2007 yılında Amerika’da yayımlanan belgesel niteliğindeki film, Amerikan sağlık sistemindeki aksaklıkları çarpıcı bir şekilde bizlere göstermektedir. Belgeselde, sağlık sigortası olmayan veya olduğu halde bundan yararlanamayan insanları konu edinen Moore, güncel sorunları gösterirken; Kanada, İngiltere, Fransa ve hatta Küba ile Amerika’yı karşılaştırmayı tercih etmekte ve böylece süper güç olarak anılan bir ülke olan ABD ile Küba gibi uluslararası siyasette pek fazla ağırlığı hissedilmeyen bir ülkeyi karşılaştırarak durumun vahametini vurgulamaktadır.
Esasen sağlık sistemlerindeki sıkıntılar, Amerika’ya özel bir durum değildir. “Her şeyin fazlası zarardır.” sözü devlet bazında da kullanılabilir ve kullanılmalıdır da. Bu belgeselde gördüğümüz gibi, Liberal sistemin aşırılıkları da “bırakınız geçsinler” anlayışından çıkıp ‘bırakınız ölsünler’e doğru kayabilmektedir.
Soğuk Savaş’tan kalma diyebileceğimiz bir tepkiyle ve Sosyalizmden olabildiğince uzak kalmak adına, devletin düzenlediği ya da düzenleyeceği her şeye şüpheyle yaklaşan bir kesim oluşmuştur. Özellikle de Amerika’da bu kesimlerin etkisiyle devlet mekanizması birçok sektörden elini çekmiş, bunun sonucunda ise özelleştirmeler gündeme gelmiştir. Öyle ki ABD’de okullar ve hastaneler bile adeta kar amacı güden birer ‘şirket’ haline gelmişlerdir.
Bilindiği gibi Amerika “özgürlükler ülkesi” olarak anılmaktadır. Filmde de bu özgürlüğe verilen örnek üç işte çalışabilen bir kadındır. Bu durum bir ayrıcalık olarak gösterilmiştir ve bir bakıma doğrudur da. Çünkü birçok ülkede -özellikle devlet memurları için- ikinci bir işte çalışmak illegaldir. Oysa liberal bir sistemde herkese istediği kadar çalışma fırsatı tanınmalıdır. Çalışmanın ve kazanılan paranın doğru orantılı olduğu bir dünyada çalışmanın engellenmesi, para kazanmanın da engellenmesi manasına gelmektedir. Bu yüzden Amerikan devletinin halkına tanıdığı ‘birden çok işte çalışma özgürlüğü’ çok büyük bir imtiyaz gibi görünebilmektedir. Fakat bu duruma diğer bir açıdan baktığımızda, Amerika’da sağlanan özgürlüğün de bir bedeli olduğunu unutmamak gerekmektedir. Çünkü aynı anda üç işte birden çalışmak, her insanın -özellikle de sağlık sorunu olan kişilerin- altından kalabileceği bir durum değildir.
Filmde, sigorta yaptırabilmek için sadece gelirin değil belli başlı başka şartların da arandığını görmekteyiz. Boyu/kilosu ortalamanın altında ya da üstünde olan insanların sigorta yaptırırken zorlandıkları da burada göze çarpan bir husustur. Belki de bu yüzden Michael Moore, ‘Amerikan rüyası’nı yaşayanları sağlık sigortası olan kişiler olarak bizlere sunmaktadır. Fakat mesele sadece sigorta yaptırabilmek ile de çözülememektedir. Neredeyse cep telefonunuza konuşma paketi alır gibi bir sağlık paketi aldığınızdan, bazı paketler sürpriz sorunlarınızı karşılayamamakta ya da önceden olan bir rahatsızlığınız sigortanın vereceği paranın önünde bir engel teşkil edebilmektedir. Yani, filmden ABD’ de sigortalı olmanın bile yeterli olmadığı ve bunun ardında yatan sebebin ise ‘kar maksimizasyonu’ için çabalayan sigorta şirketleri olduğu anlaşılmaktadır.
Bu konunun medyaya yansıması Kopenhag Güvenlik Okulu’nda bahsedilen ‘güvenlikleştirme’ meselesine benzetilebilir. Kopenhag Okulu’nda ana aktör olan devlet, bireyleri belli bir konunun önemli olduğu hususunda ikna etmeye çalışır ve bireylerin yani halkın ikna olduğu durumda da güvenlikleştirdiği konu için daha fazla para harcamak yolunda meşruiyet kazanmış olur. Burada ise Moore, bir birey olarak ana aktör olmayı başarmış, medya aracılığıyla bir konuyu güvenlik meselesi haline getirmiş ve bu konunun önemli olduğu hususunda halkı inandırmaya çabalamıştır. Bunun neticesinde beklediği sonuç ise devletin sağlık konusundaki eksiklikleri görüp sistemdeki aksaklıkları gidermeye çalışmasıdır. Sadece bu filmden değil, Moore’un Amerika’daki birçok sorunu ele aldığı diğer belgesellerinden de anlayacağımız üzere medyayı etkin kullanan bir birey, devleti etkileyecek düzeye gelebilmektedir.
Günümüzde tüm dünyaya yayılmış Covid-19 salgınının olumsuz etkilerini yaşamakta olduğumuz böylesine zorlu bir süreçte, devletin sağlık alanına ne ölçüde karışması gerektiği önemli bir tartışma konusu haline gelmiştir. Amerika’nın sağlık sistemi de belgeselin yayınlamasından on üç sene sonra hala çok konuşulan konulardan biri olmaya devam etmektedir. ABD’nin salgın süresince çok da başarılı bir sınav vermediği aşikârdır. Öyle ki ABD’ de, ABD Hastalık Kontrol ve Önleme Merkezi(CDC) verilerine göre 16 Temmuz 2020 tarihi itibariyle 136 bin kişi koronavirüsten dolayı hayatını kaybetmiştir.[1] Bu ölümlerin çoğunun ise salgının ilk günlerindeki yetersiz testlerden ve geç alınan önlemlerden kaynaklandığı düşünülmektedir.
Diğer bir sıcak konu ise sağlık meselesinin güvenlik konularından biri sayılıp sayılmaması hususudur. Klasik teorilerin belirttiği gibi bir askeri unsur söz konusu olmasa da küresel bazda yüz binlerce kişinin öldüğü ve hastalığı ağır şartlar altında geçiren, iç organları hasar gören kişilerden de bahsedildiği mevcut durumda sağlık, sizce de bireylerin hayatını etkileyen bir güvenlik sorunu değil midir? Öyle olduğu aşikârdır fakat bu güvenlik sorununa askeri unsurlarla karşılık veremeyeceğimiz de ortadadır. Güvenlik sorunlarının bireylerden ziyade bir aktör olarak devleti ilgilendirdiği hesaba katıldığında, devletlerin sağlık sistemlerine daha fazla yatırım yapmak zorunda kalmaları kaçınılmaz olacaktır. Devletlerin sağlık sistemlerinin gelişimi için de elbette bilime, teknolojiye ve eğitime yatırım yapmaları gerekmektedir. ABD’nin de bu gerçeği kabul ederek harcamalarını gözden geçirmesi şüphesiz Amerikan halkının lehine bir gelişme olacaktır.
Rabia SEZER
TUİÇ Güvenlik ve Strateji Çalışmaları Staj Programı
Kaynakça:
[1] Cases in the U.S. (2020), Erişim Tarihi: 16.07.2020 https://www.cdc.gov/coronavirus/2019-ncov/cases-updates/cases-in-us.html
Muhteşem, rabia hanım çok kıymetli bi içerik olmuş teşekkürler.
Keşke herkes okusa bu yazıyı.Şahane olmuş tebrik ederim.