Bir kent, bütünüyle yitirilebilir mi? Bu soruyu Yürüyüş Yolu, Cumhuriyet Parkı veya Halkevi civarında gezinen birilerine sorduğunuzda, alacağınız yanıt az çok bellidir: Biz yitirdik ya işte! Çünkü İzmit; yitirilmiş, parçalanmış, hatta gasp edilmiş bir kenttir.
Bugün kamuoyu, 17 Ağustos 1999’da yaşanan korkunç depremi İzmit’in faili olarak görüyor. Öyle ya, yaşamını yitiren binlerce insan, enkazın altında kalan meskûn mahal, karaya doğru yükselen agresif bir deniz ve aniden değişiveren sayısız ikametgâh… Peki, deprem gerçekten fail mi, yoksa patolojik bir tavır ile seçilen bir olağan şüpheli mi? Yıkımdan hemen sonra Cumhuriyet tarafından atılan manşet, gerekli ipucunu veriyordu aslında: “Devlet, olması gereken yerde yoktu” (1999).
Devlet, söz konusu İzmit olduğunda, yalnızca arama ve kurtarma çalışmalarında ve yardım operasyonlarında değil, deprem sonrasında da asla olması gereken yerde olmadı. Açılan toplam 2100 davada yalnızca tek bir infaz uygulanırken, diğer kovuşturma ve infazlar ise af, ölüm ve erteleme ile sonuçlandı (Hürriyet, 2011). Deprem öncesi yapılan binaların bir kısmı ise hasarlarına rağmen hâlâ ayakta (T24, 2020). Öyleyse burada kusurun tamamı nasıl depreme atfedilebilir? Yaklaşık 45 saniye süren ve 7.6 Mw büyüklüğündeki bir sarsıntı mı bu kenti yok etmişti, yoksa patolojik ve iktidar köksapları ile bezeli, adına devlet denen özne mi? Sadece Cumhuriyet’in çarpıcı manşeti değil, daha sonraki gelişmeler de pek çok şeyin habercisiydi.
Deprem İzmit ve Gölcük’teki nüfusun özellikle Marmara (%24) ve Karadeniz Bölgelerine (%19) dağılmasına yol açarken merkezi yönetim ve yerel yönetimler de yeni kentleşme planları oluşturuyorlardı (Südaş, 2004: 78). Yaklaşık 10 sene boyunca, İzmit’in bütün problemlerinin 17 Ağustos 1999 enkazının kaldırılmasıyla çözüleceği düşünüldü: yönetmeliğe uygun binalar, toplu yapılar, müstakil evler, sahil projeleri, alışveriş merkezleri ve turistik teşebbüsler yoluyla kentin ruhu yeniden canlandırılmaya çalışıldı. Yürütülen yoğun inşaat faaliyetleri yeni rant alanları ve iskân muafiyetleri yaratırken verilmek istenen mesaj açıktı: Deprem oldu bitti, bir daha olmaz. Ayrıca bu binalar eskisi gibi değil. Oysa mesele, birkaç itibarlı müteahhidin görkemli projeleri ile gölgelenemezdi: Deprem, İzmit’in sınıfsal varoluşunu ve emek potansiyelini de yok etmişti.
Bu yok oluş, depremden yalnızca 6 yıl sonra, 2005’te, Cumhuriyet döneminin gözde sanayi teşebbüslerinden olan SEKA’nın kapatılmasıyla açığa çıktı. Fabrika, verimsizlik, ilkellik ve yolsuzluk gibi gerekçeler ile kapatılırken ardında neoliberalizasyonun zafer çığlıklarını bıraktı. Zira artık, yerel sermaye ile proletarya arasındaki en azından depreme kadar var olabilen görece adil gerilimin yerini, komprador burjuvazi ile henüz emekleme yıllarını yaşayan kapitalist devletin tarihsel iş birliği alacaktı.
Kuşkusuz, SEKA’nın kapatılışını, AK Parti iktidarının ilk dönemindeki politikalardan bağımsız düşünmek hatalı olur. Bu dönemde AK Parti, bir yandan Avrupa Birliği naraları ile kendi organik aydınlarını imal etme girişimini sürdürürken, diğer yandan da sermaye eksenli kalkınmayı fetişize ederek proletaryayı yutmakla meşguldü (Patton, 2016). SEKA da AK Partinin otoriterlik ile sonuçlanacağı bariz olan bu politikalarının arasında yitirildi. Böylelikle kentin sosyal, kültürel ve ekonomik bağlamları, emek imgeleminden soyutlandı.
Takvimler 2010’lu yılları gösterirken dahi, yukarıda sözünü ettiğim dönüşümler hâlâ devam ediyordu. İzmit’e biraz da zorla atfedilen sanayi kenti unvanı, önceleri örgütlü ve ücretli emek ile ilişkiliyken, bir anda mega yatırım furyasının boyunduruğu altına girdi. Kent batıda İstanbul, doğuda Sapanca ve güneyde Körfez’e doğru genişliyor, meskûn mahal ise yerinde sayıyordu. Kartepe’de yapılan kayak merkezi, giderek kalabalıklaşan üniversite ve fabrikanın yerini büyük bir hevesle alan SEKA Park, kent merkezini amansız bir keşmekeşin ortasında bıraktı. Bu esnada kent proletaryası da 1999’dan beri harlı olan ayrılık ateşini sonunda yangına çevirmiş gibi görünüyordu: Dilovası, Gebze ve nihayet İstanbul, organize sanayi bölgeleri ile kentin emek potansiyelini tüketmeye başlamıştı. Yaşanan dönüşüme 2016’da dâhil olan Osmangazi Köprüsü, söz konusu bölgelere Bursa-İzmir hattını da ekledi ve İzmit, adeta bir mola yeri olmaya mahkûm edildi.
SEKA’nın Cumhuriyet döneminden 21. yüzyıla uzanan altın yıllarını yaşamadım. Depremde ise evini ve komşularını kaybetmiş, henüz 5 yaşında olan bir çocuktum. Ne var ki İzmit’in 2010 sonrası dönüşümünü bizzat deneyimleyebildim. Zira ben de, üniversiteye yeni başlamış bir öğrenci olarak, yukarıda bahsettiğim potansiyelin neferlerinden biriydim. Diğer pek çok İzmitli gibi, İstanbul’da yaşamak bana cazip gelmese de kendimi orada okumak ve çalışmak zorunda hissediyordum. İşin tuhafı, bu zorunluluğu bir şekilde hayata geçirdim ve kendimi birden tarifeli Harem otobüslerinde buldum. Neredeyse 2 yıl boyunca kullandığım o otobüsler, akşam İzmit Otogarına dönecek olan öğrenci ve işçiler ile doluydu. Yani İzmit, artık proletaryanın ve gençliğin özensizce kullandığı, köhne bir pansiyon hâline gelmişti.
Bugün ise değişen bir şey yok. İzmit, hâlâ mega projeler, alışveriş merkezleri, kapitalist devlet ve komprador burjuvazi tarafından çok cepheli bir saldırıya uğruyor. Rant alanları, inşaat ve hukuksuz iskân politikaları eliyle yeniden üretilirken, dağın tepesine terk edilen üniversitenin yalnızca arazisi büyüyor. Kentin alameti farikası olan yerel gazetelerini yolsuzluklar, faili meçhul cinayetler, hukuksuzluklar ve çevre problemleri dolduruyor. İsmetpaşa Stadı yıkıldı, kent merkezi E-5 Karayoluna iyice yaklaştı ve Yürüyüş Yolu devasa bir şantiyeye dönüştü. Sendikalar boşaltıldı, sivil toplum kuruluşları lağvedildi ve Şehir Hastanesi, irili ufaklı sağlık kurumlarını yutmaya başladı. Kentlilerin elinde ise mekâna içkin, en-soi bir abjeksiyon biçimi olan patolojik bir nostaljiden başka hiçbir şey kalmadı. Dolayısıyla tüm bu yaşananlar, aslında, bir kentin devrimci bir eylemselliğin süjesi olarak belirebileceğini gösteriyor: Mesele yıkım ise, ona bir başka yıkım ile son vermenin çekiciliğine özgü bir eylemsellik.
Umutcan TARCAN
Kaynakça
Cumhuriyet (1999, 18 Ağustos). Devlet, olması gerektiği yerde yoktu. s. 33.
Hürriyet (2011). 17 Ağustos’un tek suçlusu tahliye oldu. https://www.hurriyet.com.tr/gundem/17-agustos-un-tek-suclusu-tahliye-oldu-18484833 (Erişim Tarihi: 22.04.2022).
Patton, Marcie J. (2006). The Economic Policies of Turkey’s AKP Government: Rabbits from a Hat?. Middle East Journal. 60(3), 513-536.
Südaş, İlkay (2004). 17 Ağustos 1999 Marmara Depreminin Nüfus ve Yerleşme Üzerindeki Etkileri: Gölcük (Kocaeli) Örneği. Ege Coğrafya Dergisi. 13, 73-91.
T24 (2020). Kocaeli’ndeki binaların yüzde 50’si riskli. https://t24.com.tr/haber/kocaeli-ndeki-binalarin-yuzde-50-si-riskli,897220 (Erişim Tarihi: 22.04.2022).