Mübadele Çocukları, Renée Hirschon, 2000, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, Sayfa Sayısı: 235
Mübadele Çocukları, özgün adıyla Heirs of the Greek Catastrophe, The Social Life of Asia Minor Refugees in Piracus, Oxfordlu akademisyen Renée Hirschon’un, 1970’lerde Pire’nin yoksul bir semti Kokinya’da “Mikrasiatesler” (Anadolu’dan gelenler) arasında 17 ay geçirerek hazırladığı antropolojik saha çalışmasının bir ürünüdür.
Yazar bu süre zarfında, Kokinyaların adlandırdığı şekliyle, “mülteci deneyimi” yaşamıştır. Kokinya halkının mübadelenin üzerinden elli yıl geçmiş olmasına rağmen neden kendilerini yerli halktan ayrı gördüklerini ve Yunandan ziyade mülteci olarak tanımladıklarını incelemiştir. Hirschon’a göre en dikkat çekici nokta, mikrasiates olgusunun yalnızca göçü bizzat yaşayanların değil, onların çocuklarının, hatta torunlarının bile kimliklerinin bir parçası olmayı sürdürmesidir. Böylece, Yunanistan’da Yunan azınlık olarak var olmuşlardır. Kitap, mültecilerin Yunanistan’da geçirdikleri yaklaşık elli yıl süren kargaşa döneminden sonra (ekonomik bunalım, Alman işgali, ve İç Savaş) deneyimlerini olabildiğince geniş bir perspektiften açıklamaya çabalamıştır.
Yunan ordusunun 1922’deki yenilgisi, Hıristiyanların Anadolu’dan zorunlu olarak kitlesel göç etmelerine sebebiyet vermiştir. Bu dönemde sayıları net bilinmese de yüzbinlerce mültecinin Yunanistan’a sığındığı düşünülmektedir. Bu insanların, tek umudu tez vakitte vatanları bildikleri Anadolu’ya geri dönmektir. Ancak 1923 Lozan Antlaşması’nın imzalanması tüm umutlarının sonunu getirmiştir. Lozan Antlaşması Yunanistan’da yaşayan Müslüman halkla Anadolu’da yaşayan Hristiyan ahali arasında zorunlu nüfus mübadelesi öngörmekteydi. Şartlarında anlaşılan Mübadeleden yalnızca Batı Trakya Müslümanları ve İstanbul Rumları muaf tutulmuştu. Böylece, sonraki iki yıl, Anadolu’da veya Trakya’da yaşayan 200.000 Rum daha Yunanistan’a yerleşmek üzere ayrılarak, kendilerinden önce gelmiş mültecilerin arasına katılmıştır.
Göç etmek zorunda kalmış Anadolulu Yunanlılar, referans merkezi olarak Atina’yı değil, Konstantinopolis’i almaktaydı. Öncesinde bir nevi Bizans İmparatorluğu’nun devamı olarak görülebilecek Osmanlı Devleti’nde de etnik ve kültürel çeşitliliği fazla şehirlerde yaşamışlardı. Ayrıca Osmanlı’da Ortodoks Hıristiyan olmanın getirdiği ayrıcalıkları da vardı ve büyük bir çoğunluğu refah içinde yaşamaktaydı. On yıldır savaş halinde olan Yunanistan ise, kaynaklarının büyük çoğunluğunu bu savaşlarda tüketmişti. Mültecilerin ayrı bir kimlik oluştururken aldıkları en temel nokta Anadolu’nun kozmopolit şehirlerinden Yunanistan’a geldiklerinde yaşadıkları hayal kırıklığıydı. Anadolu Rumları, Yunanlılarla ilk kez karşılaştıkları şartlara bağlı olarak onları küçük görüyorlardı.
Bununla birlikte, Anadolu’dan gelenler beklentilerin tersi yönünde büyük kentlerdeki Yunanlıların milliyetçi görüşleriyle zıttılar. Bu cemaatlerle beraber yaşamış çok milletli ve kültürlü bir gelenekten gelen mülteciler ortaya çıkmış olan düşmanlığı “Büyük Güçler”in etkisine bağlıyordu. Yazar bu durumu; iki halk arasında güçlenen düşmanlığı, ulus-devlet politikalarına, medya tarafından desteklenen siyasetten ve milliyetçi, tek taraflı oluşturulmuş bir tarih söyleminden kaynaklandığının kanıtı olarak öne sürmektedir
Mülteciler Yunanistan’a varmadan, savaşlar ve kaçışları esnasında, çok fazla kayıp vermiştir. Sivil kayıpların çok fazla olması ve bu kayıpların genellikle erkeklerden oluşması sonrasında Yunanistan’ın demografik durumunu büyük ölçüde etkilemiş ve mültecilerin ekonomik durumlarının kötüleşmesine neden olmuştur. Hıristiyanların ayrılırken mal ve mülklerinin büyük bir kısmını Anadolu’da bırakmış olmaları ve krizlerle boğuşan Yunan hükümetinin de sorunlara çözümsüz kalması, mültecilerin durumunu içinden çıkılmaz bir hale getirmiştir. Mülteciler 1923’e değin geri döneceklerine inanmış ve Lozan Antlaşması’yla birlikte göçün kalıcı olduğunu fark etmişlerdir. Sonrasında, birçoğunun sağlıkları hızlı bir şekilde bozulmuş ve göçün psikolojik etkileri de yeni bir sorun olarak ortaya çıkmıştır. Birçoğu, evlerinden ayrılmanın yol açtığı travmayla baş edebilmek için gerekli olan kaynaklara erişememiştir.
Yunan hükümetinin politik ve ekonomik istikrarsızlık yaşaması mültecilerin ayrılık duygularını güçlendirmiştir. Yazar kitabın birçok bölümünde, 1972’te Kokinya’da, Anadolu Rumlarının yoksulluk içinde olduğunu belirtmektedir. Bu yoksullukla mücadele edebilmek için mülteciler diğer gruplardan daha fazla dayanışma içinde olmak zorunda kalmış ve bu dayanışma da yerlilerden farklı bir kimlik oluşturma ihtiyacıyla sonuçlanmıştır. Büyük kentlerde yaşayan mültecilerin en kronik sorunu ise barınma ve işsizlik olarak ifade edilmiştir. Hirschon, Kokinya’da evlerin eski ve güvenlik açısından yetersiz olduğunu belirtmektedir. Yani mülteciler iskân ve mülkiyet hakları konusunda da hükümet tarafından göz ardı edilmişlerdir. Birçoğu elli yıldan daha fazla mülteci konumunda kalmıştır. Ayrıca Lozan Antlaşması’yla verilmesi öngörülen tazminatı, mültecilerden yalnızca devlet üstlerinde tanıdıkları olanlar alabilmiştir. Bu konu, 1970’lere kadar unutulmamış ve hükümete olan güvenin daha da azalmasına yol açmıştır.
Anadolulu mültecilerinin siyasi eğilimlerine bakıldığında ise göçün ilk zamanları yapılan seçimlerde liberal partiye oy verirken, sonrasında komünist bir çizgiye yaklaştıkları görülmüştür. Yazar bu durumun nedenini ise, liberal hükümetlerin kronikleşmiş sorunları çözmekte yetersiz kaldığını ve sosyal eşitlik benzeri söylemleri merkeze alarak siyasi ajandalarını hazırlayan komünist partinin, mültecilerin sorunlarına daha çok cevap verdiğini söyleyerek açıklamaktadır. Kokinya’nın sonrasında mültecilerin tehlikeli komünist kimliğine bürünmüş olması ise, bölgenin Yunanistan’ın yerlileri için daha da dışlanmış bir hale gelmesine yol açmıştır. Bu dışlanma ise Kokinyalıların ortak bir kimlik olarak gördükleri mülteciliğin bir kez daha pekişmesine sebep olmuştur.
Kitap bütün bu etkenlerin yanı sıra, antropolojik bir çalışma olduğu için, 1972 Kokinya’sında toplumsal örgütlenmenin başlıca unsurları üzerine yoğunlaşmaktadır. Kokinya sakinlerinin birbirine olan bağlılık ve Yunan toplumundan farklı olma duygusu, ekonomik faaliyetleri, komşuluk, ev, aile düzeni ve dinin sosyal hayat üzerindeki etkisi ayrıntılı bir şekilde tasvir edilmektedir. Kokinyalılar, yazarın 17 ay onlarla yaşayarak mültecilik dersi aldığı sonucuna varmaktadırlar.
Anadolu Rumları 1920’lerde vatanlarını ve mülklerinin neredeyse tamamını kaybetmişlerdir. Ardından ekonomik yoksunluk ve siyasi marjinalleşme gibi birçok sorunla karşı karşıya kalmalarına rağmen tüm bunlara inanılması güç bir esneklikle cevap vermişlerdir. Ayrıca Yunan hükümetlerinin adaletsiz ve ilgisiz olması da mültecilerin, yerleşik Yunanlılarla karşılaştıklarında verdikleri tepkileri büyük oranda şekillendirmiştir. Buna rağmen, kültürlerinin devamlılığıyla yaşam biçimlerini yeniden oluşturmuşlardır. Yazara göre “İşte mültecilerden alınan ders buydu. Maddi kayıplar ve yoksulluklar karşısında, bunların yerini kültürün görünmez ve soyut yönleri doldurmuştur. Geleneklerini sürdürme konusunda inatçılıkla ve geçmişle bağlarını koparmaksızın bildikleri yaşamı yeniden inşa etmeyi seçmekle, başka türlü hem bireysel hem de grup olarak kolaylıkla mağlup olacakları kişisel yabancılaşma ve toplumsal çözülmenin üstesinden gelmenin yolunu bulmuşlardı”. (s. 216)
Yine yazarın kitabın sonunda değindiği üzere Kokinya’da ve birçok yerde, mülteci kimliği giderek yok olmaktadır. Göçü yaşayanların zamanla ölmesi ve gençlere Mübadelenin anlatımının masal gibi gelmesi, bu kimliğe verilen anlamı gün geçtikçe önemsizleştirmektedir. Ayrıca, mülteci çocuklarının eğitime ulaşmasıyla ve mültecilerin ekonomik durumlarının iyileşmesiyle yerleşik Yunanlılarla ortak bir kimlik inşası da mümkün olmuştur. Mültecilik, nostaljik sebeplerle zaman zaman sahip çıkılan bir kimliğe dönüşme eğilimiyle karşı karşıyadır.
Sonuç olarak, Renée Hirschon’un Mübadele Çocukları, göç sonrasında mültecilerin hedef ülkelere, aynı dinden ve etnik kökenden olmalarına rağmen, ne derece yabancılaşabileceklerini ve nasıl uyum sorunlarıyla karşılaşılabileceğini anlamak için mutlaka okunması gereken bir kitaptır. Yalnızca göç alanında bir bakış açısı sunmasının yanında, insanbilimleriyle ilgilenenler için de kitabın önemli bir referans sayılacağını düşünmekteyim. Mübadeleye tabii edilmiş Anadolu mültecilerinin yeni ülkelerinde kurmaya çalıştıkları hayat ve zorla arkalarında bıraktıkları düzenlerini yeniden inşa etmek için gösterdikleri çaba, bize kesinlikle incelenmeye değer görüntüler sunmaktadır. Yazar, hikayelerini anlattığı Kokinya sakinlerinin fotoğraflarını da kitabın son bölümünde bizlerle paylaşmaktadır.
SEDA SEZEN TUNALI
GÖÇ ÇALIŞMALARI STAJYERİ