Son zamanlarda en çok tartışılanlar listesine birinci sıradan giriş yapan ve yerini uzun süre başkasına kaptırmayan “Erdoğan’ın Şanghay çıkışına” gerek destek olunuş gerekse karşı çıkılış biçimleri, Türkiye halkının düşünsel ve ruhsal dünyasının kılcal damarlarında yatan hassas noktaların ne olduğuna dair çarpıcı sonuçlar vermesi bakımından oldukça önemli. Gerek akademik anlamda yorumlamaya çalışanların gerekse duruma daha amatörce yaklaşanların verdikleri tepkiler, bizlerin reflekslerini kontrol eden ve bizler daha çok küçükken oluşmuş dokunamadığımız, değiştiremediğimiz bazı “algısal tabularımızı” anlamamıza yönelik birçok ipucu veriyor. Fazla uzattığımın farkındayım ama sizlerin de tahmin edeceği gibi bahsetmeye çalıştığım şeyin ismi toplumsal algılarımızı ve hafızamızı, resmi tez ve antitez üretimini dolaylı, dolaysız yollardan belirleyen, Kemalist paradigma.
Kemalizm üzerine yazılmış onlarca kapsamlı ve kaliteli kitap bulabilirsiniz. Bu nedenle ben sadece Kemalizm’in işime gelen kısmını alıp bırakacağım. Bildiğiniz (ya da bilmediğiniz) üzere bu paradigma bireyin, toplumun ve devletin; birey, toplum ve devlet algısını, tarih, kültür ve millet algısını, demokrasi, cumhuriyet ve laiklik algısını, kültür, farklılık ve medeniyet algısını, Müslüman-gayri Müslim ve Türk-diğer ırklar algısını, bu yazı için en önemlisi de Doğu-Batı algısını yüksek oranda belirlemiştir. Aslında bu algıların hepsi bir diğerini etkilediği için bir algının oluşumunu tekdüze bir şekilde ele alamıyoruz. Örneğin birey algısının zayıf olması mı toplum algısının güçlü olmasına neden olmuştur yoksa toplum algısının yüksek olması mı birey algısının zayıf kalmasına neden olmuştur tam kestiremiyoruz. Bu nedenle bizi bu yazı için ilgilendiren Doğu-Batı algısını belirttiğim perspektiften anlamaya çalışmanızda fayda var. (Yön duygusunu kaybetmiş olanlar korkmasın, bu konu onunla alakalı değil yani sizde anlayabilirsiniz.)
Kemalist paradigma, oluşturduğu toplum, medeniyet ve kültür algılarıyla toplumun Batı algısını aşağılık kompleksi üzerine kurarken, diğer yandan tarih, millet, Türklük(pis Araplar, cüzzamlılar diyarı Asya) gibi algıları kullanarak doğu algısını üstünlük savı üzerine inşa etmiştir.(İşte Tanzimat’la başlayan yerli malı oryantalizminin İttihatçı kafalardan da sekerek ulaştığı doruk noktanın adıdır bu inşa.) Üstelik bu algılar yalnızca ulusalcı-Kemalist cenah tarafından benimsenmemiş ayrıca kendisini milliyetçi, muhafazakar gören kesimlerinin üzerinde de belli oranda etkili olmuştur. Çevreyi oluşturan bu kesimlerin zaman zaman Kemalizm’in oluşturduğu tarih, ırk, millet algılarından faydalandıkları ve bunları kullanarak antitez oluşturdukları bilinen bir gerçek. Çevrenin mücadele ettiği merkeze dönüşüyor/etkileniyor oluşuna ister “Her şey zıddıyla kaimdir” ayetiyle yaklaşalım, ister Hegel’ in “Tarih tezatlar içinde gelişir” teziyle, sonuçta bu durumun Nietzsche’nin “Her kim canavarla savaşmayı göze alırsa, bir canavar olmayı da göze alsın. Çünkü karanlığa uzun süre bakarsanız, karanlık da sizin içinize bakmaya başlar” sözünü ispatladığını görürüz. Tüm bunlara mukabil çevrenin, merkeze karşı oluşturacağı paradigmayı inşa ederken, merkezden etkileniş ya da ona benzeme biçimlerini yalnızca onların oluşturduğu algıları kullanarak değil, onların ürettiği algıların zıddını üretme refleksini vererek de ortaya çıkardığını görürüz. Bu etkileşimi doğrudan ve dolaylı olarak ikiye ayırabiliriz. Çevrenin ”Türklük” algısı, merkezden doğrudan etkileniş biçimlerine örnekken, kültür ve medeniyet algıları ise dolaylı olarak etkilenişlerine örnek olarak gösterilebilir. Yine çevre, merkezin ürettiği Türklük, farklılık, Gayri Müslimlik gibi algıların yanında, kendi ürettikleri İslam, tarih ve medeniyet algılarını kullanarak önyargılı ve egolu bir batı algılama biçimi geliştirirken, üstünlük, güvenilirlik ve sahiplik gibi süzgeçlerden geçirilen bir doğu algısı üretmiştir. Yani özetleyecek olursak merkez kendi ürettiği algıları kullanarak bir batı-doğu algısı ortaya çıkartırken, çevre ise bazen merkezin şekillendirdiği bazen de kendi ürettiği algıları kullanarak doğu-batı algısı geliştirmiştir. İşte bu algılar, devlete sahip olan merkez tarafından devletin iç ve dış politikasını, kırmızı kitabını, diplomasisini oluşturmak üzere kullanılırken halka hükmeden çevre tarafından da, halkın isteğini, oy skalasını, acılarını ve bilincini kendi lehlerine çevirmek için kullanılmıştır.(Bunun dışında on yıllarca ülkenin bütün kurumları kullanılarak, daha sonra yetişen tüm nesillerin bilinçaltları bir tarla gibi görülürken, Kemalist paradigmayı bir tohum gibi o tarlalarda süren yerli oryantalistler, sadece ulusal kanatta yer alanlarını değil halkın diğer kesimlerini de aşağılık kompleksi-üstün ırk tezlerinin çelişkisi içerisinde bırakmış ve o şizofrenik nesillerde istediği zaman kullanabileceği hassas damarlar yaratmayı başarmıştır.)
Cumhuriyetin ilk yıllarında hedef batı(!) standartlarına ulaşma olarak konulmuştur. Ki bu hedef muasır medeniyetler seviyesi olarak addedilmiştir.(İçinizden, “bununla ilim-irfan-bilim seviyesi kastedilmiştir” dediğinizi duyar gibiyim ama neden buna ulaşmak için izlenilen yol, şekil üzerindeki değişiklikler olarak seçilmiştir bilemiyorum. Eh tabi bir de Batı “medeniyeti” -Doğu “kültürü” gibi kavramların kullanılmasını, muasır denilerek alttan alta gelişmiş-geri kalmış, az gelişmiş-gelişmekte olan, çağdaş-çağdaş olmayan çağrışımların neden verildiğini hiç sorgulamayacağım zira oryantalizm bu yazının konusu değil) Batı medeniyetine(!) ulaşma hevesimiz yıllar içinde AB hedefine dönüşmüş ve bu hedef siyasette kullanılması şart koşulmuş bir propagandaya bürünmüştür. İşte bu noktada hem merkezin hem de çevrenin tam içinde sayılamayacak liberallerin de bu algılardan nasibini aldığını görüyoruz. Nasıl mı? Biraz sabır.
Dediğimiz gibi AB hedefi toplumun bir kesiminde birçok nedenden dolayı istenilmiş ve bunun sonucunda bir tabuya dönüşmüştür. Bütün bu sürede ise antitezini merkeze göre şekillendiren çevre, hedefi Turan, Türk-İslam birliği gibi özlemlerini taze tutarak ve geliştirerek kendine bir doğu ütopyası kurmuş, ayrı bir tabu inşa etmiştir(Hangi yazar kendine laf sokar ki?) (Bu hedefte yüzyıllarca birlikte yaşatabilen sistemin varlığının biliniyor olunması ve akabinde on yıllarca kendilerini ait hissettikleri bölgeden uzak tutulmaları da etkilidir.)
İki ayrı tabu ve iki ayrı politika belirleyicinin etkisi Başbakanın söylemlerinin yorumlanışında müthiş derecede etkili olmuştur. Başbakanın çıkışına destek verenler, yalnızca AB’nin oyalama taktiklerinden bıktıkları için mi veriyorlar sizce? Elbette niyet okuyuculuğu yapacak değiliz. Ama AB’nin iç siyasette etkili bir şekilde kullanıldığını, hem içeride hem de dışarıda meşruiyet zemini yaratılarak güç kazanılmaya çalışıldığını düşünmekle ne derece hata ediyorum bilemiyorum! Şanghay örgütünün belki de kimlerden oluştuğunu bile bilmeden destek veren çok geniş bir kitlenin oluşu, yalnıza son zamanlarda izlenilen aktif dış politika anlayışına bağlı olmaksızın bu kitlenin bilinçaltında yatan güdümlü refleksle açıklanabilir. Bu güdümün sakıncalı dereceye ulaşma ihtimali var mıdır vardır. Ama doğru kullanıldığında gücü oluşturan ulusal motivasyonun, dış politikada bir araç olarak kullanılabileceğini düşünmekteyim. En nihayetinde çevrenin politika yapıcılara yansımaya başladığı şu zamanlarda, çevrenin oluşturduğu doğu algısının da etkisiyle dış politikada yaşanan bu dönüşüm tezimizi ispatlamaktadır.
Gelelim Başbakana karşı çıkanlara. Bunlar içinde elbette birçok kısımdan insan var ama ben çoğunlukta olanlar üzerinden tezimi açıklayacağım. Bu kısım da yer alan Kemalist-ulusalcı cephe, elbette başta anlattığımız batı tabusuna uyumlu bir şekilde, batı olmaksızın Türkiye’nin gerileyeceğini, şeriat ya da dikta rejiminin geleceğini iddia etmektedirler. Üstelik bu iddialar doğuda yer alan ülkelerin mevcut yapısına bakılarak savunuluyor. Olaya yalnızca bu devletlerin demokratik yapılarının incelenilerek bakılıyor oluşu haliyle yalnızca ekonomik işbirliği içinde yer alınılması istenilen örgütün yapısının görmezden gelinmesine neden oluyor. Nihayetinde ulusalcılar tarafından dillendirilen “tarih boyunca yönümüzün batı olduğu ve bundan sonra da böyle olması gerektiği” savı, “onlar neylerse güzel eyler” fikri, kurulan düz mantığın en büyük ispatı. Oysa itiraf edemedikleri şey oluşturdukları doğu-batı tabularından kurtulamıyor olmaları. Canları pahasına diktatörlere karşı koyup, özgürlük savaşı verdiği halde Doğu’yu genlerindeki tabulara uyumlu bir şekilde, hala “geri kalmışlığın” bir temsilcisi olarak görüyor oluşları, yine tezimizin bir ispatıdır. Liberallerin karşı çıkış nedeniyse yine batının demokratik bir yapıya sahip olması ve bizim ihtiyacımız olan şeyin(!) yalnızca batı tarafından karşılanabileceğine inanılması. Maalesef bizim liberallerin en büyük eksikliği, Türkiye’nin kendine özgü yapıya sahip olduğunu bir türlü görememeleri ve her değerlendirmelerinde buradan dışarıya değil dışarıdan buraya bakmayı denemeleridir. Eksiğimiz olan uzlaşı ve hoşgörü kültürüne yani bir noktada demokrasiye yalnızca AB’ye girerek sahip olacağımızı düşünmeleri bizleri yeterince tanımadıklarının ispatıdır. Maalesef bir kısım liberaller, merkezin oluşturduğu batı tabusuna fazlaca kapılmışlar ve yalnızca batının derdimize derman olabileceğini düşünmekteler. Batının, güvenlik kaygısını ortadan kaldıran kurumlar inşa etmesi, ekonomik gelişimin önündeki engelleri kaldırmasına, bu engellerin kalkması ise halklarına daha fazla özgürlük ve refah sağlamasına neden olmuştur. Refaha giden bu periyodik gelişimin ne zaman ve ne şekilde bizde uygulanacağı ise hiç şüphesiz Batı ile aynı biçimde olmayacaktır. Her bireyin kendine özgü olduğunu savunan liberaller nasıl oluyor da koskoca bir ülkenin kendine özgü olamayacağını göremiyorlar anlamış değilim. Netice itibariyle her üç cenahın da gözden kaçırdıkları ortak şey ülkenin özgünlüğü. Bu özgünlüğün tarihsel perspektifini, kimi yeterince anlayamayarak kimi aynı şekilde uygulanabileceğini sanarak gözden kaçırıyor. Bu özgünlüğün bireysel, toplumsal ve devletsel perspektifini, kimi küçümseyerek kimi kutsallaştırarak anlayamıyor.
Çözümün tam olarak hangi modelle sağlanacağı, ismi ve ne şekilde kurulacağını elbette tam olarak bilmem mümkün değil ama benimde birkaç önerim var. “Başkalarını anlamak bilgeliktir, kendini anlamaksa aydınlanmaktır” der Lao Tzu. (Merak etmeyin üstadın dediği gibi “her aydınlığı yangın sanıp söndürmeye koşan zavallı insanların” dominant olduğu bir ülke değiliz artık; en azından eskiye oranla)Bence önce kendimizi anlamaktan başlamalıyız işe. Nerede yanlış yaptık, nerede doğru yaptık; hangi yanlarımız güçlü, hangi yanlarımız zayıf belirlemeliyiz. En önemlisi de amacımızın ne olduğuna karar vermeliyiz. Daha fazla refah mı? Daha fazla güç mü? Mutluluk mu? Ya da hepsini bir arada yaşatacak bir sistem mi? Bence model almaktansa, model olabileceğimiz bir sistem tasavvur etmeliyiz. Örneğin geliştireceğimiz sistemin ismi Anadolu Medeniyetler Harekatı olabilir. (Yunanistan’dan Bağdat’a, Kahire’den Saraybosna’ya, Diyarbakır’dan Erivan’a kadar tarihte medeniyetlere ev sahipliyi yapmış bölgelerin birbirine entegre edildiği bir sistem) Bilinmeli ki bu zamana kadar üretilmiş her sistem bir insan ürünüdür. Ne ebedidir ne de ezeli. Bu yüzden üreteceğimiz sistem, toplumun refahını ve mutluluğunu artırırken devlete güç kazandıracak şekilde ortaya çıkmalı. Sistemin iskeletini tümden gelimsel değil tümevarımsal bir şekilde kurmalıyız. Osman Gazi’nin dediği gibi “İnsanı yaşat ki devlet yaşasın” modeliyle birey devletin temelini oluşturmalı elbette… Ama insanı yani bireyi güçlendirirken, onu toplumdan koparabilecek, maddeciliğe itecek vasıflar yüklememeliyiz. Bunu da ancak bireyin, “toplum ve sorumluluk” şuurunu kazanabileceği imkanlar ortaya koyarak başarabiliriz. Böylelikle gelişmiş bir “ben idrakine” sahip bireylerin oluşturduğu toplumun kazanacağı refah, devleti de güçlü kılacak, devletse bu döngünün devamı için gerekli şartları sağlayacak. Elbette çeşitliliği fazla olan bu ülke de bu idraki hangi metaforları kullanarak yapacağımızı merak ediyorsunuz. Daha önceleri Osmanlıcılık, İslamcılık, Türklük metaforları üzerinden sağlanan ya da sağlanamaya çalışılan düzen, şimdi neyi kullanarak kurulabilir? Üstelik önerilen model (Anadolu Medeniyetler Harekatı) çok daha büyük sınırları kapsarken, tutkal görevi üstlenen unsur ne olabilir? İbn Haldun’un asabiyet teorisinden, ortak tarih bilici, ortak coğrafya bilinci, ortak yaşam bilinci, en önemlisi de ortak medeniyet bilincine kadar birçok unsurdan faydalanabiliriz. Bu doğrultuda kurulmuş aidiyet hissi yerelden genele uzanan köprülerle birbirine sıkıca kenetlendirilip belki de tarihin gördüğü en büyük medeniyet harekatı başlatılabilir. Çünkü büyük medeniyetler her zaman büyük buhranlardan sonra oluşmuştur. Gerek yakın doğuda, gerek balkanlarda, gerekse ülkemizde barışa ve refaha duyulan özlem geçmişte yaşanan kırgınlıkları yok edebilecek, yerine barış içinde kurulacak bir sistemin sac ayağı oluşturabilecek yoğunluktadır. Bu aidiyet hissi en aşağıdan başlayıp en yukarı doğru şekillenmeli. Yani kişi her kimse, ona ait farklılıkları kaybetmeden diğer kesimlerle ortak noktada buluşabileceği çembere doğru aidiyet hissini geliştirmeli.(Köy, belde, il, ülke gibi ve bu birimlere ortak yaşam şuuru kazandırılmalı.) Hükümet sisteminin ya da iktisadi sistemin ne şekilde olacağı tartışmasına elbette girmeyeceğim zira bu mevzular çok su götürür. Ama bildiğim bir şey var; bu sistemleri yapılandırırken tarihimizin derinliklerinde faydalanabileceğimiz onlarca değerli isme sahibiz. Üstadın dediği gibi “gübrelerin içine saklanmış altınlarımızı” ortaya çıkarmanın zamanı geldi.
En nihayetinde, bana göre bizim ne ütopyalara ihtiyacımız var ne de tabulara. Bizler hiçbir zorunluluk ve baskı altında kalmadan kendi söküğümüzü kendimiz dikebileceğimiz özelliklere sahibiz. Bizler bir yere ait olmadan her şeyin içinde yer alabilecek pragmatist ve çok yönlü bir dış politika anlayışı geliştirebilecek ve merkez ülke olabilecek güçteyiz. (Yeni Şafak’ta yapılan bir anketin sonuçlarına göre halkımız AB, Türk-İslam Birliği, Türk Birliği, merkez ülke gibi seçeneklerden “merkez ülke” şıkkını yükse oranda seçerek niyetinin ne yönde olduğunu yansıtmıştır.) Bu nedenle bizler demokrasimizdeki eksiklikleri kimse şart koştuğu için değil daha iyi yaşayabilmek için kapatmalıyız. Bu noktada kendime (bize) sorduğum bazı sorularım var. Bizler AB’nin verdiği azınlık raporlarına göre mi Kürt kardeşlerimizi seveceğiz? Bizler AB bizi almadı diye mi Şanghay’a gideceğiz? Neyi neden seçeceğimizi neden biz belirlemeyelim ki? Kendi eksikliklerimizi neden kendimiz kapatamıyoruz diye sormuyoruz? Madem Asya ile Avrupa’yı birbirine bağlayan biziz, neden illa bir tarafı seçmek zorundaymışız gibi davranalım ki? Neden çevre-merkez savaşının sonuçlarına göre oluşmuş dürtülerimize sahip olup bizi tam anlamıyla yansıtabilecek politikalar izlemeyelim ki? Bence yön algılarımızı yeniden gözden geçirmeliyiz. Eğer dürtülerimize sahip olamazsak asıl o zaman yoldan çıkarız.
Fethullah CEYLAN