Modern Sivil Toplum Kavramı ve Sosyal Kimlik Teorisi

Özet

Bu çalışmanın amacı günümüzde bireyselleşme ile küreselleşme arasında kalan ve kendi kimliğini bulmak üzere sürekli çaba harcaması gerektiği görülen insanın, öncelikli olarak kendisini bu boğucu denklemden uzaklaştırarak olan bitene psikolojik yaklaşımdan bakış atmasıdır. Ayrıca modernleşme sonrası kimliklerin çeşitlenme ve erimesiyle birlikte bunun kolektif yollarından biri olan sivil toplum örgütlerine dahil olmanın anlamı oldukça önemlidir. Bu nedenle kısaca sivil toplumun temellerine değinilmiş, siyaset biliminin psikoloji ile gelişim noktalarındaki kesişme alanları verilmiş ve öznenin kuruluşu ile ilgili var olan bazı önemli kuramlar açıklanmıştır. Kimlik tartışmalarına sosyal çevreyi ve gruplanmayı ekleyen sosyal kimlik kuramı sivil topluma dahil olma açısından daha önemli görülerek birlikte tartışılmıştır.

Anahtar kelimeler: Sivil Toplum, Sosyal Kimlik Kuramı, Özneleşme, Kolektif Kimlik

 

Giriş

Sivil toplum kavramı üzerine konuşmak birçok noktadan bakıldığında oldukça çetrefilli olmuştur. Kavramın tarihi 1200-1300’lü yıllara kadar giderken her dönemin kendine özgü yapılarının hangilerine sivil toplum denilebileceği ya da içinin nelerle doldurulabildiği kavramın bugünkü kavramsallaşmasıyla ilgili bir sorundur. Bu nedenle şaşırtıcı olmayacak şekilde üzerinde anlaşılmış bir sivil toplum tanımı olmadığını söyleyebiliriz. Yine de muhtemel eksiklerinin farkında olunarak tarihsel bir bakış ile sivil toplum tanımlamalarının, devletle olan ilişkisinin ve toplumla girdiği ilişkilenme biçimlerinin sunulabilmesi mümkündür. Kavramın kendisi kadar önemli bir diğer konu da sivil topluma dahil olmanın bir kimliklenme yarattığı ve bu kimliklenmenin sivil toplumu geliştirecek şekilde sürmesi için bu süreci anlamak gerektiğidir. Kimliklenme sivil toplum kadar eski ve karmaşık bir konudur. Gelişimi ise sivil toplumla aynı dönem olan yaklaşık 19. yy’da mümkün olmuştur. Sivil toplumun devletin karşısında konumlandığı yıllar ise kişilerin gruplaşmayı ve örgütlenmeyi yaşama imkanı bulduğu zamanlardır, bu nedenle aralarında sıkı bir ilişki vardır. Bu ilişki varlığını sivil toplumun güçlenmesi ile daha çok gösterecekken, sivil toplumun demokrasinin içine eklemlenmeyi başarabilmesı için kimliklerin daha iyi anlaşılması ve daha çok müzakere imkanı bulması gerekmektedir.

 

  1. Sivil Toplumun Temelleri

1200- 1300’lü yılları referans verdiğimiz zamanlarda sivil toplum fikri halktan aristokrasiye karşı mücadeleyi içeren, kendini dostukta, birarada, beraberce ve dünyada adeta cenneti paylaştıkları şekilde gösteren; mutluluğu ve insani özellikleri kazanmanın bir yolu olarak görülür (Keyman, 2004: 1). Yani belki de ilksel zamanlarımıza atıfta, tek başına hayata kalamayacağımız bilgisine karşılık birarada olmanın faydaları vardır. Birliğe yapılan bu vurgu sivil toplumun da ilk olarak birlik kurma, ortaklık paylaşma zemininden geliştiğini gösterebilir. Ancak sivil toplumun küçük veçhelerini görebileceğimiz ve insan olanın bir yolu olarak kalabalık gruplara yaptığımız vurgu kavramın kendisinden ağız dolusu ve analizler sunabilecek kadar bahsetme noktasında yetersizdir. Bunun için 13.yy’dan 17., 18.yy’a gelmemiz gerekir.

Bahsi geçen bu dönemi ise Aydınlanma düşüncesi, ihtilaller, Sanayi Devrimi gibi büyük olaylarla birlikte düşünürken gelişmekte olan kavramın modern devlet olduğu ortadadır. Modernlik, özellikle Avrupa tarihi içinde orta çağdan modern çağa ve ait olduğu çağın modern bireyinine atıfla yer alır. Keyman’a (2004: 2-5) göre modern toplumun tanımlayıcı ögesi olarak elimizde üç farklı nokta vardır; endüstriyel toplumu tarım toplumundan ayıran serbest piyasanın ortaya çıkışı, bireyin ortaya çıkışı, mülkiyet hakları, serbest dolaşım hakkı gibi doğrudan ekonomiyle ilgili sivil haklar. Burada gözden kaçırılmaması gereken bir nokta da tarihselliğin çeşitli yerlerinden alınan miras yeniden üretilerek bireyin sadece burjuva erkekler olarak tanımlanmasıdır. Sosyalizmin temelini kuran bakış açılarından biri yine üretim araçlarına ya da geçim araçlarına sahip olma durumudur, bu dahi temelde erkekler için geçerlidir ve kavramların cinsiyet açısından bir gözü kör olabileceğini gösterir.

Ancak bu dönemin öncülerinden sadece biri John Locke’dur. İnsan doğasının birtakım tedirginlikler yaratabileceğinin farkında olarak buna çözüm getirmenin yolu toplumsal sözleşmelerde bulunmuştur. Locke bunu yaparken sivil toplum ve siyasi toplum kavramlarını eserinde aynı anlamdalarmış gibi kullanır. (bkz. John Locke, Second Treatise on Civil Goverment,  Chapter 6-7, Of Paternal Power and of Political or Civil Society).

Bu dönemde önemli bir diğer şey ise sivil hakların varlığına rağmen bunun demokrasi üzerinden temellendirilmemesi ve terimin neredeyse hiç görülmemesidir. Günümüzde sivil topluma dair hemen her tartışmanın bir şekilde demokrasi karşısında alınan konumla birlikte yürüdüğü düşünüldüğünde o olmadan neredeyse zeminimizin kaydığını hissetmek olasıdır. Bu hissi çok fazla sürdürmeden yapacağımız şey ikisi arasında ilişki kurmaktır. İkinci dönemin özellikle Doğu Avrupa ve Latin Amerika’da gelişen totaliter rejimlere karşı mücadelenin etkisi altında olduğu unutulmamalı ve döneme olabilecek en geniş perspektifle bakılmalıdır. Bu ilişkide sivil toplumun bireyin özgürleşmesi ve demokrasi hakkını pratikte kazanması adına bir yol ve mücadeleye dair kanal olarak görüldüğü söylenebilir. Adeta sivil toplumun bu yükün gönüllü bir sırtlayıcısı ve devlet karşıtlığının bir yaratıcısı olduğu ortadadır. Sivil toplumun oluşumunu takip ederken elimizde hala birçok kartın eksik olduğu tahmin edilebilir. Bunlar yazının devamında da çokça değinileceği ve kimliklenme ile ilişki kurulacağı üzere örgütler ve onların değişen biçimleridir. Sivil toplumun artık STK olması, örgütsel yapısı ve gönüllü olunması gibi kavramlara bu dönemde değinilmez. Kavramın burada artı kutbunun sivil toplumu içerdiği ancak eksi kutbunun onun bir parçası değilmişçesine bunu temsil eden devleti dışarıda bıraktığı alan olarak kurulduğu görülür.

Üçüncü devremiz ise yaklaşık olarak 1990’lardan bugüne özellikle küresel çapta etki alanı olan ülkeleri ve dolayısıyla küreselleşmeyi içeren dönemdir. Katılımcı demokrasinin öne çıktığı, sivil toplumla devletin karşılıklı ilişkisinin geliştiği, özellikle alttan üste; toplumun devlet üzerinde etkisinin olduğu, bunun örgütlenme biçimleri, politikalar, insan hakları ve kimlikler üzerinden görülebildiği bir dönemdir. Bireyin artık sivil toplum örgütleri ile etki alanının genişlemesi ve kendini bunlar üzerinden tanımlaması kolaylaşır. Ancak kimlik tartışmalarına girmeden önce dönem içinde yükselmekte olan siyaset bilim ve psikolojinin birbirini nasıl etkilediğine bakmak yerinde olacaktır.

 

  1. Siyaset Bilimi ve Psikoloji

Öncelikle bu iki disiplin arasındaki farklılıklara ve örtüşme noktalarına bakmak yerine birey, toplum ve siyaset arasındaki ilişkilere dair daha tarihsel ve bütüncül bir açıklama çabasında da olunabilir (Özkazanç, 2012). Siyaset psikolojisi bir disiplin olarak ancak 1970’li yıllar gibi görece yakın bir zamanda gelişmeye başlamıştır. Psikolojinin de aynı dönemde kendini bir bilim olarak var ederken çeşitli kollara ayrıldığı ve bunların kişilik, bilişsel psikoloji, sosyal psikoloji gibi alanlar olduğu görülür. Siyaset psikolojisinin kökleri sivil topluma benzer şekilde çok daha geriye götürülebilir ancak disiplin 20.yy’da boy gösterir. Toteliter rejimlerin etkisinin hissedildiği bu ilk dönemde kişilik, liderler ve kitlelerin siyasal kişilikleri ön plana çıkar. Freud’un bu döneme dair açıklamalarında insanın bilinçdışına vurgu yaptığı ve bu kuramın, dönemin politikalarında dahi kullanıldığı görülür. II. Dünya Savaşı ile otoriterlik çalışmaları ve performansa yönelik, kişiliği odağa alan çalışmaların; siyasi olaylara etkisi üzerine çokça değinilmiştir. Ancak yükleme hatalarını içinde barındırabilen bu çalışmalar belli noktalardan kültürel bağlamı, kişiliğin hangi ideolojilerde nasıl hareket ettiğini, benimsedikleri konumları ve toplumdaki olası farklı grupları kaçırır.

Disiplinin ikinci evresinde ise en başlarda revaçta olan psikanalize ait temel yöntemden farklı olarak davranışçı yaklaşım hakimdir. Kuramsal bilginin kendisinin yerine geniş çaplı anketlere dayalı saha araştırmaları ve gözlemler kullanılır. Seçmenlerin davranışı, oy verme, kitle iletişim araçlarına yönelik sorular  dönemin klasik konuları olarak kendine yer bulur. Tutumların nasıl geliştiği oldukça önemlidir öyle ki insanlar kendi çıkarlarına ters düşen durumlarda dahi çeşitli kararlar almak durumundadır. Dönemin temel konuları söyle sıralanabilir: parti aidiyetlerinin nasıl biçimlendiği; seçmenlerin davranışları üzerindeki ekonomik, siyasi, psikoloji ve ideolojik değişkenlerin rolü ve önemi; ırk ve cinsiyetin siyasi tutum ve seçmen davranışı üzerindeki etkisi; bu katılımın farklı biçimleri, yurttaşlık tanımı ve bilinci; siyasi toplumsallaşma ile bunun niteliği oluşturan çocukluk, aile, akran çevresi ve medya; bu etkileşimlerin bilişsel ve ruhsal biçimleri (Özkazanç, 2012).

Burada eylemsel olarak oy vermeye geçene kadar tutumlarımızın çoktan şekillendiğini söylemek mümkündür. Açıklayıcı olması adına tutum; bir kimseye ya da şeye yönelik, genellikle inançlarımızdan kaynaklanan, duygularımız ve davranış niyetlerimiz ile kendini gösteren olumlu ya da olumsuz değerlendirmelerimizdir (Myers, 2019). Döneme hakim olan ve rasyonelliği önceleyen bu oy vermeye yönelik tutumları açıklama çabası bir miktar insanın davranışı tahmin edilebilir ve öngörülebilirse yön de verilebilir inanışından kaynaklanır. Ancak rasyonel olan bu yönelişe rağmen psikolojinin gerçeklik hakkında kurulan basit varsayımlar ve gerçekliğin nasıl olması gerektiğiyle ilgilenmediğini atlamamak gerekir. Buna daha fazla alan açan yer asıl olarak kitle iletişim araçlarıdır. Nixon ve Kennedy’nin destekçilerinin onları radyo ve televizyondan izleyenler olarak neredeyse ikiye bölünmesi biraz da bununla ilgilidir. Ayrıca dönem içinde idelojilerin oluşumu ve aralarına çekilen setle birlikte sağ/sol, liberal/muhafazakar gibi tanımların içlerinin doldurulmaya başlandığı görülebilir.

1980 sonrası ise disiplinin en gösterişli dönemidir denilse yerinde olur. Hem disiplinin konularının hem de kullanılan yöntemlerin biçimlerinin gittikçe çeşitlendiği rahatlıkla görülebilir. İdeolojilerin yanına gruplararası ilişkiler, kalıp yargılarımız, önyargılar, imaj ve algı sistemleri dahil olur.  İdeoloji tartışmalarında etiketlemelerin ve başvuru arayışında ise sosyal çevrenin etkili olduğu dönemde; en çok sosyal öğrenme ve bilişsel gelişme kuramları bizi ilgilendirmektedir. Bu noktada sosyal kimlik kuramı da işbirliğini, çatışmaları ve sistemi meşrulaştırma kavramlarını açıklamaya çalışır. Kişilikle olan ilişki ise ancak değer kavramları ve doğruya dair inançlar üzerinden kurulur. Ayrıca dehşet ve şiddet olguları, etnik ve queer çalışmalar, kimliklerin genişlemesi ve akışkanlığı ile yeni, sembolik ayrımcılık biçimleri atlanmaması gereken konulardır. Terörizm kavramı dahi şiddet eylemi, hak arayışı, protesto gibi farklı tanımlamalar ile anılırken bunu anlamanın yolları olarak kavramların içine girmek ve temelde söylemsel modeller, sosyal inşacılık ve dönüşüm ile çalışmak gerekli görülür.

Sonuç olarak bugün geldiğimiz yerde siyaset ya da politik psikoloji hızla gelişirken kişilerarası ilişkilere ve siyaset içindeki olgulara psikolojik perspektif ile bakılmasının önemi açıktır. Sivil toplum üzerinden yaratılan kimliklenmeyi anlamak adına kimlik tartışmaları ve özelde sosyal kimlik kuramı gittikçe anlamlı bir noktaya gelmektedir. Elbette özneyi anlayarak.

  1. Modern Birey ve Öznenin Kuruluşu

Başlıkta yer aldığı üzere daha çok vurgulanmak istenen modern bireyin kuruluşu ve modernliğin çözülmesi ile birlikte öznenin üzerinden tartışılan kuramlardan birkaçına bakmaktır. Bu sebeple bireyi ‘akılcı’ olarak yer aldığı dönemden ele alıyor ve bir sözleşmeyle oluşturdukları yaşam ve mülkiyet alanı olan sivil toplumun arkasında gözden kaçırılan iktidar ilişkilerine  girilmesinin yerinde olduğunu düşünüyorum. Çünkü bu yeni insan modelinin arkasında tüm bunlarla birlikte sermaye sınıfının yükselişi vardır (Özkazanç, 2012). Bu dönemde akılcı insanın sınıfı çoktan oluşmuş, ancak tanımlarının içine sadece burjuva erkekler girebilmiştir. Kadınlar, farklı etnik kökenler, proletarya, deliler, çocuklar gibi farklı sınıfların bireyleri aslında sadece siyasi arenadan dışlanmamış; tam tersine önce insan tanımlamalarına dahil edilmemiş, daha sonra ise muhtemelen bunlara hızlıca çözüm getirmenin bir yolu olarak kendilerini sıkışık konumlarda yer alırken bulmuşlardır.

Ayrıca bu hiyerarşinin sadece insan üzerinden değil, değişen teknoloji, yükselen bilimler ve ortaya çıkan araç gereçler ile; doğanın, yaşam alanlarının, canlı, cansız herkesin kontrolünü ele geçiren kapitalist düzen ile imkan bulduğu düşünülebilir. Modern birey bunların bir yaratıcısı olarak görülmek yerine çok daha iyimser, aklı sayesinde bunlara çözüm üretmeye çalışan, her şeye yetkin bireyler olarak sahnededir. Ancak psikolojinin hakkında en çok şey söylenen ismi Freud, döneminin etkisi ve mevcut kötümserliği ile insanın kötülüğünün farkındadır. Tüm kuramını dürtüler, onların tanınması ve bastırılması sonucu ortaya çıkan çatışmaların işlenmesi üzerine kurar; bunu da bilinçdışı olarak adlandırır. Kuramını yerinde saymayan ve yıllar boyu geliştiren Freud, bilinç, bilinçdışı, ego ayrımlarını id, ego, süperego olarak tanımlamayı daha verimli bulur. Bu çatışmaların merkezinde ise bizi özneleştirecek ve nesne ilişkilerinin devamını sağlayacak ilk iktidar mekanizması olan ‘ödipal kompleks’ vardır. (Freud’un temel eserleri için bkz. Sigmund Freud, Haz İlkesinin Ötesinde, Ben ve İd, çev. Ali Babaoğlu, İstanbul: Metis, 2001; Sigmund Freud, Uygarlığın Huzursuzluğu, çev. Haluk Barışcan, İstanbul: Metis, 2000; Sigmund Freud, Uygarlık, Toplum ve Din, çev. Emre Kapkın, İstanbul: Payel, 2006).

Psikanaliz ile dili eklemleyen Lacan, Freud’un teorisinin söylemsel olarak kurulum biçimlerini inceleyerek onu başka bir noktaya taşıyacaktır. Lacan için öznenin kuruluşu dile yani sembolik alana girişle mümkündür. Ancak bu yapı ve sembolleşmenin kendisi nedeniyle öznenin hiçbir zaman bütün olması mümkün değildir ve aslında dilin kendisi bir yaratım ürünüdür. Öznel kimlikler de sözcüklerin kendileri gibi, farklılaşma ve ayrışma süreçleridir yani bu durum öznenin sürekli olarak inşa sürecinde olduğunu ima eder (Scott, akt. Demirler ve Dinçer, 2010: 123). İnsanın kendi gerçekliği ile o gerçekliğin algılanması arasında kapanmaz bir boşluk vardır. Lacan bu boşluğun imkansızlığı ve bir o kadar arzuyu yaratması nedeniyle onu ‘Fallus’ yani ‘Yasak’ olarak tanımlar. (Lacan için bkz. Saffet Murat Tura, Freud’dan Lacan’a Psikanaliz, İstanbul: Kanat, 2004; Jacques Lacan, Yine/Hala, çev. Murat Erşen, İstanbul: Metis, 2020).

Bunlarla birlikte ilişkiselliği ortaya çıkaran ve süreç olan özne kavramı açığa çıkmıştır. İktidar ilişkilerine dair söz söylerken psikanalitik kuramların biraz dışında konumlanan oldukça önemli bir isim de Michel Foucault’tur. Foucault için iktidar ilişkileri modern özneyi özne yapan şeyin ta kendisidir. Kendisine göre hem psikanaliz bundan muaf değildir hem de bilgi, direniş, özgürlük gibi kavramların kendisi. Bu nedenle o ‘Yasak’ı tam olarak bir yasak olarak görmez, hatta yasağın kendisi de üretkendir; onun kendisini de modern iktidarın ürettiği asıl şey olan özne ve özneye dair bilgi olarak görür (Özkazanç, 2012). Özne olmak, iktidar ilişkilerine tabi olmak ile; özneleşmek ise bu bilgiyi üreten kurumların, kuramların, söylemlerin ağına girerek mümkün hale gelir. (Foucault için bkz. Michel Foucault, Cinselliğin Tarihi, çev. Hülya Uğur Tanrıöver, İstanbul: Ayrıntı, 2007).

İktidar ilişkilerine yapılan bu vurguyu, yine psikanaliz geleneğiyle birleştirmeye çalışan ancak bunu feminist kimliğiyle yapan Judith Butler’ın kuramı özne kavrayışı ile ilgili en üst noktaya karşılık gelmektedir denilebilir. Toplumsal cinsiyet ya da kavramın çevirisinin tam karşılığını bulamadığına dair eleştirilere binaen queer kavramını sorgulayan Butler için, öznenin bir parçası olan cinsiyet, heteroseksüel normlar ve söylemler ile kurulmaktadır. Ancak bu kurulum ulaşılan son bir nokta olarak görülmemeli, aksine sürekli olarak icra edilen eylemler şeklinde anlaşılmalıdır. Çünkü cinsiyetli bir özne; bir normun, bir kimliğin icra edilmesine, sürekli davranış örüntülerinin tekrarına bağlıdır (Özkazanç, 2012). (Butler için bkz. Judith Butler, Cinsiyet Belası: Feminizm ve Kimliğin Altüst Edilmesi, çev. Başak Ertür, İstanbul: Metis, 2008).

Bu bağlamda ulaşmaya çalıştığımız asıl nokta, öznenin kendi kimliğini hangi şekillerde kurduğu ve aynı şekilde bozabileceğinin farkında olarak bunun bir örneğini sivil toplum üzerinden kimliklenme süreci ile açıklamak ve sosyal kimlik kuramı ile tartışmaktır.

 

  1. Kimlik Tartışmaları ve Bir Kuram Örneği: Sosyal Kimlik

Kimlik kavramı da sivil toplumun tarihinde bahsedildiği üzere 19 yy. itibariyle Aydınlanma düşüncesi, onun Dünya’da yarattığı büyük bir değişim, Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi’nin imzalanması gibi olaylar ile kendine ait zemini bulmuştur. Modern bireyin kendini öncelemesi ve kendini tayin edebilmesine karşılık önce kim olduğunu bilmesi gerekmektedir. Ancak kimlik kavramını ortaya atmadan önce kimliğin anlamına ve karıştırılması muhtemel bazı kavramlara bakılması gerekebilir.

Kavramın İngilizce’de karşılığı olan ‘identity’ aynı zamanda özdeşlik, benzerlik, aynılık gibi ifadelere de karşılık gelmektedir. İlk olarak ise Fransızca sözlüğünde geçmiş ve ‘ident’ ile ‘identitatem’ kelimeleri ile birlikte bulunmuştur. Bunlar ise sırasıyla özdeş ve aynılık demektir. Ancak daha da önce kimlik terimi asıl olarak aynılığı ve sürekliliği içeren Latince ‘idem’ kökünden türetilmiştir. Türkçe’de ise Aydoğdu’a (2004: 117) göre, kimlik ‘kim’ kökünden gelmekte ve aidiyeti, aynı olmayı, tek olmayı ve hangi kişi olmayı ifade etmektedir. Görüldüğü üzere kimlik terimi aynılığa işaret etmektedir ve bu aynılığın içinde bulunulan sosyal çevreye bakılarak anlaşılacağı ortadadır.

Kimlik üzerine sosyal disiplinlerin hemen hepsi içinde açıklama bulmak mümkündür. Bunları bir miktar domine eden psikolojiye göre kimlik; benliğin yerleştiği dönem olarak yetişkinliği referans alırken bireyin hayatı boyunca süren bir gelişim sürecini kapsar. Ancak bu noktada kişilik ile karıştırılmaması gerekir. Kimlik, en geniş anlamıyla bireyin tüm özelliklerini kapsar; hem kişinin kendisini nasıl gördüğü hem de nasıl görüldüğü ile ilgilidir. Halbuki kişilik bir örgütlenmedir, kimlikler içinde, kimliklerin örgütlenmesi (Aşkın, 2010: 213). Ayrıca Güvenç’e (2009) göre kişilik çok fazla değişmezken kimlik hem bireysel, hem ulusal hem de resmi olarak değişkenlik gösterebilir. Başka bir alanda sosyolojide ise kişilik kolektiftir, toplumsal yapılar ve onlara karşı sorumluluklar üzerinden kurulur. Burada işaret edilen nokta, kimlik kavramının kendi başına dahi sosyal etkileşimi içermeye araladığı kapıdır.

Ancak bu kapıların ardındaki anlamların oluşması için bir sürecin işlemesi gerekmektedir ve bizi sosyal kimlik kuramına götürecek süreç yabancı ile kurulan ilişki ile başlar. Yabancılar hakkındaki fikrimiz genelde hakkında hiçbir şey bilmediklerimiz gibi anlaşılabilir ancak gerçek böyle değildir. Yabancılar kalabalıkların, yığınların içinde asıl olarak görünmez olurlar. (bkz. bir bilimkurgu serisi olan Man in Black). Aksine o hakkında kısıtlı bilgi sahibi olunan ve günlük yaşamda karşılaşılandır. Yabancıya dair fikirlerimize ön ayaklık edenin kalıpyargılar ve onların tutumlara işlemiş biçimi olarak önyargılar olduğu söylenebilir. Kalıpyargılar, kısaca belli bir grup insanda bulunduğuna inanılan kişisel özelliklerdir. Bunlar aşırı genelleştirilmiş, doğru olmayabilen, yeni bilgiye karşı dirençli olan ama başkaları hakkında bilgiyi işlememize de imkan veren şemalardır. Almanların disiplinli, Türklerin misafirperver olduğu inancı kavrama dair küçük örneklerdir. Çevremize dair çok fazla ve karmaşık bilgiler ürettiğimizden ve kurduğumuz sosyal sistemler aynı zamanda birçok tehdit barındırdığından basitleştirilmiş bilgiler pratikte işe yarar görülür. Ancak bireyin kimliğini yabancıyı dışlama üzerinden tanımlaması ve bunlara tutunması önyargıya giden yolu işaret eder.

Önyargıda ise birey ait olduğu grup hakkındaki tutumlardan ve tüm bu genellemelerden yola çıkarak o birey hakkında genellikle olumsuz tutumlar, yargılar veya duygular geliştirir (Myers, 2019). Davranış boyutu şimdilik yoktur, bunun davranış düzeyinde görülmesi ayrımcılık olarak tanımlanır.

Sosyal kimlik kuramı ise tam olarak bu kavramların üzerine eklemlenir ve bu durumu açıklığa kavuşturur. Bireyin ilk olarak kendisini grup terminolojisi üzerinden tanımlaması yani sosyal özdeşleşme yaşaması gerekir. Ardından birey grubun anlamını diğer gruplar üzerinden sosyal karşılaştırmalar yaparak geliştirirken bu karşılaşmalar genelde iyinin/doğrunun ne olduğuna dair hayatın ve ahlakın ikilemlerini çözmeye yöneliktir. Eğer kişi kendini grubu içinde olumlu bir sosyal kimlikle algılarsa olumlu benlik saygısı geliştirirken kendi grubunu da güçlendirmeye başlar (Tajfer, 1982; Turner, 1978). Burada bize gerekli kavramlar, kategorize etme, kimliklenme ve karşılaştırmadır. Kimliklenme daha çok iç grup üzerinden olur, ‘biz’ denilen aidiyet hissini ve ortak kimliği paylaşan bir grup insan olarak tanımlanır. Karşılaştırma ise dış grup olan ‘onlar’ üzerinden yapılır. İç gruptan ayrı ya da farklı olarak algılanan bir grup insanı ifade eder. İnsanların bizden olanlar ve ötekiler ayrımının olmadığı kültür olmadığı gibi bu durum kimlik ile öyle ilişkilidir ki özünde kendini bilme ve inşa etme eyleminin, kendini bildirme ile eş zamanlı ilerleyen bir süreç olduğu söylenebilir (Calhoun, akt. Üzümlü, 2020). Burada önemli olan bir nokta da kimliklerin saf öteki üzerinden kurulmasının hem yanıltıcı hem de oldukça yıkıcı olabileceğidir. Kendisine öteki ile ortak alan bırakmayan ve bunu güçlü tarafın diğerine kazancı olarak gören; bunu yaparken kavramsal olarak iç grup yanlılığı denilen kendi olumlu yönlerini ön plana çıkarırken ötekinin sadece negatif özelliklerini algılayan anlayış, açıkça toplumsal yaşamı tehdit etmektedir.

 

  1. Kimlik ve Sivil Toplum

Daha önceki dönemlerde kimliğin değiştirilemez ve doğuştan gelen kalıcı bir öz içeriyor olması düşüncelerine karşı, modernlik sonrası dönemde birçok unsurun değişmesi ile artık rahatlıkla bu geleneksel kimlik inanışının kırıldığı söylenebilir. Şu çok açıktır ki kimliğin geldiği bu nokta sivil toplum arayışlarının da başına denk gelmektedir. Zira sivil toplum Keyman’a (2004: 3) göre demokrasinin, dayanışmanın ve geniş ölçekte toplumsal yapıyı değiştirme hareketinin teminatıdır.

Başlarda sivil toplumun devletle neredeyse eş görüldüğü bir konumdan geldiği nokta, son nokta olmasa ve tartışmalara açık olsa da takdire şayandır. Artık kendisi devletin temel misyonu değil, bireylerin oluşturduğu ana örgütlenme alanlarıdır. Ancak sivil toplum terimi çoğunlukla olumlu ve demokratikleşmeyi yerleştiren bir terim olarak anılmasına rağmen sosyal psikolojinin ifade ettiği grup kavramından bağımsız düşünülemez. Bu grupların da kendi içlerinde iç grup yanlılıkları, öteki kabulleri, hiyerarşi ve güç barındırabileceği açıktır. Bir sivil toplum kuruluşunun gönüllü üyesi kendisini açıkça o kuruluşun alanı her neyse sadece onun üzerinden ‘çevreci’, ‘feminist’, ‘liberal’, ‘milliyetçi’ olarak tanımlayabilecek iken dış gruba dair çok kolay atıflarda bulunabilir. Bu durumda müzakere alanları yerlerini rahatlıkla çatışma alanlarına bırakabilir. Beck’e (1999) göre, siyasetin içinde yetkili olan aktörler, siyasal partiler ve parlamento genelde sabit iken, toplumsal alanın tabanlarına odaklanmış, bunlardan bağımsız olan örgütsel alanlar (sivil toplum denilebilir); çok daha değişken ve dağınık fikirlerden oluşur.

 

Sonuç

Sivil toplumun tarihini göz önünde bulundurarak ilerlediğimiz süreçte, sivil toplum örgütlenmelerinin ifade ettikleri üzerine en az devletin kendisi ve yapılanmaları üzerine olduğu kadar düşünülmesi ve çatışma yerine insan ilişkilerine önem veren, etiketlerden kurtulabilmiş, her türlü toplumsal menfaati her kimlik için öne çıkaran yapılar olarak ele alınmaları gerektiği önerilmektedir. Özneleşme üstüne söylenenlerin kimliklenmenin açığa çıkarılması açısından sadece bir yol olduğu bilinmektedir. Kimliklenme konusu ise sosyal çevre ile oldukça ilgilidir ve öznenin kimliğini oluştururken dayanak aldığı birinci alanlar dahil oldukları çok çeşitli gruplardır. Bu gruplar ile kimliklenme üzerine bize alan tanıyan kuramlardan biri de sosyal kimlik kuramıdır. Sosyal kimlik kuramı açıklanarak, sivil toplum ve birey arasında ilişki kurulmaya çalışılmıştır. Sivil toplumun toplumsal faydayı ve karşılıklılığı öne çıkaran biçimi ve iletişim önerilirken, öteki gruplara karşı atıf yanlılıklarından kaçınılması gerektiği hatırlatılmıştır. Çünkü açıktır ki birey olarak yapabildiklerimiz ve karşımızdaki ‘koca’ dünyaya karşılık yaşamanın ve yaşam hakkına sahip çıkmanın önemli bir yolu bu sivil toplumun örgütlü alanlarından geçmektedir.

 

Esin ÇALIŞKAN

Sivil Toplum Çalışmaları Staj Programı

 

 

Kaynakça

Acar, M. (2016). Kamu politikası perspektifinden sivil toplum devlet ilişkileri bir çerçeve önerisi, Yasama Dergisi, 60-86.

Aşkın, M. (2007). Kimlik ve giydirilmiş kimlikler, Atatürk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 10(2), 213-220.

Aydoğdu, H . (2010). Modern kimlikte öznenin ölümü. Atatürk Üniversitesi Kazım Karabekir Eğitim Fakültesi Dergisi, 10, 115-147.

Beck, U. (1999). Siyasallığın İcadı, (çev. Nihat Ülner), İstanbul: İletişim Yayınları.

Brown, R. J. ve Turner, J. C. (1979). The criss cross categorization effect in intergroup discrimination, British Journal of Social and Clinical Psychology, 18,371-383.

Demirler, D., Dinçer, F. (2010), Toplumsal cinsiyet: faydalı bir tarihsel analiz kategorisi, Kültür ve Siyasette Feminist Yaklaşımlar, 12, 112-138.

Demirtaş, H.A. (2003). Sosyal kimlik kuramı, temel kavramlar ve varsayımlar, İletişim Araştırmaları,1(1), 123-144.

Gönenç, A.A. (2001). Sivil Toplum, Düşünsel Temelleri ve Türkiye Perspektifi, İstanbul: Altkitap.

Güvenç, B. (2009). Türk Kimliği: Kültür Tarihinin Kaynakları, İstanbul: Boyut Kitapları.

Keyman, F. (2004). Sivil toplum, sivil toplum kuruluşları ve Türkiye, Sivil Toplum ve Konferans Yazıları, 4, (haz.Arzu Karaman), İstanbul: Bilgi Üniversitesi.

Myers, D. (2019). Sosyal Psikoloji, (çev. Serap Akfırat), İstanbul: Nobel Akademik Yayıncılık.

Özkazanç, A. (2012). Siyaset Bilimi: Kavramlar, İdeolojiler, Disiplinler Arası İlişkiler. İstanbul: Yordam Kitap.

Üzümlü, M.A. (2020). Kimlik tartışmaları bağlamında sivil toplum. The Journal of Academic Social Sciences, 90(90), 299-309.

Tajfel, H. (1982). Social psychology of intergroup relations. Annual Revieıo of Psychology, 33, 1-39.

Sosyal Medyada Paylaş

LEAVE A REPLY

Please enter your comment!
Please enter your name here

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.

Tarih:

Beğenebileceğinizi Düşündük
Yazılar

Kolektif Kimlik Bağlamında Sosyal Bütünleşme: Gezi Parkı Olaylarından Bir Perspektif

Fazilet Bektaş Sivil Toplum Çalışmaları o-Staj Programı Özet Bu çalışma, uluslararası alan...

Teknolojinin İpek Yolu: Otoriterleşme ve Çin’den Dünyaya Uzanan Dijital Otoriteryanizm

Nazlı Derin Yolcu Sivil Toplum Çalışmaları o-Staj Programı Özet Dünyada geçmişten günümüze...

Arap Baharı ve Demokratikleşme: Tunus ve Mısır’da Sivil Toplumun Karşılaştırmalı Rolü

Ayça Özalp  Sivil Toplum Çalışmaları o-Staj Programı Giriş Demokratikleşme ve sivil toplum...

Küresel Göç Yönetiminde Sivil Toplumun Etkisi: Sivil Toplumun Katkısı ve Sınırları

Kaancan Koçak  Sivil Toplum Çalışmaları O-Staj Programı Özet Göç insanlık tarihinin en...