Metropol ve Birey: Kapitalizmin Kıskacında Bir Çözülme Hikâyesi

Özet

Bu çalışma Metropol ve birey arasındaki ilişkiyi incelemektedir. Ekonomi üzerinden ele alınan kentin bireyin hayatında ne gibi etkileri olduğunu ortaya koymuştur. Metropol insanının küçük şehir insanı ile arasındaki fark ortaya konmuş ve bireyin kapitalizm karşısında geçirdiği sosyolojik değişimlere yer verilmiştir.

Anahtar Sözcükler: Metropol, birey, ekonomi, kimlik, soyutlanma.

Abstract 

This study examines the relationship between metropolis and individual. It put forwards what kind of effects, the city dealt through economy has on individuals. The difference between a metropolis individual and a small city individual is set forth and sociological changes an individual goes through facing capitalism are included.

Keywords: Metropolis, individual, economy, identity, abstractedness. 

Giriş

Metropol demografik yüzdesi yüksek, iş imkânları nedeniyle nüfusun dışarıdan göç ile sürekli artış gösterdiği, üretim-tüketim denkleminin daima harekette olduğu, kültür ve sanat etkinliklerinin önem gördüğü büyük şehirdir. Metropolün demografi ile ilişkisi özellikle kentin büyümesi ve yeni olgular yaratmasında baş etkendir. İthalat ve ihracattaki hareketlilik metropolü bulunduğu ülkenin ticaret merkezi haline getirir; ülke ekonomisi için büyük önem arz eder. Gösterdiği daimi devinim ve büyüme nedeniyle sıkı düzenleme ve kontrolün uygulanmasını mecburi kılan kent özellikle kurumsallaşma ya da başka bir değişle işbölümü ile bunu başarmaktadır. “(…) kapitalizmin en son aşamasıyla biçimlenen, yani uluslararası işbölümü uyarınca konumlanan yapı” (Ahıska, 1992: 118). 

Metropol: Ekonomi Etrafında Şekillenen Kent

Kırsal kesimde hayat durağandır, üretici ve tüketici birbirini tanır alışveriş yüz yüze yapılır, ilişkiler duygusaldır. Kırsal kesimdeki insanın zihni de bu yüzden durağandır, ilişkiler beyinle değil kalple yönetilir. “Özellikle sanayi devrimi ile birlikte kentsel mekânların biçim ve işlevlerinin değişmesi kent kavramının içeriğini bütünüyle değiştirmiş…’’ (Topal, 2004: 277) Biçim ve işlevi değişen kentlerin barındırdığı nüfusun değişime uğramaması söz konusu bile değildir. Metropolde hayat kırsal yaşamın tam tersidir; hayat hızlı akar kişinin dakik ve hızlı olması gerekir. Üretim şehrin dışında gerçekleşir, tüketici talebini karşılayanı görmez, görse dahi onun için bir şey ifade etmez: İlişkiler beyinle yönetilir, metropol bireyi rasyoneldir. Metropol insanı yüksek bir farkındalığa sahiptir; farkındalık/rasyonellik onu kendini korumaya iter. Bu itiş kişiye yaşama uyum sağlamada yardımcı olur. Kent harmoni içinde olmak zorundadır, kişisel zaman çizelgesinde ilerleyemez; karmaşık sistemi ayakta tutmada küçük bir unsur olan birey araçsallaşır.

Metropolün temellerini aydınlanma öncesi 16. yüzyılda Batı Avrupa’da başlayan merkantilizm olgusuna kadar götürmek mümkündür. Dünyaya ticari bir gözle bakan bu düşünce toprağın önemi olmadığını öne sürer. Paranın özellikle ticaret çerçevesinde önem kazanması bu dönem sonrasında gerçekleşir. “On dokuzuncu yüzyıl ise, daha fazla özgürlüğe ek olarak, insanda ve çalışmalarında işlevsel uzmanlaşma talep etti; bu uzmanlaşma, bir bireyi ötekiyle kıyaslanamaz ve her bireyi mümkün olan en üst düzeyde vazgeçilmez hale getirdi” (Simmel, 1903: 317). Uzmanlaşma yani işlevsellik sayesinde bireylerin birbirlerinden ayrılabileceği fikri sanayileşme ve kapitalizm sonucunda şekillenmiş bir fikirdir ve bireylerin araçsallaşması buradan doğan bir sonuçtur. Araçsallaşmanın doğurduğu kimi gerekliliklere ilişkilerin çıkarlar üzerine kurulması ve Georg Simmel’in modern insanın ilişkilerinde bulunan “dokun-bırak” normu örnek verilebilir. Makine misali işleyen büyük kentlerde hesaplama, şablon ve dakikliğin önemli kılınması insan ilişkilerine de sirayet eder ve sonunda yararlılık ilkesini mecburi kılar. Bu ilişkilerin örneklendirilmesiyse rasyonelliğini ön planda tutan metropol insanının kendisine fayda getirmeyen veya fazlasıyla uyarıldığı herhangi bir ilişkiden hiçbir sorun çıkmadan uzaklaşması şeklinde yapılabilir. 

Rönesans’ın başlattığı ve Reform ile güç kazanıp günümüze ulaşan “özgür birey” ya da “bireyselleşmiş birey” fikri kişiyi toplumsal bağlarından sıyrılıp tarih, kültür ve miras gibi geçmişten geleceğe aktarılan olguları yok saymaya iter. Bu bireyselleşme özellikle Ortaçağ Avrupa’sı için gerekliyken sonraki yüzyıllarda hayat bulacak olan “Tanrı öldü” fikrinin de temelidir. Simmel’in (1903) 18. yüzyılda bireyin dinsel köklerinden koparak baskı altında kalmadan özgürleştiği fikri bugün özellikle metropol yaşantısında tinselliğin büyük oranda var olmayışının nedeni olarak gözlemlenebilir. 1996 yapımı yerli film Eşkıya’da kırsal kesimde doğup büyümüş protagonist Baran kurşundan korunmak için muska takar; bu onun tinselliğini niteleyen bir davranış olup, kırsal kesimde yaşamış bir bireyin de zihin yapısını örnekler. Nesnelerin ve şeylerin önem kazandığı mekânlar olan metropollerde bireyin hayatı bu şeyler etrafında şekillenmektedir. Nitekim hayatı nesneler etrafında dönüşüm geçiren bir kimsenin tinsellikle olan ilişkisi sorgulanır düzeydedir. Metropol bireyinin rasyonel olması da bahsedilen fikirlere bağlanabilir. “Bugün ekonominin motoru, gereksinimlerden çok neye gereksinildiğini söyleyen kent kültürünün kendisidir dahası metropolleri birbirine bağlayan küresel kültürdür. Bu yapı kişilerarası ilişkilerin duygusaldan çok ussal boyutta sürdürüldüğü, çeşitli çıkarların gözetildiği, işlevselliğin gündelik yaşama damgasını vurduğu karmaşık bir toplumsal organizmayı bir arada tutmaktadır. Birey dakiklik, kesinlik, öngörülebilirlik ve artı değercilik gibi mekanizmaların baskısı altındadır. Dahası bunlar metropolün yarattığı psikolojik önkoşullardır. Birey çoğunlukla bu önkoşullara uyum sağlamak adına tinsel varlığından feragat etmek zorunda kalır” (Altan, 2011: 9).

Spiritüellikten uzaklaşan kişi kendini büyük şehrin sayısız uyarıcılarından korumak için rasyonel bir bireye dönüşür; derin duygusal ilişkilerden kaçınır (Simmel, 1903: 318). Freud ise bu durumu “Nirvana İlkesi” olarak adlandırmıştır. Bireyin duyarsızlığı bir başka savunma mekanizmasıdır; uyarıcılara karşı daimi bir duyarsızlık sonunda sorunlara yol açar ve kişi zarar görür. Kurulan iletişimler sadece bu zararı biraz olsun dindirmek amacıyla kurulur (Altan, 2011: 15). Metropol insanının tam manasıyla anlaşılabilmesi için metropolün ekonomi üzerinden ele alınması bir zorunluluktur. “Metropol daima para ekonomisinin yuvası olmuştur” (Simmel, 1903). Bulunduğu ortama uyum sağlama yeteneği olan insanının bu nedenle günlük ilişkileri de özünde kapitalist düzenin güttüğü yarar politikasına dayanmaktadır. 18. yüzyılda bireyin dinsel köklerinden koparak baskı altında kalmadan özgürleşebileceği fikri, Meltem Ahıska’nın (1992) metropolün bireye tarihsel ve dinsel bağlardan koparak özgürleşebileceği bir ortam sunduğu fikrine benzer.

Yabancılaşma ve Korku

Kentte yabancılaşma söz konusudur. Ahıska (1992) eşya-birey ilişkisinden bahseder; ne kadar çok yakınlaşılırsa o kadar çok uzaklaşılır, der. Bu Marx’ın (2017) emeğe yabancılaşma ilkesi ile paralellik gösterir. Emeğe yabancılaşma kişiye kendini kötü hissettirir ve sonunda kendi değersizliğine kadar götürür. Metropol insanını kendi türüne yabancılaşan insan şeklinde tanımlayabiliriz. Kendi türüne yabancılaşan insanın korkmasıysa çok doğaldır çünkü karşısındaki bir öteki, bir düşmandır. “İnsanların dünyasının değersizleşmesi, nesnelerin dünyasının değer kazanmasıyla orantılıdır” (Engincan, 2017: 21). Metropolde her şeyin alışveriş değerinin olması da bireyi yabancılaşmaya sürükler. Bu yabancılaşma Ahıska’nın kitabında kendini korku olarak verir. Anlam boşalması ve hesapçı birey bu durumun en büyük iki etkenidir. Birey anlamsızlaşan şeyler arasında farklılaşma gereği duyar; bu farklılaşma yabancılaşmayı doğurur fakat bir yandan da bireyselleşmeyi şekillendirir yani bireyin kendini gerçekleştirmesine yardım eder. Ahıska korkuyu birkaç çerçeve dâhilinde ele alır; şiddet ve seçme özgürlüğü bu yazıda ele alınan iki tanesidir. Ahıska’nın (1992) korkunun metropol insanı için gece vakti karşısına çıkabilecek canavarlar ya da cinler değil gündüz vakti herkesin ortasında öldürülebilme olasılığı ve kimsenin umursamayacağı olduğunu söyler. Bu umursamazlık önceki bölümde bahsedilen uyarılara karşı duyarsızlıktır. Örnek olaraksa Eşkıya filminde para için – ekonomiye vurgu burada da gözlemlenebilmektedir- tehlikeli işlere giren genç bir adam olan Cumali’nin onu kandıran sevdiği kız Emel ve sevgilisini gün ortasında öldürmesi ve ardından “bir anda oldu” şeklinde kendini savunması verilebilir. Karakterin şiddet eylemine dair yaptığı savunmada sorumluluğu üzerinden atmaya çalışan ve sanki sıradan bir olaydan bahseder tavrı duyarsızlığı açıkça vermektedir. Ahıska’nın kitabında “bugün korku şehre indi” şeklindeki yorumu kişiye yine aynı filmde geçen, kırsal kesimde yaşayan bir kadının Türkiye’nin en büyük metropolü İstanbul’a gidecek Baran’a “kötülüğe gidiyorsun” demesini hatırlatmaktadır. Kaygıyı ve korkuyu birbirinden ayıran Ahıska (1992), korkunun bir nesnesi varken kaygının nesnesinin öznenin ta kendi olduğunu söyler; sınırsızlığın kaygının nedenlerinden biri olduğunu belirtir. Buradan köklerinden kurtulmuş bir kişinin elinde bulunan sayısız seçenek karşısında hareketsiz kaldığı söylenebilir. Ortaçağda birey “ben kimim?” şeklinde sorgulama yapma ihtiyacı duymuyordu çünkü belirli kalıplar içerisinde yaşıyordu. Modern insanın kendini toplumdan ayrı tutarak, sınırsız kaynaklar içerisinde “ben kimim?” sorusunu sorabilme imkânı bireyselliği verirken, bu soruya cevap verememesi bugün onun sorunlarından biridir. Özellikle Rönesans döneminde tavan yapan özgürleşme isteği bugün metropol insanını korkar hâle getirmiştir.

Kimlik ve Kültür

Köklerinden kurtulan metropol insanı yeni kimlik arayışına girer; aidiyet duygusunu beslemek ister. Aidiyet belirli gruplara dâhil olunarak elde edilebilecek bir duygudur. Daha önceki bölümde metropol insanının çıkarları doğrultusunda bir yaşam sürmesi gerektiği belirtilmişti; Ahıska’nın metropol bireyinin birçok kimliği olması ve bu kimlikleri yer yer kullanması düşüncesi, Simmel’in fikriyle paralellik gösterir. Bireyin sahip olduğu birçok kimlik onu birçok gruba dâhil olarak mensubiyet isteğini doyurur. Kimliklerin kaygan oluşuysa durmak bilmez bir değişimin sonucudur; bireylerin değişimi grupların da değişimiyle sonuçlanır. Bu değişim kapitalizmin bir getirisi olmakla beraber değişen kimliğin ait olduğu grubu kişiye düşman olarak gösterir. Kendine düşman edinen birey sonunda şiddete başvuracaktır. “İnsan korkulu bekleyişin pasifliğinden sıyrılıp, şiddetin aktif edimine geçtiğinde, korkudan ve onun acılı tecrübesinden kurtulur” (Ahıska, 1992: 126). Simmel (1903) bireyselleşmiş ve özgür bireyin kendini diğerlerinden ayırt etmek istediğini ve bu isteğin kendini romantizm olarak gösterdiğinden bahseder. Romantizm olarak vücut bulan isteğin kişiyi geçmişe duyulan özlem ile karşı karşıya getirdiği belirtilir. Geçmişe duyulan özlem bir sonraki bölümde ele alınacaktır.

“Metropolde sınırlarını kaybeden sadece birey değil. Metropolün kendisini de sınırları belirli ve algılanabilir bir yaşama mekânı olarak düşünmek zor” (Ahıska, 1992: 124). Küreselleşme ekseni etrafında gelişen metropolde fiziki sınırlar birey için anlam ifade etmemektedir; şehir soyut bir hâl alır. Bu soyutluk köklerden kurtulma ve zihnin kırsal kesimde yaşayan kişiye göre daha keskin olması gibi nedenlere dayandırılabilir. Küresel pazar, kapitalizmin son 30 yılda biriktirdiği krizini, kendisini var eden hegomonik ilişkileri ‘küreselleşme’ adı ile mikro ölçekten makro ölçeğe kadar yeniden tanımlayarak aşmak istiyor. Borsa‐faiz‐kur üçgeni toplumsal yaşamın merkezine yerleşiyor ve bu noktadan sonra küreselleşme, kapitalizmin kendi nesnelliğinin zorlamasıyla birlikte, onun sahibi sınıfın öznel tercihleriyle yüklü ideolojik bir saldırıya dönüşüyor. Küresel sermayeye eklemlenme amacıyla gerçekleştirilen dönüşümler, sadece üretim alanıyla sınırlı kalmayıp toplumsal yaşama ve kent coğrafyasına da sıçrıyor” (Altan, 2011: 8). Küreselleşme egzotizm üzerinde olumsuz bir etkiye sahiptir; ulusal kültürlerin tekilliğini bitirir niteliktedir. Türkiye açısından ele alınacak olursa, İstanbul’un 80 şehirden göç alması fakat doğudan ya da batıdan fark etmeksizin kişilerin giyim-kuşam, tavır-hâl ve seçimlerinde birbirlerine büyük benzerlikler gösterdiği gözlemlenebilmektedir. Bu benzerliğin nedeni sadece ulusal kültürlerin değil yöresel kültürlerin de etkilenmesinden kaynaklanır. Küreselleşme etrafında değişim gösteren şehrin dolayısıyla kültürü de değişir; birey ve kent paralel yönde dönüşüm gösterir. Kültürün bugün en çok değişim -olumsuz anlamdaysa bozulma- gösterdiği mekânların metropoller olması şaşırtıcı değildir. Bozulmalar metropolden diğer şehirlere yayılır.

Kaçış

Uyarıcıların aşırılığı, nesnelerin anlam kazanması, kişinin değer kaybetmesi ve daimi tüketim bireyin çözülmesine neden olan şeylerden bazılarıdır. Çözülen birey artık her şeyden nefret etmektedir: En çok da metropolden. Fakat onu besleyen, bu nefretin kaynağı metropolün ta kendisidir. Bütün bunlar bireyde sıkılmaya yol açar, sıkılmaysa onu kaçışa iten elementtir.

Kaçış sadece kentten uzaklaşmak isteği değildir; kaçış insanlardan, uyarıcılardan, sorumluluklardan ve nitekim kendinden kaçıştır. Ahıska (1992) metropollerde fabrikanın –üretimin- bile artık şehrin dışına çıkıp, ondan uzaklaşmaya çalıştığını söyler. Önceki bölümde romantizm olarak kendini gösteren isteğin bireyi geçmişe duyduğu özlem ile karşı karşıya getirdiği belirtilmiştir. Geçmişe duyulan özlem doğrultusunda hareket edilmesi de aslında kaçış eylemi örneğidir. Metropolün ortasında yaşayan bir kişinin evinde şark köşesi bulunması onun geçmişe duyduğu özlemi göstermekle beraber ayrıca şehrin geri kalanından da kaçacak bir mekân sağlar. Metropol bireyi için evi metropolün beraberinde getirdiği her şeyden kaçabileceği bir yer görevi görmektedir.

Şehirden sıkılan kişide kaçış isteği kendini kırsala atmakta bulur fakat kırsalda birey üzerindeki daimi otorite metropol insanını olumsuz etkiler. İnsanlardan sıkılan kişi yalnız kalmak ister, bu metropolün bireye sunduğu özgürlüktür; insan ilişkileri seyrekleşir ve daha rasyonel bir hâl alır. Kişi kendinden kaçmak ister çözümü kendini soyutlamada arar; tüketim ona bu soyutlamayı kazandırır fakat sonuç hüsrandır. Altan (2011) metropol insanının yaşadığı bu çözülmeye bir son vermenin ancak farkındalık ile olacağını söyler. Farkındalık bireyin dışarıdan bir gözle hayatına bakıp eleştirmesi ve buna göre hareket etmesidir. Kapitalizmin beslediği daimi tüketim isteğinin farkına varan birey tüketimini daha aza indirgeyerek nesnenin önem kazanmasına ve böylelikle kendisinin değersizleşmesine engel olacaktır.

Sonuç

Üretim-tüketim ikilisi etrafında şekillenen bir kentin kent nüfusu üzerindeki bunaltıcı etkisi açıkça görülmektedir. Paranın esas olarak alındığı devasa oluşumda bireyin günlük hayatında nasıl etkilendiği gözlemlenebilmektedir. Soyut anlam kazanan metropolün bireye de özgürlük olarak sunduğu bu soyutlanma onu her ne kadar sonunda çözülmeye götürse dâhi ondan vazgeçemez; kişi artık bireyselleşmiş, kendini gerçekleştirmiştir. Metropol bireyi için hareket esastır; bu hareket onun sürekli yeni kimlikler edinip onları yok etmesinde saklıdır: birey kendini inşa eder ve sonra yıkar. Bu onun çözülmesine en iyi örnektir. Nitekim bugün metropolü tamamen iyi ya da kötü şeklinde değerlendirmek mümkün değildir. Kişiye sunduğu sınırsızlık açısından diğer kentlerden daha yaşanabilirdir fakat sınırsızlık karşısında yaşanan aşırı uyarım onu çok zor bir mekâna dönüştürür.

Zeynep Sanem YETER

Sosyoloji Çalışmaları Staj Programı

Kaynakça:

Ahıska, M. (1992). Metropol ve korku. International Colloquium on Metropolis, 118-129.

Altan, H. Z. (2011). Bir sürgünlük biçimi metropol yaşamı. İletişim Fakültesi Dergisi, 5-19.

Engincan, P. (2017). Metropolde kültür ve gündelik yaşam üzerine düşünmek (59), mimar.ist, 20- 25.

Simmel, G. (1903). Metropol ve Zihinsel Yaşam. G. Simmel içinde Londra.

Topal, A. K. (2004). Kavramsal olarak kent nedir ve Türkiye’de kent neresidir? Dokuz Eylül Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 6, 276-291.

Turgul, Y. (Yöneten). (1996). Eşkıya [Sinema Filmi].

Sosyal Medyada Paylaş

LEAVE A REPLY

Please enter your comment!
Please enter your name here

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.

Tarih:

Beğenebileceğinizi Düşündük
Yazılar

Kolektif Kimlik Bağlamında Sosyal Bütünleşme: Gezi Parkı Olaylarından Bir Perspektif

Fazilet Bektaş Sivil Toplum Çalışmaları o-Staj Programı Özet Bu çalışma, uluslararası alan...

Teknolojinin İpek Yolu: Otoriterleşme ve Çin’den Dünyaya Uzanan Dijital Otoriteryanizm

Nazlı Derin Yolcu Sivil Toplum Çalışmaları o-Staj Programı Özet Dünyada geçmişten günümüze...

Arap Baharı ve Demokratikleşme: Tunus ve Mısır’da Sivil Toplumun Karşılaştırmalı Rolü

Ayça Özalp  Sivil Toplum Çalışmaları o-Staj Programı Giriş Demokratikleşme ve sivil toplum...

Küresel Göç Yönetiminde Sivil Toplumun Etkisi: Sivil Toplumun Katkısı ve Sınırları

Kaancan Koçak  Sivil Toplum Çalışmaları O-Staj Programı Özet Göç insanlık tarihinin en...