Dış politika paradigmaları iki temel kategoriye ayrılabilir. Birincisi, evrensel değerler ve ilke merkezli bir dış politika ile ülkeleri dönüştürmek ve evrensel değerlerin taşıyıcısı haline getirip barışı sağlamak iken, ikincisi ise ulusal çıkar ve güç dengesi politikasıdır.
Bu politikanın izlerine Avrupa tarihinde rastlamak mümkündür. Bu yaklaşım, özetle ülkelerin stratejik çıkar ve güvenliğini sağlamak için her türlü yöntemin meşru olduğu fikri üzerine bina edilmektedir. ABD’nın dış politikasında bu iki temel yaklaşımı görmek mümkündür. Ortadoğu’ya demokrasi ihraç etmek ve batılı değerlere sahip toplumsal muhalefete destek olmak bu politikanın ürünüdür. Ancak günümüz dünya siyaseti ve güç dağılımı böyle bir siyaseti imkânsız kılmaktadır. ABD artık hegemonik bir güç olmadığından dolayı güç dengesi politikası ile Ortadoğu ‘da “istikrarın “ sağlanabileceği kanaati hâkimdir.
Günümüzde uluslararası güç merkezi Asya’dan Pasifik’e kaydığından dolayı ABD stratejik olarak Ortadoğu’dan çekilmeye başlamıştır. Bu çekilme Afganistan operasyonu ile başlar. Bu operasyon; birinci dünya savaşının galip ülkelerinin dizayn ettiği Ortadoğu’yu yeniden tasarlama amacının ilk adımıdır. Afganistan ve Irak operasyonu ile birlikte ABD İran’a stratejik olarak alan açmıştır. Bazıları bu durumu “stratejik ahmaklık” olarak açıklamakta; ancak bu durumu stratejik ahmaklık olarak açıklamak kolaycılık olur. ABD bölgeden çekildikten sonra güç dengesi politikası gereği bölgede Şii –Sünni kamplaşması üzerine kurulu iki rakip cephe yaratmaya çalışmaktadır. Bu planlamada iki kutbun lider ülkeleri Türkiye ve İran olarak tasarlanmaktadır. İran ile yapılan nükleer anlaşma, Afganistan ve Irak müdahalesinden bu yana İran’ın Şii cephesi üzerindeki ağırlığının ve etki alanının genişletmesi bu senaryonun bir parçasıdır. Sünni jeopolitiğinin liderliği ise Türkiye’nin üstlenmesi istenmektedir. Son dönemde Türkiye’nin mezhepçi dış politika izlediği, İŞİD ve radikal Sünni İslamcı örgütleri desteklediği algısının yaratılmaya çalışması Türkiye’yi bu bloğa çekme gayeti olarak okunabilir. Bu iki cephe içinde Kürtlerin konumu önem arz etmektedir. Kürtler Şii blokta mı yer alacak yoksa Türkiye’nin yanında mı pozisyon alacağı sorusu son zamanlarda ülkemizde yaşanan terör olaylarının anlaşılması açısından cevaplanması gereken en önemli sorudur. Ülkemizde son zamanlarda yaşanan terör ve çatışma ortamı, Kürtlerin hangi blokta yer alacağının mücadelesi ile ilgilidir. Hedeflenen senaryoya göre Şii Kuşakta; İran, Irak, Suriye ve PKK yer almaktadır. PKK, HDP ve PYD çizgisinin bu ittifak içinde yer almaya gönüllü olduğuna dair birçok emare bulunmaktadır. Bu verileri sıralayacak olursak;
1. İŞİD Kobaniye saldırdığında İran Kudüs gücü komutanı Kasım Süleymani’nin İŞİD ile savaşmak için bölgeye gelmesi ve İran’ın Suriye Kürtleri ile yakın irtibat sağlama çabaları ve Hasan Ruhaninin İran Kürtlerin yönelik yaptığı açılım İran önderliğindeki Şii bloğunun Kürtleri kendi safına çekmeye çalıştığını göstermektedir. Bunun yanında PYD ile Esad Rejimi arasındaki yakın ilişki ve Salih Müslim’in Suriye ordusuna katılabiliriz açıklamaları PYD, PKK çizgisinin stratejik ittifakını anlamak açısından önemlidir.
2 İkinci önemli emare “Selahattin Demirtaş’ın “Barış Mitinginde” AK Parti İŞİD terörü ile arasına mesafe koysun açıklamasıdır. Bu açıklama normal şartlar altında komik hatta mantıkla izah edilebilecek bir açıklama değildir ancak satır aralarını okuduğumuzda ve Demirtaş’ın süreç boyunca yaptığı açıklamalara baktığımızda Demirtaş aslından şunu söylemektedir “siz Türkiye olarak Sünni blok’un içinde yer alıyorsunuz ben de Şii blokla ittifak edebilirim mesajıdır. Yine Demirtaş’ın bir demecinde Hizbullah hareketini selamlıyorum açıklaması HDP’nin Şii hattına duyduğu ilginin bir başka kanıtıdır.
PKK’nin Türkiye’nin rotasının belirlenmesinde kullanılmasının temel sebebi İran ile açık bir rekabet/ düşmanlığa girişmesini sağlamaktır. Türkiye son on yılda Suriye meselesinde bariz rekabet olmasına rağmen İran ile mezhepsel bir rekabete girmemeye dikkat etmiştir. Bu rekabeti yaratmak için PYD ve PKK manivela olarak kullanılmaktadır. Türkiye bütün bunları engellemek ve Ortadoğu Kürtleri üzerinden etki sağlamak için KDP ile yakın işbirliği geliştirmiştir. Ancak son zamanlarda Kuzey Irak da yaşanan gelişmeler KDP’nin Bağdat yönetimi, İran ve PKK tarafından hedef alındığını göstermektedir. Goran Hareketi ve KYB ‘nin Iran destekli faaliyetleri ve PKK yöneticisi Mustafa Karasu’nun KDP ‘yi hedef alan açıklamaları Türkiye’nin müttefikini saf dışı bırakma gayreti olarak okunabilir. Bunun yanında PKK yöneticilerinin AK Parti KDP birlikte olup bizi yok etmek istiyor mealindeki demeçleri Türkiye’nin Kuzey Irak ile geliştirdiği ilişkilerden duyulan rahatsızlığı göstermektedir.
Sonuç olarak Suruç’taki bombalı saldırı ve yaşanan terör olayları ile Türkiye’nin Kürt politikası hedef alınmıştır. Türkiye hedeflenmek isteneni görüp bu politikayı boşa çıkaracak çözümler üretmelidir. Öcalan’ı boşa etkisizleştirmeye çalışan, Kandildeki derin Troyka, HDP ve PYD çizgisini dizginleyecek yeni bir politika geliştirilmelidir.Askeri araçlarda müzakere gibi çözümün bir parçasıdır ve gerekli hallerde kullanılmalıdır; ancak tek araç askeri yöntemler olamamalıdır. Türkiye kamu güvenliğini sağladıktan sonra örgüt içinde ve tepe noktalarındaki ayrık otlarını temizleyerek yaratılacak veya önü açılacak ılımlı aktörler ile müzakere sürecine devam etmesi doğru olacaktır. Kürt jeopolitiği KDP üzerinden kontrol edilemeyecek kadar karmaşık aktörler barındırmaktadır. Bundan dolayı PKK’nın silahsızlandırılması ve PYD’nin uysallaştırılarak temas kurulması şarttır. Türkiye’ye karşı kullanılan bu operasyonel araçlar hasımlarının elinden alınmalıdır. Aksi halde Ortadoğu mezhep üzerine kurgulanan bir soğuk savaşa gebedir ki bu durum Türkiye’yi ciddi tehlikelerle karşı karşıya bırakır.
HASAN MESUT ÖNDER