sahiplerdir. Dünya petrol rezervlerinin yaklaşık olarak yarısına sahip olan bu bölgenin dünyanın en gelişmiş bölgeleri arasında sayılması gerekir. Fakat sosyal, siyasi ve askeri tarihinin yanı sıra ekonomide petrol ve doğal gaz rezervleri açısından zengin olan bölge ülkelerinin doğal kaynak bağımlılığı ve tipik gelişmiş ülke ekonomisinin sahip olduğu çok çeşit mal ve hizmet üretebilme yoksunluğu Orta Doğu’yu gelişmekte olan veya az gelişmiş bölge kategorisine itmektedir. Bölge ülkeleri arasında ortak özellik bulunmadığına daha önce değinmiştik. Bu durum ekonomik yapı ve gelişme, doğal kaynak zenginliği yanında iş gücünün miktarında ve niteliğinde de geçerlidir. Bu farklılaşmaya karşın bir bütün olarak değerlendirdiğimizde günümüzün temel enerji kaynakları olan petrol ve doğal gazın üretim ve ihracatına ve bunun karşılığında ihtiyaç duyduğu diğer mal ve hizmetlerin ithalatına dayalı olması gelişmekte olan ekonomik yapılar çerçevesine yerleştirilebilir. Bu durum da bölge ülkelerinin büyümelerine olanak tanımaktadır.[3]
Ekonominin bu denli gelişmeye müsait olması, enerji kaynaklarının bolluğu, birçok dinin birlikte yaşaması ve batının karşı koyulamaz etkisi savaşlarına kaçınılmaz hale getirmiştir. Bölge birçok devletin çıkar çatışmalarının ortasında kalmış adını da ‘sorunlu bölge’ olarak anılmasına neden olmuştur.
Orta Doğu’daki ülkelerinde var olan sorunlar daima gündeme bomba gibi düşmüştür. Bu ülkelerin başını çeken ve sürekli kınamalar alan ülke tartışmasız İsrail’dir. Peki İsrail nasıl bir ülkedir? Tarih sahnesine ne zaman çıkmıştır? Ve dünyaya neler yapmıştır? Bu soruları inceleyelim.
İsrail Devleti, Asya ve Afrika kıtalarının kesiştiği yerde bulunan bağımsızlığını 14 Mayıs 1948 yılında ilan etmiş bir devlettir. Coğrafi olarak Asya kıtasında bulunmaktadır. Batısında Akdeniz kuzeyinde Lübnan ve Suriye, doğusunda Ürdün, güneyi ise Mısır ve Kızıldeniz ile çevrilidir. İsrail, çoğunluğu ‘Yahudi’ olan tek devlettir. İsrail ‘Yahudilik’ inancını bütün dinlerden üstün tutar, kendilerini ayrıcalıklı bir ırk olarak kabul ederler. İsrail için ‘ulu haberci’ olarak kabul edilen Theodore Herze’ in ‘Yahudi Devleti’ hayali bütün İsrail halkına nüfuz etmiş böylece 1897’de Siyonizm için adımlar atılmaya başlanmıştı. Bu faaliyetler devletin ideolojisi haline gelmiş, ‘Araplara karşı ezilen Yahudilerin anavatanlarına dönmesi’ düşüncesiyle İsrail dünya sahnesine çıkmıştır.
İsrail’in aşırı Yahudi milliyetçiliği ve gözlerini kaplayan ‘Yahudi Devleti’ hayali ilk vurgun yedikleri yer olan Filistin’e karşı güçlenme çabalarıyla giderek artmıştır. Yahudilerin Filistin’e karşı saldırıları M.Ö. 1184 yılında Eriha’yı ele geçirerek başlamıştır. Daha sonra Filistin’in en parlak dönemini yaşatan Hz. Süleyman’ın M.Ö. 923 tarihinde ölümüyle krallık Juda ve İsrail olmak üzere ikiye ayrılmıştır. Filistin’de M.Ö. 722 yılında Romalılar tarafından yıkılan Yahudi Devleti’nin bağımsızlık saadeti çok sürmemiştir. Birçok ülkenin işgali sonucunda dünyanın dört bir yanına dağılan Yahudiler, sürgün yemenin verdiği büyük hırsla aralarındaki iletişimi hiç koparmamış ve M.S. 24 Haziran 0043 tarihinde Kudüs’ün gizli bir yerine ilk Siyonizm teşkilatını kurmuşlardır. Rusya’da 1881’de yaşanan ve bir kısım Yahudi’nin öldürülmesiyle sonuçlanan olaylar sonrasında 1882’de Leone Pinsker, Yahudileri Rusya’dan ayırmaya teşvik etmiştir. Horkov Üniversitesi öğrencilerinden bir grup Yahudi Filistin’de bir tarım kolonisi kurmaya karar vermişlerdi. Odesa ve Varşova’da bu hareketi para ile destekleyen cemiyetler kurulmuştur. 1884’de Katovice’de bir konferans yapılmıştı. Bu konferanstan sonra Siyonizm artık uygulanma devresine girmişti. Tanınmış birçok Yahudi zenginlerinin yardımı ile Filistin’de 1870–1896 yılları arasında on yedi tarım kolonisi kurulmuştu. Bu olaylar sırasında İsrail’in İstiklal Beyannamesi’nde kendisinden ‘ulu haberci’ olarak bahsedilen Budapeşteli Yahudi asıllı gazeteci Theodore Herze ‘Yahudilerin tüm dünyada ezildiği ve acı çektiği’ düşüncesinden hareketle ‘Yahudi Devleti’ adlı kitabını yayınlamıştı. Max Nordan adındaki bir doktor, Herzl’in baş yardımcısı olmuştu. 1897’de İsviçre’nin Basel kentinde Avrupa’nın her tarafından gelmiş 200 kadar delege ile Birinci Siyonist Kongresi toparlandı. Ve Herzl’in başkanlığını yaptığı bu kongre sonucunda ‘Filistin de Yahudiler için bir sığınma yeri kurulması’ kararlaştırıldı. Böylece Siyonizm, artık fikir değil siyasi bir hareket halini almıştı. 1901’de kurulan iki mali müessese; Milli Yahudi Fonu ve Yahudi Koloniyel Bankası, Siyonist Teşkilatı ile sıkı bir iş birliği yaptı. 1898’de Basel’de ikinci konferanslarını yapan Siyonistler artık 100.000 üyesi olan dünya siyasetinde yeri olan bir hareket haline geldi. Siyonist Liderler Araplara karşı olan bu tutumları desteklemesi için güçlü devletleri yanlarına almaya çalışıyorlardı. ‘Emniyet altına alınma’ düşüncesiyle 1901 ve 1902 yıllarında dönemin güçlü imparatorluğu olan Osmanlı’ya başvurdular. Theodore Herz, II. Abdülhamit ve sadrazam ile doğrudan doğruya yapılan temaslar ve büyük ikna çabaları Abdülhamit’in “Aziz vatanımızın toprakları para ile satılamaz. Ecdadımızın kanlarıyla elde edilmiş memleket parçalarını ancak aynı bedelle ve daha fazlasına verebiliriz…” sözleriyle sonuçsuz kalmıştı. Bunun üzerine Türklerin müttefiki olan Almanya ile görüşmelere başlamışlardı. Kral Wilhelm uzun bir süre Yahudilerin koruyucusu ve kurtarıcısı olsa da bir süre sonra bu durumun İslamiyet’le bağdaşmamasından dolayı bu tutumunu değiştirmiştir. Bundan da sonuç alamayan Herzl İngiltere’ye başvurmuş ve olumlu yanıt almıştı. İngilizler bu tarihlerde Sina Yarımadasındaki El-Ariş bölgesini Yahudilere vermeyi teklif ettiler. Fakat Herzl bunu kabul etmedi. 1903’de Herzl 4. Siyonist Kongresi’nde Britanya Koloniler Bakanlığı’nın Uganda’da bir bölgeyi Yahudiler Kolonizasyonu için teklif ettiğini, burada iç işlerinde kendilerine tam serbestlik verileceğini bildirdi. Bu durum onların düşüncelerine tamamen uysa da bu teklif üzerinde fazla durulmadı. 1904’de Babıali ile yeni temaslar yapıldığı sırada Herzl öldü. Siyonist faaliyetler biraz sekteye uğrasa da kaldığı yerden aynı hızda devam ediyordu. I. Dünya Savaşı sırasında gereken ortamı bulan Yahudiler, Filistin’e yerleşme girişimlerini hızlandırdılar. İngiliz Hükümeti’nin “Filistin’in Yahudilerin vatanı olacağı sözleri üzerine İngiltere Dışişleri Bakanı Arthur Balfour 1917’de Balfour Deklarasyonu’nu yayınladı. İngiltere’nin Amerikalıları savaşa sokabilmek için Amerika’daki Yahudilerin gönlünü almak ve Rusya’daki Yahudilerin Bolşevik olmalarına engel olmak için yayınladığı deklarasyon İsrail Devleti’nin kurulmasında çok önemli bir rol oynamıştır. 1922’de Son Remo Konferansı’nda Filistin’i resmen İngiliz mandasına veren Milletler Cemiyeti’nde bu deklarasyon onaylanmıştır. Yahudiler ilk iş olarak Filistin de İngiliz Yüksek Komiseri yanında Yahudi halkını temsil etmek üzere bir büro kurdu. Filistin’e yüksek sayıda Yahudi’nin göç etmesi ve Yahudiler tarafından bölgedeki toprak ağalarının daha fazla arazi satın alması yerel halkın bu durum karşısında topraksız kalması var olan huzursuzluğu körükledi. Bunlar beraberinde Yahudilere yapılan katliamları da getirdi. Kurbanlar çoğunlukla Siyonist olmayan Ortodoks Yahudilerdi. Bunu üzerine İngiltere Yahudi göçüne kısıtlamalar getirdi. Hitler’in 1933 yılında Almanya’da iktidara gelmesinin ardından 1935 yılında kabul edilen Nümberg Yasaları Almanya Yahudilerini kitleler halinde öldürmesiyle göç yeniden şiddetlendi. Diğer taraftan Filistin’deki Yahudiler kendilerini doğrudan doğruya korumak için ‘Haganah’ adında askeri bir teşkilat kurdular. Haganah İngilizlere karşı bir tutum izlemiş ve hükümet binalarına, karakollara hücum etmişlerdi. Haganah Kudüs’te İngiliz idarecilerin oturduğu King David Oteli’ni de tahrip etmişlerdi. 1947’de sıkı yönetim ilan edildi ve Yahudi faaliyetlerine karşı önemli tedbirler alındı. Bu sırada devam etmekte olan Hitler rejiminin Yahudilere karşı uyguladığı siyaset, bütün dünyada Siyonizm’e karşı bir sempati uyandırdı. Bir İngiliz Amerikan araştırma komisyonu Yahudilere sınırlı olmakla beraber, yeniden serbestçe göç etme müsaadesi sağladılar. Buna şiddetle karşı çıkan Arap dünyası karşısında İngiliz Hükümeti Peel Komisyonu’nu kurdu. Komisyon iki devletli bir çözüm ve halkların zorunlu transferi yönünde bir çağrıda bulundu. Bu planın sonuç vermemesi üzerine 1947’de İngilizlerin Londra’da düzenlemek istedikleri bir yuvarlak masa toplantısına Araplar katılmadı. Böylece ‘Bevin Planı’ da reddedilerek mesele çıkmaza girdi. Bu çıkmazdan kurtulmak için Birleşmiş Milletlere başvuruldu. Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri ile yapılan müzakerelerden sonra, Nisan 1947’de BM Genel Asamblesi meseleyi ele aldı. Ortaya sürülen fikirlerden sonra 10 delegeden oluşan bir komisyon kuruldu. ‘Birleşmiş Milletler Filistin Meselesi Özel Komisyonu’ Mayıs 1947’de Lake Success’de çalışmalara başladı ve ağustosta raporunu verdi. İki plan öne sürülmüştü.
1. İktisadi iş birliği halinde Filistin’de biri Arap diğeri Yahudi olmak üzere iki bağımsız devlet yaratmak,
2. Federal devletler teşkil etmek
ABD ve Sovyetler Birliği iktisadi birlik halinde bağımsız devlet kurulması halinde taksim planını desteklediler. Fakat taraflar bu taksimde aynı fikirde değillerdi. Çünkü Araplar bunu istemiyorlardı. Komisyon uzun bir çalışmadan sonra, Filistin’de iki bağımsız devlet kurulmasını ve aynı zamanda Kudüs ve civarının milletler arası serbest bir bölge haline getirilmesini ve bu şartlar altında da manda idaresinin de, mümkün olduğunca süratle, sona ermesini tavsiye ettiler. Bu işleri yerinde hazırlamak ve idare etmek içinde ayrıca beş üyelik bir komisyon kuruldu. Bu kararla Asamble tarafından çoğunlukla kabul edildi. Nihayet bir Yahudi Devleti’nin kurulması kararı Arap dünyasında çok büyük tepkilere yol açtı
1948’de Britanya askerlerinin çekilmesi sırasında 14 Mayıs 1948’de David Ben Gurion Tel- Aviv’de “… Etrafımızı çevreleyen bütün devletlerle ve onların halkına sulh ve iyi komşuluk elimizi uzatıyoruz ve kendilerini kendi yurdunda bağımsız bir Yahudi milleti ile karşılıklı yardımlaşma iş birliğine davet ediyoruz. İsrail Devleti bütün Orta Doğu’nun ilerlemesi için elbirliği ile yapılacak gayretle kendi payına düşeni katmaya hazırdır. Dış dünya Yahudilerini, göç etmeye ve yurdun inşasında bize katılmaya, binlerce yıllık dileğimiz olan İsrail’i ihya gayretlerimizde sağ elimiz olmaya davet ediyoruz. İsrail kudretine olan sarsılmaz imanımızla, bu beyanname muhtevasını, Muvakkat Devlet Konseyi’nin ana vatan toprağında, Tel–Aviv şehrinde, bu cumartesi arifesinde 5708 yılı Iyar’ının beşinci, 1948 yılı mayısının on dördüncü gününde akdettiği bu oturumda kabul ettik.[4]” sözleriyle kuruluşunu ilan etmiştir. Bu kuruluş birçok devlet tarafından hemen tanınmıştır. Fakat Araplar yeni devlete karşı derhal askeri harekata geçtiler ve beş komşu (Mısır, Ürdün, Suriye, Lübnan, Irak) Arap Devleti İsrail’e karşı savaş açtı. Araplar esasen daha 1947 den beri bu savaş için hazırlıklıydı ve bir kumanda altında yerlerini almışlardı. Mısır uçakları Tel Aviv’i devamlı olarak bombaladı. Motorize bir Mısır Birliği Necef’ i işgal etti. Kral Abdullah, Filistin’de silahsız Arapları katliamdan kurtarmak üzere müdahale etmeye mecbur olduğunu bildirdi. Suriye, Lübnan ve Irak kuvvetleri de kuzeyden sınırı aştılar. Fakat Yahudiler gelen bütün saldırılara karşı koydular. BM bir arabulucu tayin ederek müdahaleye karar verdi. 20 Mayıs 1948’de İsveç Kızılhaç Başkanı Kont Bernadotte arabuluculuğu kabul etti. 22 Mayıs’ta Güvenlik Konseyi ateşkes kararını aldı ve 29 Mayıs’ta dört haftalık bir müzakere sağlandı. Fakat bu tedbirlerde netice vermedi. Tedriçciler 17 Eylül’de Kont Bernadotte’u Kudüs’de öldürdüler. Ekimde Necef’te Mısır–İsrail Savaşı şiddetlendi. Fakat aynı ayın sonunda iki taraf da ateş kesmeye razı oldu. Bernadotte’nin arabuluculuğu olan Ralph Bunche’in çalışmaları ile mütakereye karar verildi. 1949’un ilk aylarında İsrail ve komşu Arap Devletleri (Irak hariç) arasında iki taraflı müzakereler imzalandı. Ve günümüz sınırları belirlendi. Arap Devletleri bu durumdan memnun değillerdi. Çünkü Filistin hala İsrail’in elindeydi. Savaşın sona ermesinin ardından Mısır, Süveyş Kanalı’nı millileştirdiğini açıkladı. Kanalın millileştirilmesinden dolayı ekonomik kayba uğrayan İngiltere ve Fransa İsrail ile anlaştılar. Plana göre İsrail Mısır’a saldıracak, bunu bahane eden İngiltere ve Fransa kanal bölgesine müdahalede bulunacaktı. 1956 yılı Ekim ayında İsrail, Sina Yarımadası’nı işgale başladı. İngiltere ve Fransa’nın verdiği ültimatom Mısır tarafından reddedilince iki batılı devlet Mısır’a hava saldırısına başladı. Ancak savaşı durdurmak için Sovyetler Birliği ve ABD birlikte harekete geçince krizin daha fazla büyümesi engellendi. 1956 savaşı, Mısır’ın ve lideri Nasır’ın prestijinin artması ve görüşlerinin Arap Dünyası’nda daha popüler hale gelmesi sonucunu doğurdu. Fakat bu savaşlar Filistinlilerin emellerine ulaşmalarına yetmemişti. 1948 ve 1956 savaşlarında Arapların İsraillileri dize getirememeleri, Filistinlileri de mücadelelerinde yeni stratejiler izlemeye sevk etti. Bu tarihe kadar, Filistin mücadelesi Arap önderliğinde yürütülüyordu. Ancak son 8 yılda yapılan iki Arap- İsrail Savaşı’nın olumlu sonuç vermemesi, 1958 yılında Cezayir’in Cezayir halkına dayanan bağımsızlık mücadelesi ve başarısı gibi çeşitli faktörler Filistinlileri bir Arap birliğine dayanmaktan ziyade silahlı bir Filistin mücadelesi stratejisine yanaştırdı. Ancak 1967 yılında ortaya çıkan “Altı Gün Savaşları” olarak bilinen üçüncü Arap–İsrail savaşının da yenilgiyle sonuçlanması Filistinlileri yeni bir gerileme noktasına getirdi. Araplar bu sırada yeni bir savaşa daha girmiş ve bu savaştan da eli boş ayrılmıştı. Bu durum Filistinliler arasında, Arap dünyasına olan güveni sarsmıştı. Savaş sonrası kendi örgütlerini kurmuş ve El-Fetih’in yetki ve otoritesini bu yeni örgütlerle paylaşılması zorunluluğunu ortaya koydu. 1969 yılında toplanan Filistin Ulusal Konseyi’nde El-Fetih kanadı etkisini eskiye nazaran daha fazla hissettirdi ve çeşitli örgütleri bünyesinde toplayan Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) El-Fetih’in başkanlığını yapan Yasser Arafat’ı, FKÖ Yürütme Komitesi Başkanlığına seçti. Örgütlenme içerisinde bütün Filistinlilerin temsil edildiği Filistin Ulusal Konseyi bir nevi meclis, FKÖ Yürütme Komitesi ise bir nevi hükümet fonksiyonu kazandı. FKÖ’ye bağlı Filistin Kurtuluş Ordusu ise askeri kanadını oluşturmaktaydı. Örgüt içerisinde eğilim ve ideolojilere mensup Filistinlilerde temsil edilmekteydi. Filistin içindeki örgütlenme gitgide gelişmeye uluslararası forumlarda seslerini fazlaca duyurmaya başladı. 1969 yılında BM Genel Kurulu, Filistinlilerin haklarını resmen tanıyan bir kararı kabul etti. Karar, Filistinlilerin vazgeçilmez haklarını teyit ederek bu hakların kendilerine verilmemesi neticesinde mülteci sorununun da ağırlaştığını ifade ediyor, İsrail’in işgal altındaki topraklarda yürütüldüğü politikalara son vermesini ve Güvenlik Konseyine, evvelce aldığı kararların uygulanması gereken tedbirlerin alınmasını öneriyordu.
FKÖ çalışmalarına ivme kazandırmış Filistin 1970 yılında BM Genel Kurulunda alınan bir kararla “self-determination” hakkıyla bölgedeki kalıcı çözüm için haklarına saygı gösterilmesine vurgu yapmış böylece Filistinliler Birleşmiş Milletler’de temsil edilme imkanına kavuşmuşlardı. 1979 yılında Mısır–İsrail uzlaşması için barış antlaşmaları imzalanıyordu. Bu süreç 1982 yılına kadar devam ederken 1982’nin haziran ayında İsrail ’in Lübnan işgali vukuu buldu. İsrail’in Lübnan işgali Filistinlilerin askeri gücünün Lübnan’ da kırılması ve FKÖ lideri Arafat da dahil olmak üzere 8 bin civarında Filistin gerillasının ülkeyi terk etmesi ile sonuçlandı. İsrail’in Lübnan işgali, Lübnan’daki Filistin askeri hareketine inen büyük bir darbe olmuştu. Orta Doğu sorununun genel bir çözümü amacıyla 1982 yılında ABD Başkanı Reagan, batı yakasında yaşayan Filistinliler ile Ürdün arasında federasyonu öngören bir tasarı ortaya attı. Ancak, Reagan planına Suriye ve FKÖ içindeki radikal guruplar hemen tepki gösterdiler. Suriye’nin Orta Doğu sorununun çözümünde kilit ülkelerden birisi durumuna gelmesi ve Filistin hareketini belirli ölçüde kontrolünde bulundurma politikası FKÖ içindeki ılımlı Arafat kanadı ile Suriye yanlısı radikalleri karşı karşıya getirdi. İhtilaf giderek büyüdü ve 1983 haziranında Arafat, Şam’da Hafız Esad tarafından ‘istenmeyen kişi’ ilan edilerek Suriye’yi terk etmeye zorlandı. Giderek büyüyen gerilim aynı yılın sonuna kadar sürecek olan Suriye ve Arafat yanlısı Filistinliler arasında top ve roketlerin kullanıldığı silahlı çatışmalara kadar tırmandı. Suriye’nin muhalefetine rağmen Orta Doğu’da barış için Reagan planı doğrultusunda sürdürülen çabalar yoğunlaştı. Arafat, Ürdün ve Mısır gibi ılımlı Arap ülkelerine daha fazla yaklaşmaya başladı. Ürdün Kralı beyanatlarında ‘Filistinlilerin bir an önce İsrail ile uzlaşmaya gitmeleri gerektiğini aksi takdirde kısa süre sonra, İsrail’in batı yakası ve Gazze’de artan yerleşim merkezleri nedeniyle bölgelerdeki nüfus yapısında görülecek değişikliklerin soruna bir çözüm bulunmasını daha da zorlaştıracağını’ ifade ediyordu. FKÖ içindeki bölünme ve görüş ayrılılarını gidermek amacıyla örgüt içinde sürdürülen temaslar 13 Temmuz 1984 tarihinde imzalanan ve Aden Antlaşması diye bilinen bir uzlaşma ile sonuçlandı. ‘Filistin’in Kurtuluşu İçin Halk Cephesi’, ‘Filistin’in Kurtuluşu İçin Demokratik Cephe’, ‘Filistin Kurtuluş Cephesi’ ve ‘Filistin Komünist Partisinden’ oluşan Filistin Demokratik İttifakı ile Arafat’a bağlı ılımlı kanatlar arasında varılan bu antlaşmada, Ürdün’ün, Filistin halkını temsil edemeyeceği, Filistinlilerin her türlü forumda sadece FKÖ tarafından temsil edilmesi gerektiği belirtilerek Arafat’ın yetkilerine bazı sınırlar getiriliyordu. Bu antlaşma ile FKÖ içindeki guruplar, Ürdün’e kendi adlarına herhangi bir girişim veya müzakere yetkisi vermek istemediklerini ortaya koymuşlardı. Aden Antlaşmasının akabinde Filistin Ulusal Konseyi toplandı. Ortaya çıkan çeşitli anlaşmazlıklar nedeniyle Arafat önce istifa ettiğini açıkladı. Ancak,çoğunluğun kendisine destek göstermesi sonucu istifasını geri alarak 29 Kasım 1984 tarihinde yeniden liderliğe seçildi. Konseyde, liderliğini çoğunluğun desteğiyle muhafaza eden Arafat, Kral Hüseyin ile yeniden temaslara başladı. İki lider, 11 Şubat 1985 tarihinde, Amman’da Orta Doğu’da barış amacıyla bir antlaşma imzaladıklarını açıkladılar. Antlaşmada, FKÖ’nün Filistinlilerin tek meşru temsilcisi olduğu teyit edilerek, İsrail’in 1967 savaşında işgal ettiği topraklardan çekilmesi çağrısında bulunuluyor ve bu topraklarda Filistinliler ile Ürdün arasında bir konfederasyon kurulmasının öngörüldüğü açıklanıyordu. Barış görüşmelerine, FKÖ ile Ürdün’ün ortak bir heyet halinde iştiraki ve Orta Doğu konusunun büyük devletlerin de katıldığı uluslararası bir konferansta ele alınması gibi hususlar da Arafat-Hüseyin antlaşmasının önemli maddeleri arasındaydı.1983 yılında yapılan Hüseyin-Arafat görüşmelerinin, FKÖ’nün radikal kanadının muhalefeti nedeniyle sonuçsuz kalmasına karşılık 1985 Şubatında sürdürülen temasların bir antlaşma ile neticelenmesi, FKÖ’nün daha ılımlı bir stratejiye yaklaştığı şeklinde yorumlandı. Hatta, bazı Ürdünlü yetkililer, yaptıkları açıklamalarda, FKÖ’nün 242 sayılı Güvenlik Konseyi kararını tanıyabileceği yönünde beyanatlarda bulundular. 1985 yılına erişildiğinde, son 37 yılda 4 Arap-İsrail savaşına ve İsrail’in iki kez Lübnan’ı işgaline yol açan Filistin sorununun henüz çözümlenmediği görülüyordu. Filistinliler, askeri bir hareketle İsrail’i ortadan kaldırmayı ve savaşlarda kaybedilen toprakları geri almayı başaramamışlardı. Küçük bir ülke olmasına rağmen İsrail, ileri teknolojiye sahip askeri kuvvetleri bölgede askeri bir üstünlük kurmuş ve BM’nin “bölünme planı” ile kendisine verilenin de ötesinde Filistin toprağı elde etmiş hatta Suriye’nin stratejik Golan Tepelerini dahi 1981 yılında ülkesine ilhak etmişti. 1979 İsrail-Mısır Barış Antlaşması ile Mısır, komşusu ile savaş haline son vermişti. Ürdün Kralı Hüseyin soruna müzakereler ile çözüm bulma yöntemini tercih ederek ABD ile temaslarını arttırmıştı. Bu yaklaşım, açıkça belirtilmeksizin Suudi Arabistan, Kuveyt, Birleşik Arap Emirlikleri gibi ılımlı Arap ülkeleri tarafında sempati ile karşılanıyordu. Ürdün FKÖ yakınlaşmasına açıkça cephe alan ülke ise Suriye idi. Orta Doğu sorununun çözümünde kilit ülkelerden birisi olan ve Filistin sorununda da Arafat’a açıkça cephe alarak radikal kanatları destekleyen Suriye, bir müzakere süreci başlatılma eğilimlerini sert bir dille eleştiriyordu. 1984 yılında yapılan Filistin Ulusal Konseyi toplantısından sonra, FKÖ içerisindeki ılımlı kanat taraftarlarının arttığı yönünde izlenimler vardı. Ancak, İsrail ile bir ortak Ürdün-Filistin heyetinin bir araya gelmesi konusunda, önemli siyasi engellerin olduğu bir gerçekti. İsrail ve ABD FKÖ’nün öncelikle 242 sayılı BM kararını, dolayısıyla İsrail’i ve İsrail’in var olma hakkını talep ederken FKÖ, öncelikle ABD’nin kendisini tanımasında ısrar ediyordu.
Bugüne kadarki Filistin askeri stratejisinin olumlu bir sonuç vermemesi ve Lübnan’daki Filistin askeri varlığının iyice zayıflaması hatta giderek güçlenen Şiilerin güney Lübnan’daki hakimiyetlerinin giderek artması, Filistinlileri sorunun çözümünde askeri stratejilerden ziyade görüşmelere dayanan bir yola doğru götürdüğü görülüyordu. Bu yönde başlayıp gelişen eğilim, Hüseyin-Arafat Anlaşması ile sonuçlanmış, sıra şimdi atılacak adımların ne olduğunu tespite gelmişti. Ürdün Kralı Hüseyin müzakere süreci konusunda temaslarda bulunmak üzere, 28-30 Mayıs 1985 tarihlerinde Washington’a bir ziyarette bulundu. Hüseyin, ABD Yönetimi ile temaslarında, aşağıdaki hususları dile getirdi. Ürdün ve FKÖ, BM 242 ve 338 sayılı kararları çerçevesinde İsrail ile müzakereler yapmaya isteklidir. Müzakerelerin, ortak bir Ürdün-FKÖ heyeti tarafından yürütülmesi gereklidir. Filistinlilere “self-determination” hakkı verilmeli ve bir Ürdün-Filistin konfederasyonu kurulmalıdır. Konfederasyonda dışişleri ve savunma konuları Ürdün tarafından yürütülmelidir. Bu görüşler ABD tarafından olumlu bir gelişme olarak nitelendirilmişti. Ancak Başkan Reagan, müzakerelerin İsrail ile doğrudan yürütülmesi gerektiğini vurgulayarak, FKÖ’nün Güvenlik Konseyi kararlarını tanığını açıkça beyan etmesine değin Örgüt ile hiçbir temasta bulunmayacağını açıkladı. Görüşmeler sırasında Kral Hüseyin’in, sorunun uluslararası bir konferansta ele alınması fikri de ABD tarafından kabul edilmedi. Kral Hüseyin ile Başkan Reagan arasında tam bir görüş birliği sağlanamamasına rağmen, Ürdün Kralı’nın Washington’u ziyareti, Ürdün-Filistin heyetinin oluşumu ve müzakere süreci konusunda tarafların görüş alış verişinde bulunması ve fikirlerini açıklamaları yönüyle faydalı oldu. Daha sonraki aşamalarda Washington’da, bir Ürdün-Filistin ortak heyetinin FKÖ mensubu içermemesi koşuluyla ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı Richard Murphy başkanlığında bir heyet ile görüşmelerde bulunması yönünde eğilimler kuvvet kazandı. Yine Washington siyasi çevrelerinde, ABD’nin Filistinlilerin “self-determination” hakkını tanıması karşılığında, FKÖ’nün de 242 sayılı kararı ve İsrail’in var olma hakkını tanımasının söz konusu olabileceği yönündeki görüşler arttı. İsrail Başbakanı Peres Haziran ayında yaptığı bir konuşmasında, İsrail, Ürdün ve FKÖ temsilcisi olmayan bir Filistin heyeti ile doğrudan barış görüşmeleri yapılması, Filistinlilerin İsrail’in işgali altındaki yörelerdeki Filistinlilerden seçilecek kişilerce temsil edilmesi ve böyle bir sürecin BM Güvenlik Konseyi daimi üyelerince desteklenmesi çağrısında bulundu. Böylece 1985 yılının sonuna doğru yaklaşıldıkça, ABD, Ürdün, İsrail ve FKÖ’nün ortak bir nokta olarak Orta Doğu’da bir barış için müzakere eğiliminde oldukları gözleniyordu. Ancak taraflar arasında gerek Ürdün-Filistin heyetinin yapısı ve bileşimi gerek müzakerelerin hangi şartlarda ve taraflarca hangi koşulların yerine getirilmesi halinde yapılması gibi konulardaki önemli görüş ayrılıkları henüz giderilememişti. İsrail ve ABD, FKÖ’nün BM kararlarını ve İsrail’i öncelikle tanıması şartını ileri sürerek Filistinlilerin batı yakası ve Gazze’ de yaşayan Filistinlilerce müzakere heyetinde temsil edilmelerini istiyordu. Buna karşılık FKÖ ABD’nin Örgütü tanımasını ve Filistinlilerin sadece FKÖ tarafında temsil edilmesi görüşünü savunuyordu.
1 Ekim 1985 tarihinde İsrail jetleri Tunus’ta bulunan Arafat’ın ikamet ettiği FKÖ karargahını bombardıman ederek bina ve çevresinde bulunan 50 kişinin ölümüne neden oldular. Olaylardan sonra bir açıklama yapan İsrail Hükümeti, 25 Eylül tarihinde Kıbrıs’ta bir yatta öldürülen 3 İsraillinin intikamının alındığını ilan etti. Bağımsız bir ülkenin hava sahasında ve egemenlik haklarının da ihlali niteliğinde olan bu olay bütün dünyada tepki ile karşılandı. Saldırıdan sonra toplanan BM Güvenlik Konseyi ABD’nin çekimser kalması ve diğer üyelerinin olumlu oylarıyla İsrail’i kınayan bir karar aldı. İsrail Başbakanı Perez, Ekim ayında BM’de yaptığı bir konuşmada, İsrail’in Ürdün ve diğer Arap ülkeleriyle 40 yıldır devam eden savaş haline son vererek barış görüşmeleri yapmaya hazır ve niyetli olduğunu söyledi. Ancak, Tunus’taki FKÖ Merkezine yapılan İsrail bombardımanını unutmayan Filistinli komandolar bu kez Ekim ayında İtalya’ya ait “Achille Lauro” isimli yolcu gemisini kaçırarak yolcuları rehin aldılar. Yolcular arasında buluna Musevi asıllı bir ABD vatandaşı teröristler tarafından öldürüldü. Mısır sahillerine getirilerek burada konaklayan geminin yolcuları Mısır Devlet Başkanı Mübarek’in arabuluculuk girişimleri sonucu serbest bırakılırken korsanların da özel bir Mısır uçağı ile Tunus’a gönderilmeleri kararlaştırıldı. Ancak, korsanları götüren uçak Akdeniz üzerinde Amerikan F-14 jetleri tarafından çevrilerek Sicilya adasına zorunlu iniş yaptırıldı. Korsanlar İtalyan askerleri tarafından gözaltına alındılar.Filistinli gerillalar bu eylemden sonra 27 Aralık 1985 tarihinde Roma ve Viyana havaalanlarındaki İsrail Havayolları bürolarına karşı silahlı saldırılarda bulundular. Saldırı, çeşitli ülkeler vatandaşı yaklaşık 15 kişini ölümüne, yüzlerce insanın yaralanmasına yol açtı. Bir basın ajansına telefon eden bir şahıs olayın Abu Nidal taraftarlarınca yapıldığını söyledi. FKÖ lideri Arafat, bu gelişmelerden sonra yaptığı açıklamalarında, son Filistin terör eylemlerinden FKÖ’nün sorumlu olmadığını, Roma ve Viyana baskınlarının 10 yıldır kendisine muhalif ve Libya ile Suriye’ye yakın olarak bilinen Abu Nidal grubu tarafından yapıldığını ve bu tür eylemlerin Orta Doğu’da barış sürecinin gelişmesini istemeyenler tarafında gerçekleştirildiğini ifade ediyordu. Arafat, İsrail’in işgali altındaki Filistin toprakları dışında terör eylemlerinde terör eylemlerinde bulunmamayı, FKÖ’nün politika olarak belirlediğini, Ürdün Kralı Hüseyin ile yaptığı 11 Şubat Anlaşması’nın yürürlükte olduğunu ve Orta Doğu sorununun barışçı bir çözümüne hazır olduklarını ilan ediyordu. 1986 yılına erişildiğinde Orta Doğu sorununun genel çözümü için Filistinliler, Arap dünyası ve diğer ilgili taraflar arasında görülen derin görüş ayrılıkları, bölgede 40 yıldır devam eden bunalım ve savaş halini kalıcı bir çözüme kavuşturulmasının kolay olmadığını ve sabırlı bir mücadeleye gerek bulunduğunu gösteriyordu. 1987’de Orta Doğu’da etkinliğini arttıran Sovyetler Birliği, F.K.Ö.’nün Arafat önderliğinde yeniden birleşmesinde önemli rol oynadı. 20 Nisan’da Cezayir’de yapılan Filistin Ulusal Konseyi toplantısında, Arafat’ın 1985’te Kral Hüseyin’le vardığı mutabakatı feshetmesi üzerine örgüt içinde birlik yeniden sağlandı. İsrail’de ve işgal altındaki topraklarda yaşayan 2 milyon Arap arasındaki huzursuzluk 1987’nin son günlerinde genel bir ayaklanmaya dönüştü. İsrail ordusunun kullandığı dayak ve işkence yöntemlerinin yanı sıra Mayıs 1988’e değin 200’e yakın sivilin öldürülmesi Filistin halkıyla geniş bir uluslararası dayanışmaya yol açarken İsrail hükümeti ile kamuoyunda da ciddi görüş ayrılıkları doğurdu. Filistin Ulusal Konseyi Kasım 1988’de İsrail işgali altındaki Batı Şeria ile Gazze Şeridi’ni kapsayacak bağımsız bir Filistin devletinin kurulduğunu ilan etti. Başkentinin Kudüs olması öngörülen bu yeni devletin başkanlığına 1989’da FKÖ lideri Yasser Arafat seçildi. Ekim 1991’de İspanya’nın başkenti Madrid’de başlayıp Moskova ve Washington’da sürdürülen Orta Doğu Barış Konferansı’nda Filistin sorununa öncelik verildi. Eylül 1993’te FKÖ ile İsrail arasında imzalana anlaşma ile Gazze Şeridi ile Batı Şeridi Eriha kentine özerklik tanındı
Filistin’in bağımsız olması İsrail’i daha da hırslandırmış ve günümüze kadar gelen savaşlarında önünü kesememişti. Birçok kanlı hadisenin yaşandığı bu topraklarda tüm dünyanın tüylerini ürperten bir olayla Gazze Savaşıyla devam ediyordu.
Kod adı Dökme Kurşun Harekatı olan Gazze Savaşı, İsrail Savunma Kuvvetleri’nin Işık Bayramı’nın devam ettiği 27 Aralık 2008 tarihinde yerel saatle 09.30 sıralarında Hamas’ın İsrailli sivillere ve askeri birimlere karşı kassa roketli saldırılar yaptığı gerekçesiyle başlamıştı. Savaş başladığı 19 Haziran’da Mısırın arabuluculuğu ile 6 aylık bir ateşkes ilan edilmişti. Fakat 24 Haziran’da İsrail bir İslami Cihad komutanını öldürdü. Aynı gün İsrail’ e üç adet Kassam roketi atıldı, 2 kişi yaralanmıştı. 26 Haziran’da El Fetih İsrail’e roketler gönderdi. Aynı gün Hamas İsrail’in Gazze şeridindeki sınır kapılarını açmamasını ateşkesin ihlali olarak nitelendirdi.bu nitelendirmenin ardından Gazze şeridinden İsrail’e her ay çok sayıda roket ve havan topu atışı devam etti, ancak ne İslami Cihad ne El Fetih, ne de Hamas bu atışların sorumluluğunu üstlenmedi. 4 Kasım’da İsrail askerleri Gazze şeridine operasyon düzenleyip 6 Hamas üyesini öldürdüler. Operasyonun sebebinin sınırın altında kazılan, İsrail karakolunu basıp askerleri rehin almayı hedefleyen bir tünel olduğu söylendi.13 Aralık’ta İsrail, Hamas’ın da onayıyla ateşkesin devam etmesini istediğini açıkladı. Ancak daha önce açıklamalarında da ateşkesin devam etmesini Filistin halkının istemediğini söyleyen Hamas, 20 Aralık’ta İsrail sınırı açmadığı için ateşkesi sürdürmeyeceklerini belirterek sınırının açılmaması, dolayısıyla sadece insani yardımların ulaşması olduğunu belirtti.İsrail, Hamas’ın roket ve havan atışları ile silah kaçakçılığının durdurulması halinde sınırı açacağını belirtti. Hamas’ın razı gelmemesi üzerine Gazze ablukası devam etti. 23 Aralık’ta İsrail ordusu Gazze sınırına patlayıcı yerleştirmeye çalışan üç Filistinliyi öldürdü.24 Aralık’ta 24 saat içinde İsrail’e 700’den fazla roket düştü. Negev’e 60’tan fazla Katyuşa ve Kassam roketi ile havan mermisi isabet etti. Hamas İsrail hedeflerine 87 roket ve havan mermisi attığını açıkladı. İsrail ordusuna operasyon izni çıktı. 26 Aralık’ta İsrail, Gazze şeridinin beş geçiş kapısını insani yardımlar için açtı. Kapılardan 100 kamyon tahıl, insani yardım ve diğer mallar Gazze’ ye taşındı. Ayrıca Gazze’deki elektrik santralinin yakıt vanaları açıldı. Bu hamleye rağmen Gazze şeridinden bir düzine civarı roket ve havan mermisi ateşlendi. İsrail, kapıları açmasına rağmen Hamas’ın davranışına göre operasyon yapıp yapmayacağını 28 Aralık’ta açıklayacağını bildirdi. İsrail Ordusu, 28 Aralık 2008 tarihinde 60 savaş uçağı ve helikopterlerle Gazze Şeridi’ne 100 tonun üzerinde bomba yağdırdı. Hedefler arasında silah depoları ve askeri kamplar vardı. Sivil halk başta olmak üzere 505 insan ölürken, 2500den fazla kişi de yaralandı. İsrail Ordusu, hava harekatının yanı sıra karadan da saldırmak için 6500 yedek askeri silah altına çağırdı. Hava saldırılarından kaçmak isteyen Filistinliler Mısır Devleti sınırından geçmek isterken Mısırlı askerlerin ateş açması sebebiyle geri püskürttüler. 29 Aralık 2008 gününde Hamas İsrail’e 40 roket atarken İsrailli üst düzey devlet yetkilileri ile kendilerine karşı tavır alan bazı Arap liderleri suikastle tehdit etti. Gazze Şeridi’nde bu hava harekatından sonra elektrikler kesildi. Gazze’deki hastanelerde yüzlerce yaralı sivil ve Filistinliler cep telefonu ışıkları altında ameliyat edildi. 1 Ocak 2009 tarihinde Hamas’ın önde gelen liderlerinden Nizar Rayan bir saldırıda öldü. 3 Ocak 2009’da akşam saatlerinde İsrail Ordusu 3 noktadan Gazze’ye karadan girdi. 7 Ocak 2009’da İsrail topçuları BM’ye ait bir okulu bombalayarak çoğu çocuk kırk kadar sivilin ölüme neden oldu. Böylece BM kaynaklarına göre sivil ölümlerin sayısı beş yüzü aşmış oldu. İsrailli Milletvekili Avigdor Lieberman, Gazze saldırısının bir sonuca ulaşamayacağını belirterek, en kısa yoldan Amerika’nın II. Dünya Savaşı’nda Japonya’ya yaptığı gibi Gazze’ye bir atom bombası atılmasını istedi. Bu istek reddedilirken İsrail beyaz fosforlu silahlarını kullanmayı ihmal etmedi. İsrail 18 Ocak 2009 Pazar günü yerel saatle 02.00’de tek yanlı olarak ateşkes ilan etti. 22 gün süren bombardıman sonucunda Gazze şeridine üçte biri çocuk olmak üzere 1300 Filistinli hayatını kaybetti, dört bin bina yıkıldı, 20 bin bina hasar gördü, on binlerce kişi evsiz kaldı. Gazze Savaşı arkasında bıraktığı ve geleceğe sıçrattığı kan izleriyle son bulmuştu. Bu kavga başlarda halkların özgürlüğü olsa da zamanla devlerin ego savaşı haline gelmişti. Yine mağdur olan her savaşta olduğu gibi katledilenler, duruma seyirci kalmakla yetindirilmiş halk ve daha dünyanın neresi olduğunu anlamayan çocuklar olmuştu.
İsrail’in son dönem politikalarından biri de dillerde ‘Mavi Marmara Olayı’ olarak kalan ‘Rotamız Filistin Yükümüz İnsanı Yardım’ kampanyasıyla yola çıkan gemilere saldırması dünya’nın İsrail’e sert tepki vermesine yol açmıştı. Özellikle bir Türk gemisi olan Mavi Marmarada bulunan gönüllülerin büyük kayıplara uğraması Türkiye’yi harekete geçirmişti. Türkiye Cumhurbaşkanı Abdullah Gül saldırılara olan tepkisini şu sözlerle anlatmıştı:
“Gazze’ye insani yardım malzemesi taşıyan ve Türkiye dahil 32 ülkenin sivil toplum kuruluşları mensuplarından oluşan yardım konvoyuna İsrail askeri kuvvetleri tarafından güç kullanılmasını şiddetle kınıyorum. Bu müessif olayda hayatını kaybedenlere Allah;tan rahmet, ailelerine başsağlığı, sabır ve metanet, yaralılara ise acil şifalar diliyorum.
İsrail karasularından 69 deniz mili uzaklıkta uluslararası sularda vuku bulan, aralarında yaşlı, kadın, çocuk ve farklı dinlere mensup din adamlarının da bulunduğu sivilleri hedef alan ve uluslararası hukukun açık ihlalini teşkil eden bu saldırıya uluslararası camianın da bigane kalmaması icap etmektedir. İsrail, bu davranışıyla uluslararası kamu vicdanını derinden yaralamıştır.
Çektikleri ıstırap tüm dünyanın malumu olan Gazze halkına yardım ulaştırmaya çalışan savunmasız sivillerin hayatının İsrail’deki iç siyasi hesaplar neticesinde hiçe sayılması kabul edilemez bir durumdur. İsrail bu politikalarıyla halkını dünyadan tecrit etmekte ve kendi geleceğinin teminatı olan Barış Sürecini de zora sokmaktadır.
Samimi temennim, İsrail siyaseti ve Devletindeki sağduyu sahibi kesimlerin bu gidişata ‘dur’ demeleridir.
Esasen, Gazze ablukası, doğrudan Türkiye ile İsrail arasında bir mesele olmayıp uluslararası büyük bir insani trajedidir. Bu insanlık dışı ablukanın derhal kaldırılmasını bekliyoruz.
Konvoyda bulunan Türk vatandaşlarının hak ve çıkarlarının korunması için gereken tüm girişimler yapılmaktadır. Türkiye, konu hakkında gerekli her türlü soruşturmanın süratle yapılmasını ve sorumluların cezalandırılmasını talep etmektedir.
Tüm vatandaşlarımızın sergileyebilecekleri en iyi dayanışma yöntemi itidal ve sağduyu içinde hareket etmektir[5].”
Dünyadan da ağır kınamalar alan İsrail Hükümeti’nin bu saldırılarına Ha’aterz gazetesi 4 Haziran 2010 tarihindeki sayfalarında şu şekilde ortaya koymuştu:
Türkiye Başbakanı Tayyip Erdoğan’a bakarsanız İsrail’le Kaide arasında hiç fark yok. “11 Eylül’de ABD ve sonrasında Londra, Madrid ve İstanbul saldırılarındaki ölümlere nasıl üzüldüysek, Gazze’deki insanların ölümüne de üzülüyoruz,” dedi geçen haftaki Brezilya ziyaretinde. Erdoğan’a göre Gazze’deki kurbanların statüsü terör saldırılarındaki kurbanlarınki ile aynı olduğundan, o eylemleri gerçekleştirenlerin statüsü de terör eylemlerini yapanlarla aynı. Kaderi baştan belli olan ‘Özgür Gazze’ filosunun bir sponsoru olarak Türkiye, ağustosta zaten ülkesine dönmeye hazırlanan büyükelçisini apar topar geri çekti. Sonra da geçici üyesi olduğu BM Güvenlik Konseyi’ni olağanüstü toplantıyla çağırdı.
Artık amiral gemisi İsrail yepyeni bir Türkiye’yle karşı karşıya anlaşılan. Bu ABD’deki çıkarlarını güçlendirmek için İsrail’le yakın olmaya bakan Türkiye değil, ABD’ye doğrudan politika dayatan bir ülke olmuş. İsrail-Filistin çatışmasında aracı olarak Türkiye’yi istemeyenler, Türkiye’nin liderlerini Hamas’ın liderleriyle buluştuğu için eleştirenler, Türkiye’nin Suriye’yle aracılığına karşı çıkanlar, şimdi bu ülkeyi Gazze ablukasını kırma çabasındaki gayrıresmi amiral gemisi olarak görecek.
Sene başında Türkiye Suriye üzerinden güneye, Ürdün’deki Akaba’ya doğru yola çıkan 200 kamyonluk bir konvoya yardımcı olmuştu. Plana göre oradan da Kızıldeniz geçilerek Nuveybe’ye gidilecek ve yük Gazze’ye nakledilecekti. Ancak Mısır, konvoyun Kızıldeniz ve Sina’dan transit geçişine izin vermeyi reddetti. Erdoğan’ın ve Türk Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun Mısır Devlet Başkanı Hüsnü Mübarek’e heyecanla açtığı telefonlar da işe yaramadı. Konvoy gerisingeri dönmek zorunda kaldı, Suriye’den gemilere binerek El Ariş’e gittiler. Mısır makamları sadece 140 kamyonun Gazze’ye devam etmesine izin veriyordu, geri kalanı yükünü El Ariş’te boşalttı. Filistinliler o mallardan bazılarının hâlâ daha kendilerine gelmediğini söylüyor. Filoyu organize edenlerin El Ariş’e gitmek istememe nedeni de buydu. Mısır bu hafta denizdeki protestoya ilişkin politikasını resmi olarak açıklamasa da ‘Gazzelilere yönelik yardımları daima, bilinen kurallara tabi olarak desteklediğini’ vurguladı. Türk makamlarına da tıpkı ocakta olduğu gibi Gazze’ye yardım etmek isteyenlerin bunu Kahire’nin koşullarına tabi olarak yapması gerektiğini bildirdi. Bu arada Türkiye’de Mısır’i eleştiren tek bir söz bile duyulmadı. Ana cephe İsrail, Mısır değil. Geçen sefer de böyleydi.
Sefer izinlerinin ayarlanmasında resmi Türk temsilcilerin devreye girmesi, olayı asıl başlatanın Bülent Yıldırım başkanlığındaki İHH olmasıyla yakından ilişkili. Yıldırım, Hamas liderleriyle süregelen bir ilişki içinde, ancak Almanya’da faaliyet gösteren Türk yardım derneği Deniz Feneri’yle bağlantısı özellikle ilgi çekici. Deniz Feneri’nin temsilcileri topladıkları paraları yasadışı olarak Türk şirketlerine aktarmaları nedeniyle 2008’de Alman mahkemelerinde yargılanmıştı. İki buçuk yıl kadar önce Türk basını, aynı zamanda Gazze’ye 2008’de giden yardım konvoyunun ortaklarından da olan Deniz Feneri’nin topladığı paraların büyük bölümünün AKP ve en üst düzeydeki üyelerine aktarıldığını yazdı. AKP’nin başındaki Erdoğan çok öfkelendi ve ‘partiye ve itibarına çamur atan’ gazetelerin boykot edilmesi çağrısında bulundu. Bu hafta birçok Türk kaynak, Erdoğan’ın Gazzelilere birdenbire ortaya çıkan bu sevgisinin aslında bu tür örgütlerle kendi partisi arasındaki para akışını devam ettirme arzusundan kaynaklandığını söyledi. Kaynaklardan biri şöyle dedi: “Milyonlar tutan bu filoyu kim finanse etti, ona bakmak gerekiyor. Gazze’ye yardım etmek isteyen herhangi biri o parayı doğrudan Gazze’ye gönderebilir veya daha fazla yardım malzemesi satın almak için kullanabilirdi.” Yeni bir iş birliği ekseni Ankara’daki iktidar partisiyle filo arasında doğrudan bir finansal bağlantı kesin olarak kanıtlanamasa da Türkiye’nin gemi konvoyu için kendi kendini sponsor ilan etmesi, ülkenin genel Orta Doğu politikasının bir parçasıydı. İlk olarak ‘Komşu ülkelerle sıfır sorun’ sloganıyla yola çıkan AKP ve gözü yukarılarda olan Davutoğlu, Türkiye’nin ana direğini oluşturduğu yeni bir bölgesel stratejik eksen inşa etmeye koyuldu.
İran’la bağlantılar ve Davutoğlu’nun haftalarca uğraşıp kotardığı uranyum zenginleştirme anlaşması (ki Brezilya Devlet Başkanı Lula da Silva’nın açıkladığı mektuba bakılırsa ABD Başkanı Barack Obama da buna onay vermiş görünüyor) Suriye’yle yakın ilişkilerin ve İran, Türkiye ve Suriye’nin Irak konusundaki iş birliğinin neredeyse doğal bir devamı. Suudilerle anlaşmaları riskli Türkiye Afganistan’daki savaşa yardım etmek için önemli bir kuvvet gönderdi, NATO üyesi bir ülke ve baskıyla da olsa Ermenistan’la uzlaşmayı kabul etti. Kafkaslar’daki dikkate şayan etkisi ve ekonomik konularda Mısır’la iş birliği, Türkiye’yi büyük güçlerin stratejik planlarının hiçbirinde görmezden gelinemeyecek bir unsur haline getiriyor. Geçen hafta Türkiye, Suudi tankları ve uçaklarını Türk müteahhitlerle yenileyebileceği bir askeri işbirliği anlaşması imzaladı. Bu müteahhitlerden biri de, Türk hava kuvvetleriyle ortak çalışan ve 2005’te İsrail Havacılık Sanayii’den insansız hava taşıtları satın almak için anlaşma yapan Aselsan. İsrail’in sağlayacağı teknik bilginin bu yeni anlaşmaya da hizmet etme ve Suudilerin eline geçme ihtimalini düşünmek gerekir.
Türklerin filoyu desteklemesi, Ankara’nın İsrail-Filistin ihtilafına müdahil olmak için Kudüs’ü baypas ettiği stratejide açıkça yeni bir adımdan başka bir şey değil. Şöyle desek daha doğru olabilir: Türkiye bu yolda giderse İsrail’le bir çarpışma rotasına girecek.[6]
İsrail gazetesi saldırıları her ne kadar bu şekilde yorumlasa da ortadaki suç uluslararası hukuk kurallarının yanı sıra insani kuralları da bir çırpıda ezip geçmiştir. Bu durum akıllara İsrail’in bölgede güvenlik kaygısı çektiği, bölgesinde yarattığı kaos ortamıyla rakiplerine gözdağı vermek istemesi bu sebepten açıklanması zor olan güce başvurduğu izlenimini derin bir şekilde yaratmıştır. Dünya da her bir saldırıda söz edilen ve tamir edilmeye çalışılan adalet ve insan hakları kavramları İsrail ile birlikte bir kez daha sarsıntıya uğramıştır. İsrail Hükümeti’nin övündüğü demokrasi(!) kavramını ne kadar uyguladıkları veya demokrasiyi nasıl tanımladıklarını son olarak ‘Mavi Marmara’ya el koyup Hayfa Kenti’nde yüzer otel yapmak istedikleri[7]’ haberiyle ortaya koymuştur.
Orta Doğu, çatışmaların ve siyasal oyunların dışında köklü bir tarihe ve günümüze kadar gelmiş doğal güzelliklere sahip bir bölgedir. Fakat bu değerler bölgenin sorunları sebebiyle hep gölgede kalmıştır. Orta Doğu’nun bu mahkumiyetten kurtulması, ‘gerçek anlamda’ insan haklarının uygulanması bu özgürlüğe saygı duyan insanların ortak temennisidir. Sömürgesiz, manda ve himayesiz salt Orta Doğu için “Yurtta barış, dünyada barış” (Mustafa Kemal ATATÜRK).
{jcomments on}
R. Hilal KIRMA
Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi
Uluslararası İlişkiler Bölümü 3. Sınıf
[1] Bernard Lewis: Ortadoğu 6. Baskı giriş bölümü syf:3
[2] Bernard Lewis: Ortadoğu 6. Baskı giriş bölümü syf:7
[3] Basic Characteristics of Middleeast Economies: Ortadoğu Analiz Haziran’09 Cilt 1 Sayı 6 S.65
[4] İsrail İstiklal Beyanamesi
[5] Cumhurbaşkanlığı resmi internet sitesi: cankaya.gov.tr
[6] Ha’aretz english edition 04.06.2010
[7] Radikal gazetesi 10.07.10