Suriye’de insanî krizin şiddeti arttıkça, askeri müdahale yanlıların sesi daha çok çıkmaya başlar oldu. Beşar Esad rejimi, uluslararası platformdaki görüşleri acımasızca eleştirmiş, hesapçı ve vurdumduymaz bir tavır sergilemiş, Rusya ve Çin’in desteği ile Birleşmiş Milletler’in, kendi halkına karşı yaptığı saldırıları durdurmak amaçlı girişimlerini de atlatmayı başarmıştır. Arap Baharı’nın şimdiki tanıdık modelinde ki biz bunu baskılara tepki olarak özgürlük çağrısı yapan 2011 Libya’sında gördük, Suriye’deki kıyamın durdurulması için askeri müdahaleye ihtiyaç duyulduğu görülmektedir. Sonrasında bölgede yaşananlar da malumunuz. Son günlerdeki gelişmelere bakacak olursak, “bölünmenin eşiğinde” tabirini bile kullanmamızın gereksiz olduğu, fiile geçirilen bir toprak sahiplenme olayı mevcut Libya’da. Doğulu bazı kabile liderleri ve milis komutanları Berberîlerin çoğunlukta olduğu Sirenayaka bölgesinde özerklik ilan ettiler. Trablus ve Fizan’da olduğu gibi federal bölgeler giderek yaygınlaşmaya ve ülke, Kaddafi’yi yıkan kabile çatışmalarından sonra tamamen çıkarcıların eline kalmış vaziyette. Bu durumda bahsedilmesi gereken birkaç önemli nokta mevcut.
Amerika Birleşik Devletleri sekiz buçuk senenin ardından, beş bin asker kaybı, 1 trilyon dolarlık maliyet ile Irak’tan bu sene çekildi. Ancak Irak hala devam eden mezhep çatışmaları ve şiddetle boğuşmakta.
Arap Baharı ayaklanmalarının Batı yanlısı ve demokratik cephesine rağmen, Tunus, Mısır ve Libya’da güçlü İslami söylemler kaçınılmaz bir şekilde gün yüzüne çıktı. Bu bağlamda, bölge devletlerinin gelecekteki yönelimleri, ABD’nin bölge üzerindeki amaç ve politikasına daha az faydalı olacağını işaret etmektedir. Bir yandan demokrasiden bahsederken diğer yandan dinî faktörlerle çerçevelendirilmeye çalışılan rejim sistemlerinin süre gelmişlikteki ısrarlı tutumları zıt kutupları işaret etmekte, askeri müdahaleden çok, rejim değişikliği ve en önemlisi başa gelecek insanların “millet” için çalışma isteği baz alınmalıdır. Ancak durum bu ülkeler için biraz karışık ve sancılı geçecek bir değişim haritası yolunda Batı ülkelerinin bölge için istediklerinden çok farklı bir yol izleneceği aşikâr. Öte yandan İran’ın nükleer hırsının pençesindeki Suriye’de ise; diplomatik çabaların hiçbir sonuç vermemesi ve Esad’ın tüm dünya kamuoyuna kulak tıkaması ülkeyi uçuruma doğru sürüklerken, dış politika aktörleri ise tüm seçenekleri göz önünde bulundurmaya başlamış bulunmakta: Askeri müdahale gibi.
Bu durumda Amerika Birleşik Devletleri’nin Suriye konusunda kendisine sorması gereken sorular ortaya çıkıyor. Suriye konusunda Amerika’nın ulusal çıkarları nelerdir? Hedefleri nelerdir? Hedefe ulaşmak için nasıl, ne kadar, kaça mâl olacak bir güç kullanılmalıdır? Uluslararası Hukuk’ta bu güç kullanımının yeri nedir? Hangi müttefik Amerika’ya yardım edecek? Eğer bu soruların hepsi yanıt bulup, eyleme konulursa, Amerika Irak’taki örnekte olduğu gibi ne kadarlık kayıp elde edecek ve hedefine ulaşmakta ne kadar başarılı olmuş olacak? Yani kısacası, Suriye’ye mi hizmet edecek, kayıplarına rağmen hedefine ulaşacak mı yoksa Irak’taki gibi ülkeyi sonsuz bir boşluğun içine mi bırakacak, kendisinin de sürüklendiği?
İnsanî konulardaki endişesi bir tarafa, ABD’nin Suriye üzerinde ciddi stratejik çıkarlarının mevcut olduğunu söylemek mümkün. Suriye rejimi, Amerika’nın müttefiki İsrail için bir “cephe devlet” konumunda. Bölgede süspansiyon görevi gören Suriye, barışın kalıcı olması için çok önemli bir konumdadır. Bir taraftan barış antlaşmaları arasında gelgitler yaşayan rejim, diğer yandan İran’ın tehdit ve baskılarıyla da uğraşmak hatta ona hizmet durumunda kalmıştır.
Suriye, İranlı danışmanlara ve İsrail’i güneyden tehdit eden, komşu Lübnan’ın iç işlerinde de önemli bir rol oynayan İran destekli Hizbullah güçlerini içinde barındırmakta ve ayrıca İran’ın nükleer sevdasını gerçekleştirmek için aradığı desteğe bölgesel olarak hizmet etmektedir. Ayrıca, güçlü bir ordu ve bağlarıyla Amerika’nın bölgesel rakibi Rusya ile de yakın ilişkilerde olan Soğuk Savaş kalıntılarıyla ayakta kalmaya çalışan bir rejime sahip. Libya’daki durumun aksine, Amerika’nın Suriye üzerinden önemli stratejik çıkarları mevcut. Ancak Esad’ın güçlü, yetenekli ve hâlâ sadık sempatizan ordusu da yabana atılacak cinsten değil, hâlâ tehdit oluşturacak kıvamda. Üstelik Suriye, içerisinde iki milyon kişilik Hristiyan bir cemaat sahip olan 22 milyonluk bir nüfus ki bu rakam, Libya’nın nüfusunun 3 katından daha fazla. Buradan yola çıkarsak da, askeri müdahalenin zorluğunu da anlamış oluruz.
İnsanlar, silahlar, direniş, protestolar, müdahaleler vb. bir tarafa, Suriye için dünya devletlerinin organize olup yapacakları ve işe yarabilecek birkaç şey bulunmakta. Suudi Arabistan ve Katar İran’ın fırsatçı stratejisine karşın Esad’ı istifaya çağırıyorlar, hatta bunun için ellerinden geleni de Arap Birliği’nin ve dost ülkelerin yardımlarıyla yapmaya çalıştılar; fakat bu çabalar nafile olmanın ötesine geçemedi şimdilik. Ayrıca ülke içerisindeki Sünni direnişçiler, El-Kaide ve diğer dinî azınlıkların bulunduğu pek çok grup da gelecek için bir tehlike arz etmektedir. Amerika’nın uluslararası arenada her fırsatta dile getirdiği, Suriye için barışçı ve insancıl bir politika istemi olmuştur. Fakat bu dava, Libya’daki durumdan daha karmaşık ve zorlu bir senaryo olmaya başlamıştır. NATO’nun bile bir müdahalesi şu an söz konusu değildir; fakat senaryolar çalışılmaya çoktan başlanmıştır. Ancak unutulmaması gereken en öneli nokta; kanımca, bölgeye yapılacak herhangi bir müdahale akabinde, şiddetin daha da artacağıdır. Harekete geçilmeden önce çok ince düşünülmeli, sağlam planlanılmalı, İran da dâhil olmak üzere, bölge için en iyi uluslararası streteji belirlenmeli ve desteklenmelidir.
Erzan AKTAR
TUİÇ Yakındoğu Çalışmaları Direktörü