Mesele yeryüzündeki toplumların ve insanlığın kutsal değerleri olunca kanımca ülkemiz ve ülkemiz insanlarının, söz konusu cinsten olay ve durumlarda ivedilikle harekete geçmesini mecbur gördükleri kendi manevi değerlerini savunma mekanizması, yönetici ve yönetilen halk kesiminden her kim olursa olsun statü farkı olmadan kendisini göstermektedir. Peki, kendi kutsal değerlerimizi bu kadar gözü kara savunmayı huy edinmişken, kültür mozaiği diyebileceğimiz ülkemizde ki diğer din, mezhep ve etnik unsurların kutsal ve manevi değerlerine “devlet” ve millet olarak saygı duymayı ne kadar becerebiliyoruz ya da bu düşünceyi düşünmek için zahmet gösteriyor muyuz şüphesiz ki tartışılır.
Fakat her gün tartışmasını Kürt sorunu, alevi sorunu vb. şekilde kategorize ederek yaptığımız bu meseleler gün geçtikçe evrensel anlamda ülkemizi ciddi bir şekilde zedelemekte ve sarsmaktadır. En acısı da söz konusu durumların çözüme kavuşması için atılan önemli adımların, bir anda atılan bir başka anlamsız bir adımla tekrardan başa dönmeye yüz tutmasıdır. Evet, sözünü ettiğimiz durumların en güncel örneği Süryani toplumunun Kudüs’ü sayılan, Mor Gabriel Manastırı(Deyrulmur) için açılan toprak davası ve düşündüren Yargıtay kararı. Turabdin ve Mor Gabriel Manastırı, belki de birçoklarımızın ilk defa duyduğu ve bulunduğumuz yerlere coğrafi anlamda çok uzak olduğunu düşündüğümüz yer isimlerini çağrıştırıyor. Oysaki adını zikrettiğimiz bölge ve dava edilen kadim Süryani mabedi yanı başımızdan ötesi değil. Tarihte Süryani toplumunun ana vatanı olarak adlandırılan bir coğrafya olan Turabdin bölgesi bugünkü Mardin, Diyarbakır, Dicle Nehri boyunca Hasankeyf, Cizre ve Nusaybin sınırları tarafından çevrelenen bir alan olup aynı zamanda Anadolu, Mezopotamya ve Suriye’nin kesişme noktası olması bakımından önem arz etmektedir. Yaşanan son olaylarla sanki varlığından rahatsızlık duyuluyormuş hissi verilen 1610 yıllık Mor Gabriel Manastırı ise Mardin’in Midyat ilçesine 23 km. uzaklıkta bulunmaktadır. Mor Gabriel Manastır’ı bugünler de ise hakkında açılmış ve Yargıtay tarafından düşündürücü bir netice ile sonuçlanan toprak davası ile insanları varlığından haberdar ediyor.
2008 yılında Midyat’ta yapılan kadastro çalışmaları sırasında buradaki üç köy, manastırın köylerinin topraklarının 276 dönümlük kısmını işgal ettiği gerekçesiyle Hazine’ye başvuruyor. Başvuru üzerine Hazine Midyat kadastro mahkemesine tapu sicili davası açarak söz konusu toprakların Hazine’ye tescilini talep ediyor. Mahkeme ise söz konusu arazi ve manastır arazisi için Mor Gabriel Manastırı’nın 1936 yılında Vakıflar Genel Müdürlüğüne bildirim yaptığını ve 1937 yılından beri de düzenli olarak vergi ödediğini ve arazinin kadim devirden beri kiliseye ait olduğu üzerinde bilirkişi rapor da dâhil olmakla beraber karar kılarak hazinenin açmış olduğu davayı reddediyor. Davanın yerel mahkeme tarafından reddinin ardından Yargıtay 20.Hukuk Dairesi’nin yerel mahkemenin kararını bozması ile mesele daha da hararetli bir hal alıyor. Fakat yerel mahkemenin kararında direnmesi sonucu konu Yargıtay genel kuruluna kadar taşınıyor ve genel kurul kararıyla yerel mahkemenin kararı bozulmuş oluyor. Fakat dava sürecinde yaşanan öyle olaylar var ki hepsi tek tek dillere destan. Öncelikle yerel mahkemenin kararının Hazine tarafından temyizi sonucu temyiz incelemelerini yapan Yargıtay 20.H.D’ nin yerel mahkemenin kararını bozarken,1937’den beri ödendiği söylenen vergilere dair herhangi bir vergi kaydının ibraz edilmediğini ve 1936 yılında VGM’ ne yapıldığı söylenen bildirime dair herhangi bir kayıtın olmadığını bildiriyor. Bu süreçte manastır vakfı 2009 yılında, davanın başlangıç sürecinde sundukları belgelerin daha sonra Yargıtay 20.H.D tarafından belgelerin olmadığı yönündeki bildirim karşısında bulundukları düzeltme talebi üzerine belgeleri tekrar sunduklarını söylüyorlar. Fakat sunulduğu halde Yargıtay tarafından yok olduğu iddia edilen belgelerin, tekrardan sunulmasına rağmen kararın değişmemesi akıllara ikinci defa gönderilen belgelerin akıbetinin ne olduğunu sorusunu getiriyor. Sonuç olarak, Yargıtay genel kurulunun tekrardan gönderilen belgelerin varlığına rağmen ret cevabı vermesi sonucu, dava Süryani vakfının aleyhinde sonuçlanıyor ve böylece Mor Gabriel Manastır’ı Hazine’ye devrediliyordu.
Altını çizerek belirtmeliyim ki, ülkemizdeki Süryani toplumuna karşı geçmişte devlet tarafından yapılmış olan olumsuz davranışların kaşlarını çatarak yüzümüze baktığı şu dönemlerde, Türkiye’nin dünyadaki bütün Süryaniler için kutsal sayılan bir dini merkezi bu şekil şaibeli bir yolla devlet eline(Hazine’ye) nakil etmesi üstü kapatılacak bir ayıp olmasa gerek. Söz konusu nakil olayının özellikle de bugüne kadar ülkemizde azınlıklar ve etnik unsurlar konusunda geçmiş hükümetlere nazaran daha olumlu adımlar attığı, ülkemizdeki azınlıklarca da tasdik edilmiş bir hükümet tarafından yapılması meseleyi daha da vahim kılıyor. Oysaki ülke bütünlüğü açısından Türkiye için en hassas meselelerin başında gelen etnik kimlik ve azınlıklar konularında mevcut hükümetin kat ettiği mesafeyi gördüğümüzde Mor Gabriel Manastırı’nın böyle bir hukuku sürece malzeme edilmesi bile gerçekten üzücü bir olaydır. Özellikle de insanların din ve vicdan özgürlüklerine verdiği önemi her platformda dile getiren bir başbakanın hükümetinin böyle bir olaya gözlerini kapatması ve halen hiçbir şey olmamış gibi davranmasını, ülkemizin uluslararası arenada vermiş olduğu haklı mücadelelerinin ve yurtdışındaki imajının üzerine kendi elleriyle attığı yeni bir çizik olarak nitelersek haksız olmayız. Görünen o ki, Mor Gabriel Manastırı’nın devlet topraklarını işgal eden bir unsur olarak lanse edilmesine sebep olan bu hukuki sürecin sonuçlarının Türkiye için ne gibi zararlar doğuracağı gerçekten hiç hesap edilmemiş. Akıl ve mantık algılamasına bile aykırı gelen bu hukuki süreci topyekûn olarak ele aldığımızda, iç ve dış politikada Türkiye’ye yaşatacağı sıkıntıların baş harfinin bile düşünülmediği, bu bencil adımın mevcut hükümetin içerde ve dışarıda birçok meselede önünü tıkayacağı artık su götürmez bir gerçektir.
Malumunuz söz konusu azınlık konusu Avrupa Birliği başta olmak üzere diğer uluslararası etki alanı olan aktörler tarafından, Türkiye dendiğinde en çok sorgu suale tabi tutulan hususların başında gelmektedir. Merak ettiğim nokta mevcut hükümet Mor Gabriel davası hakkında uluslararası arenada göreceği baskıyı önemsiyor mu ya da bunun altından kalkabilecek mi? Bunu sorgulamamızın sebebi, hükümet mensuplarının uluslararası platformlarda boy gösterdikleri her fırsatta sürekli olarak Türkiye’de en çok değişen hususlardan birisinin de azınlık hakları olduğunu dile getirmeleridir. Şimdi bir bakalım; siz kalkın hükümet olarak, devlet olarak içinizde yaşayan azınlıkların haklarının ve durumlarının eskisinden daha iyi olduğunu dile getirin, azınlıkların din ve vicdan özgürlüklerinden bahsedin. Diğer taraftan ise bulundukları toprağın asıl sahipleri olan insanların yine o topraklarda 16 asırdır faal olarak varlığını sürdüren en önemli din ve ibadet merkezinin şaibeli bir hukuk süreci ile devlet hazinesine katılmasına göz yumun. İngilizce nasıl sorulur bilemiyorum ama adama sorarlar “Bu ne lahana turşusu bu ne perhiz?” diye! Devlet olarak henüz, yaşayan nesil ve gelecekte diasporayı oluşturacak olan genç nesil Süryanilerin zihinlerindeki yurtlarından edilmişlik ve mülklerine el konulmuşluk hissiyatını tamamen yok edememişken ve bu insanlara kendi doğdukları topraklarda rahatça yaşayabileceklerinin garantisi verileceği yerde, hükümet olarak bu insanların en kutsal ibadethanesinin ellerinden alınmasına göz yumuyorsan ertesi gün olacaklardan kimseyi sorumlu tutamazsın. İşin içinden çıkılmaz ve en düşündürücü yanlarından bir diğeri ise, hükümet bir yandan ana muhalefet partisinin zamanında camileri kapatma politikasını tenkit ediyor, AB’nin sınırları içerisinde ki Müslümanlara ibadethane konusunda yaptığı çifte standardı eleştiriyor ve İsrail’in Kudüs ile Mescid-i Aksa konusunda Filistinlilere yaptığı baskıyı şiddetli bir dille eleştiriyor. Fakat bir anda ne hikmetse bunları unutuyor ve kalkıp asırlardır kendi topraklarında yaşayan bir gayri Müslim topluluğun en kutsal ibadethanesini elinden alıyor. Eminim hükümet görevlileri oturup bu durumu bir gözden geçirseler ne kadar gülünç duruma düştüklerini kendileri de göreceklerdir.
Mor Gabriel Manastırı davasının akıbetinde herhangi bir değişiklik olmadığı takdirde Süryani Vakfı davayı AİHM’ne taşıyacak. Gidişat böyle olunca Türkiye’yi dışarıda bekleyen tehlikelere dikkat çekilmelidir. Manastır davasında kararı alan mekanizmalar anlaşılan Türkiye’deki gayri Müslim azınlıkların içerisinde Türkiye sevdalılarının ve tam aksi tavır takınanların varlığını cidden düşünmemişler. Alınan bu karar belki de yurt dışında oluşabilecek birçok yeni Türkiye karşıtı lobi faaliyetlerine kaynaklık ederek onları uluslararası arenada meşrulaştıracaktır. Özellikle yaklaşan 1915 olaylarının 100.yıl dönümü için bile hali hazırda somut bir savunma mekanizması bulunmayan Türkiye’nin, geçmişte Süryanilerin maruz kaldıkları muamelelerin acılarını halen yok edememiş olmasının yanı sıra birde manastır davası ile anılması tüm dünyadaki Süryaniler ve diasporaları tarafından ne şekilde bir tepkiye sahne olacak şayet süreç değişmediği takdirde muhtemelen hepimiz göreceğiz.
Türkiye’nin devlet eli ile yaptığı bu yanlış beraberinde, yurt dışında faaliyet gösteren Türk sivil toplum kuruluşlarının söz konusu azınlıkların Türkiye’ye olan bakış açılarını düzeltmeye yönelik yürüttükleri kamu diplomasisi çalışmalarına da açık bir darbe vuracak gibi görünüyor. Özellikle Türk sivil toplum örgütleri ile Süryani Diaspora ve Kilisesi arasında Kuzey Avrupa’daki(İsveç başata olmak üzere) yoğun çalışmaların Türkiye’deki yaşanan bu olaydan etkileneceği ihtimaller arasında gösterilebilir. Yaşanan ve yaşanması muhtemel olaylar böyle olunca Türkiye ve tüm dünyadaki Süryaniler arasındaki ilişkiler kuşkusuz gerilecektir. Özellikle mevcut hükümetin atılımları ve yurt dışındaki sivil toplum örgütlerimizin yoğun kamu diplomasisi faaliyetleri ile olumlu bir sürece girmesi muhtemel ilişkilerin, Mor Gabriel Manastırı davası ile tekrardan gerileyecek olması umarız 1915 olaylarının 100.yılı arifesinde dış dünyanın da teşviki ile olası bir Süryani meselesini önümüze servis etmez. Azınlıklar konusunda Hrant Dink davası ile idam sehpasına çıkmış olan Türk Hukuk sistemi ve “Yürütme” organı, Mor Gabriel Manastırı davası ile artık yağlı ilmiği boynuna geçirmiş bulunmaktadır. Bu vakitten sonra neler olur bilinmez ama tam her şey iyiye gidiyor derken ve azınlıklar konusunda artık ezber bozuluyor derken Mor Gabriel’in Hor Gabriel ilan edilmesi gelişmekte olan ülkemiz için hiçte hoş olmadı ki bu da böyle biline!
Uğur ERTAŞ
UİÇ Derneği Avrasya Çalışmaları Grubu Direktörü