“İnsanlar babalarından çok, zamanlarının çocuklardır.” Marc Bloch
Lübnanlı, Hristiyan-Arap kökenli bir ailenin üyesi olan ve iç savaş sonrası Fransa’ya giden Maalouf, bu kitabını kaleme alırken kimlik ve aidiyet kavramları çerçevesinde bir yol izlemiştir. Kitap dört bölümden oluşmaktadır. Her bölümde Maalouf kimlik probleminin etmenlerini, tarihsel gerçeklik zemininde tartışmıştır. Bahsettiği probleme tarihsel gerçekliği bulunan örnekler vermiştir. Öznel bakış açısıyla yazılan deneme, Maalouf’un kendi deneyimlerini de içermektedir.
“Kimliğim, aidiyetlerim” isimli ilk bölümde kimlik cüzdanının bizi tanımlamaya yetmeyeceğini, insanın bu kadar yüzeysel bir varlık olmadığını söyler. Maalouf insan klonlaması olsa bile, bu insanların hayata adım attığı anda, farklı kimlikler edineceğini söyler. Bu kimliklerimiz ise bizim içine doğduğumuz veya tercih ettiğimiz aidiyetlerle oluşur. Bu aidiyetler ister etnik köken ister bir sendika olsun. Yazar, kimliğin durağan olmadığını ve zaman içerisinde bizim deneyimlerimizle şekillenen aidiyetlerimizle onun da akışkan bir hale geldiğini dile getirir. Bir aidiyetin yaralanmasının, diğer aidiyetler arasında bir nevi hiyerarşi yaratacağını ve yaralanan aidiyetin ölümcül kimliğe dönüşüp aşırı uç eylemlere dışa yansıyacağına dikkat çeker. Günümüzde hala etkisini sürdüren milletleri, kökenleri, o kişilerden bağımsız aidiyetlerinin geçmişiyle yargılamanın, ırkçılığı ve fobileri beslediğini örneklerle açıklar. Bu aidiyetlere saldırıldıkça kişiler bunlara daha sıkı sarılır ve zamanla tek tanımlayıcısı bu aidiyeti olur. Bundan faydalanan kişiler elbette çıkacak ve günümüzde etkisini gösteren IŞİD gibi radikal oluşumların saldırgan eylemlerine zemin hazırlayacaktır. Eğer biz-öteki ayrımı ortadan kalkar ve insanlar tüm aidiyetlerine aynı şekilde yaklaşırsa, herkes ortak bir aidiyet taşıdığı kişiyle diğer kişiler arasında köprü görevi görebilir. Buradan hareketle göçmenlere de bir pay verir, kabilesel kimlik kavramının en çok göçmenleri etkilediğini, kimlikleri arasında seçim yapmak zorunda bırakıldıklarını ve duygusal karmaşa yüzünden varış ülkesi ve vatanları arasında arafta kaldıklarından çoğu zaman seçim yapamayıp buhrana yol açtığını söyler.
“Modernlik öteki‘nden gelince” isimli bölümde tarihselci bakış açısıyla Hristiyan ve Müslüman toplumların geçirdiği değişimlerin ve bu değişimler neticesinde “modern“, “öteki” gibi aldıkları etiketler yüzünden şimdi nerede olduklarını tartışır. Yine tarihten destek alarak, İslam inancı geçmişte bir arada yaşama pratikleri açısından başarılı bir profil çizerken, Hristiyan inancının farklılıklara tahammülsüz bir performans sergilemiş olduğunu ama buna karşın Hristiyan toplumu “modern” olarak isimlendirilirken, Müslüman toplumların neden “gerici, bağnaz” etiketleriyle anıldığının sebebini bulmaya çalışır. Dinin en belirleyici kimlik haline gelmesinin, toplumlardan bağımsız düşünülemeyeceğini, dinin toplumların yaşayışı ve eylemleriyle belirleneceğini söyler. Dinin sürekli değişim içinde olmasını, dinin kendinde değil, bu inanç sistemini yaşatan toplumlarla bağlantılı olduğunun altını çizer. Buradan hareketle de İslam dünyası toplumlarının modernleşmeye açık olmamasını dinin etkisinden ziyade toplumun yaşayışına bağlar. Batı toplumları modernleşmeye açık olduğundan din modernleşmiştir, din modernleştiği için toplum modernleşmez. Din, toplumun yapıtaşlarından biridir; toplum kendiyle birlikte ona da şekil verir. Modernleşme, Batı’da bile yabancı eller tarafından sergilendiğinde Truva atı olarak görülürken; daha içe kapalı İslam toplumlarında öcü olarak görülmesi kaçınılmazdır.
“Gezegensel kabileler zamanı” isimli üçüncü bölümde dinsel aidiyetlere neden bağlanıldığını, bunun vurgulanmasının nedenine iner. Dini; manevi bir kimlik, adeta sığınak olarak görüldüğünü, çöplüğe atılmak istenen inançların daha da güçlenip dikkat çektiğini gösteriyor. Yazar aşırı uç görüşlerle kendini bağdaştırmıyor. Fakat insanları bu yola götürenin, diğer bütün yolların kapanmış olması olduğunun altını çiziyor. Maalouf, küreselleşmenin kimlik ihtiyacını arttırdığını ve insanların maneviyata yöneldiklerini, dini bir sığınak haline getirmeleri ile onu tek aidiyetleri olarak gördüklerini söyler. Bu inançlar sınırları aştığı için gezegensel olarak isimlendirilirken, kimlik niteliklerinden dolayı ise kabile olarak kendine yer bulur. Dinsel aidiyetlerin aşılması gerektiğini söyler ama kesinlikle dinin kendinin aşılması gerektiğini söylemediğini belirtiyor. Dini kimliğin bildirimine gerek duyulmamasını arzuluyor. Eğer arzuladığı gibi şekillenirse dinin yerine ne koyulacağını ise dünyalılaşma diye tanımladığı, insana özel bir aidiyet olarak üretilen kimlik ile olacağını söylüyor. Evrenselleşmenin belirleyicisinin insan hakları olduğuna inanan yazar tek tipliğe doğru uzansa bile tek insanlık olduğu gerekçesiyle evrenselliği haklı çıkarır.
“Panteri evcilleştirmek” isimli son bölümde modernite üzerinden çıkarımlarına devam ederken, kimliği bize aktarabilmek için panter metaforunu dahil eder. Panterin kötü muameleye maruz kaldığında ve serbest bırakıldığında saldırdığını bu yüzden evcilleştirilmesi gerektiğini söyler. Ölümcül kimliklerin en problematik aidiyeti olarak gördüğü dine, dili de ekler. Dilin toplumsal ve bireysel yaşamın tüm noktalarına sirayet etmiş bir olgu olduğundan vazgeçilemez olduğunu vurgular. Dil eşitsizliğine yoğunlaşarak bunu İngiltere gibi evrensel boyutlara ulaşan bir dile sahip ülke ile İzlanda gibi yerel kalmış bir dile sahip ülkeyi karşılaştırır. Dil engeli ve eşitsizliğinin kalkması için çok dilli bir yol gösterir. Kimlik dili, İngilizce ve seçilmiş başka bir dile ihtiyaç olduğunu söyler. Dünyalılaşmanın da kendi içinde problem yarattığını başta moderniteye karşı bir direniş olduğu, dış güçlerin oyunu olarak tanımlandığından bahseder. Maalouf, kota sistemi gibi demokrasi vaat eden sistemin ayrımcılıkla sonuçlanmasını da eleştirir. Tüm bu olumsuz sonuç ve etkenlere rağmen yazar her birimizin kendi çeşitliliğini üstleneceği, kimliğin en üst aidiyet konumuna yükseltilmiş, dışlanma aracı olmadığı bir dünya umut etmekten vazgeçmiyor.
Sonuç olarak yazar geniş açıyla alınması gereken bir konu hakkında daha çok din üzerine yoğunlaşarak bakmıştır. Savunduğu kimlik ve aidiyet problemlerini yazarın profili sayesinde daha rahat görebiliyoruz. Fakat zaman zaman önerdiği çözüm yöntemleri yetersiz kalmıştır. Bölümler içerisindeki düzensizlik okumayı zorlaştırsa da örnekleri ve tarihsel bir düzlem üzerine oturması okumayı daha keyifli kılıyor. Çağımızın problemi olan karşımızdakini olduğu gibi kabul etmek, aidiyetlerimiz konusunda militanlaşmamak konusunda yazar kendini haklı çıkarıyor. Yazarın umudunu paylaşıyor ve ölümcül kimliklerin çağını geride bıraktığımız günleri özlemle bekliyorum.
Sevil ÇELİK
TUİÇ Göç Çalışmaları Stajyeri