Türkiye, gerek bölge gerek dünya açısından önemli bir konumda bulunmaktadır. Önemli yeraltı kaynaklarına yakınlığı, kıtalararası bir köprü görevi görmesi, sıcak denizlerin ve geçiş yollarının üzerinde bulunması Türkiye’nin stratejik konumunu ifade etmede kullanılabilecek unsurlar olarak sıralanabilir. Türkiye’nin bu konumu her ne kadar “sevimli” görünse de işin aslı pekte iç açıcı değil.
Kuşkusuz dünya siyasetinin en sıcak yaşandığı coğrafyalardan biri de Ortadoğu’dur. Türkiye’nin de önemini etkileyen doğal kaynaklar bu bölge topraklarında bulunmaktadır. Dünya gaz ve petrol rezervlerinin %60’ını kapsıyor olması önemini daha net ortaya koymaktadır.
Sanayi ve teknolojinin gelişmesi, hayat standartlarının artması, hızlı nüfus artışı gibi faktörler devletleri bir arayış içine sokmuştur. İhtiyaçlarını karşılamak adına yayılmacı politikalar izleyen devletler, arayışlarını dünyanın çeşitli yerlerinde sürdürmüşlerdir. Bu arayışlarda öne çıkan unsur, kaynakların kullanımı ile ilgilidir. Nitekim Ortadoğu’da bu coğrafyaların başında gelmektedir. Ortadoğu’da etkinliğini artırmak isteyen devletler petrol ve doğalgaz gibi önemli kaynakları tüketme konusunda birbiriyle yarışır hale gelmişlerdir. Bunu sağlamak içinde müttefiklik kavramıyla ortaya koydukları stratejinin bir parçası olan “devletçikler” edinmişlerdir.
İkili işbirliği, savunma, strateji anlaşmalarıyla sağlanan ve ilerleyen dönemlerde bunu “askeri ve maddi kaynak aktarımı”yla pekiştiren devletler emperyalizmin meşru halini sergilemişlerdir. Bu uygulamaların doruğa ulaştığı yıllar ise Soğuk Savaş olarak adlandırılan, Amerikan-Sovyet gerginliğine dayanan yıllardır.
Sovyetlerin Varşova Paktı ve Amerika’nın NATO (Kuzey Atlantik Paktı)’su bu emeller üzerine inşa edilmiştir. Körfez petrollerine ulaşmak için yarışan iki ülke, müttefik arayışı içindeydiler. Körfezlere uzak olan ABD, büyük yatırımlar yapmak zorunda kalıyordu. Çünkü Körfezlere ulaşabilmenin yolu, Ortadoğu’da edineceğiniz bir “dost” ülke ile mümkün olacaktı. Ancak uluslararası hukuk kurallarına göre, bir başka ülkeye karşı eylemde bulunmanız olanaksızdı. O halde devreye NATO girecekti. “Ortak çıkar” adıyla bu planı uluslararası camiaya kabul ettirebilirdiniz. Öylede oldu, ABD bölgeye en yakın ülke Türkiye ile işe başladı.
ABD Savunma Bakanlığı için hazırlanan iki ciltlik raporda “müttefik” Türkiye için neler söyleniyordu?
· Körfez’de yangın vardır; Doğu Anadolu bölgedeki en müsait itfaiyecidir.
· Körfez ihtimalini mümkün olduğu kadar NATO kılıfı altına almak Türkiye’nin bu misyonu üstlenmesini kolaylaştırır.
· SSCB’nin Körfez bunalımını sömürmesini önlemek için Pakistan ve Türkiye’den oluşan İslam kuşağının birbirleriyle ve Çin’le entegrasyonu teşvik edilmelidir.
· Türkiye’nin savunmasını güçlendirmek elzemdir, çünkü bir bunalım halinde Türk Ordusu “Çevik Kuvvet”in ta kendisi olarak görev yapabilir. Bu, Türkiye için Amerikan Çelik kuvvetlerine üs vermekten daha kolaydır.
Ancak koşullar Türk ordusunun yeterli ekipmanlara sahip olmadığını ortaya koyuyordu. ABD’de yayımlanan Defence and Diplomacy dergisi Türk ordusunun içinde bulunduğu durumu şöyle anlatıyordu:
· NBC (Nükleer, Biyolojik, Kimyasal) savunma hazırlığı yok.
· Hızlı hareket kabiliyeti zayıf.
· Gece görüş ekipmanı yok, gece harekâtları bilinmiyor.
· Komuta, kontrol ve istihbarat çok zayıf.
· Doktrin geliştirme kapasitesi yok.
· Komuta yapısı modern ihtiyaçlara cevap verebilecek durumda değil.
· Sıralanan bu zafiyetlerin üstesinden gelecek finansmanda yok.
Yine Türkiye’nin önemini en iyi anlatan açıklamalardan biri eski ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı Richard Burt’tan geliyordu. “Türkiye 2000 yılında 75. Milyon nüfusa ulaşacaktır. Bu da bana sorarsanız, sadece bölgede değil, global anlamda bir güç olarak sivrileceğinin müjdesidir. Bizim cenaha düşen iş de Türkiye ile birlikte çalışmak ve bu potansiyelin yapıcı bir yönde gelişimini garanti altına almaktır. Türkiye ile ilişkilerimiz öylesine hayatidir ki, Türkiye’ye karşı daha iyimser bir bakış açısının teşviki misyonunun bayraktarlığını elden bırakmamız mümkün değildir. Çünkü güçlü bir Türkiye bize lazımdır.”
Kısacası Türkiye’nin Ortadoğu’ya açılan bir kapı olduğunu, Amerika’nın her zaman Türkiye’nin arkasında yer alacağını ve Türkiye’nin bu potansiyelinden faydalanmak zorunda olacağını açıklıyordu. Ki 80’li yıllarda söylediği bu sözler günümüzde Burt’ı haklı çıkarıyordu.
Yine Türkiye’nin ne denli önem arz ettiğini 1986 yılında NATO’nun Napoli Karargâhı’nda verilen “Muhtemel Çatışma Alanları” brifinginde görüyoruz. Brifingi veren subay, “Boğazlara saldırının Bulgaristan üzerinden olabileceğini, 100 kilometreye yayılan bu cephenin Sovyetlerin ticaret yolunu korumaya yönelik olduğunu, boğazların NATO stratejisi için önemli bir yer tuttuğunu” bildiriyordu. Boğazların tehlikeye düşmesi ihtimali ile karşı karşıya kalan Sovyetler Akdeniz’e daha rahat ulaşabilmek adına çareler aramaktaydı. Doğu Anadolu’da NATO’nun önemsemediği bir boşluğun varlığı, Sovyetleri bu boşluğu kullanmaya itiyordu.
Peki, bu boşluk niçin önemliydi? Stratejik olarak önemli bir konumda olan, Körfezlere ulaşabilmenin ve Akdeniz’e geçişin koşulunu sağlayan bu boşlukta bir sonraki hedef Suriye’nin önemini arttırmıştı. Körfezlere ulaşabilmek için Suriye’yi bir sıçrama tahtası olarak kullanmak isteyen Sovyetler çoklu avantaj sağlamış olacaktı. Bundan çekinen NATO, Suriye’ye karşı bakışını şöyle dile getiriyordu. “Suriye giderek güçleniyor ancak gerek kalite, gerekse sayısal açıdan şu anda NATO topraklarına direkt tehdit değildir. Bölgedeki başlıca misyonu, Sovyetlere Körfez’e doğru köprü olmaktır.”
Türkiye’nin NATO’daki asıl görevi, Amerikan politikalarına yardımcı olmak üzerinedir. Körfezlerin Amerika için önemi, Türkiye’nin de misyonunu açıkça ortaya koymaktadır. ABD’nin bölgedeki diğer müttefik ülkelerin (S. Arabistan, Kuveyt, Katar…) yanı sıra Türkiye’ye önem göstermesinin bir nedeni de, diğer ülkelerden daha gelişmiş bir durumda yer alması ve yönetimde daha yumuşak bir politika izlemesiydi. Türkiye’de izlenen bu yumuşak politikalar, Ortadoğu’da meydana gelen olaylara ilk müdahale olanağını artırıyordu.
Bu yumuşak politikaların yanında radikal politikalarda yok değildi. Merhum Başbakanlarımızdan Bülent Ecevit Nisan 1985’te Hamburg’da bulunan Der Ubersse-Club’de verdiği “Türkiye’nin İç ve Dış Politikalarının Bağımsızlığı” konferansında şunları söylüyordu: “ABD, Türkiye’yi Ortadoğu’daki Amerikan planlarının maşası olmaya ve ABD yanlısı bölge ülkelerine hizmet yönünde bir araç olmaya itebilir. Sonuç olarak Türkiye çözümünde katkısı olamayacak bölgesel çatışmalara umutsuzca sürüklenebilir.”
2012 yılı itibarıyla Türkiye’nin izlediği Suriye politikası, merhum Ecevit’in kuşkularının haklılığını bir kez daha ortaya çıkarmaktadır. Türk dış politikasının NATO (Kuzey Atlantik Paktı) kıskacından bir an önce kurtarılması, özü olan “Yurtta Barış, Dünyada Barış” ilkesine geri dönmesi, milli ve manevi değerler bütünü içerisinde yürütülmesi şarttır.
Hasan RAY
Giresun Üniversitesi