“Memalik-i Osmaniye’den Avrupa Birliği’ne” adlı bu eser, Çağlar Keyder tarafından kaleme alınmış ve son baskısı 2007 yılında yayımlanmıştır. Kitap, “İmparatorluğun Sonu”, “Ulus Devlet” ve “Ulus Devlet Sonrası” olmak üzere 3 ana alt başlık altında toplanmıştır. Kitap, yüzyıllık bir tarihi ve günümüzdeki gelişmeleri çeşitli yönleriyle okuyucuya sunmaktadır.
İlk bölümde, Osmanlı İmparatorluğu’nun çözülmesini, çözülme sürecindeki siyasi ve toplumsal potansiyelleri, projeleri ve oluşan sonuçlar ele alınmaktadır. İkinci bölümde, imparatorluğun en büyük varisi Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşuna, işleyişine ve sınıf dengelerine ilişkin değerlendirmeler yer almaktadır. Son bölümde ise, küreselleşme çerçevesinde, ulus-devletlerin hükümranlıklarının zayıfladığı dönem anlatılmaktadır. Osmanlı Devleti ve Türkiye Cumhuriyetinin çözülme-kurulma-çözülme döngüsünde dünya koşulları içinde oluşan üç ayrı devlet biçimi ve bu devlet biçimlerinin toplumla, toplumdaki sınıflarla toplumsal değişimin getirdiği dönüşümlerle olan ilişkileri ele alınmaktadır.
Yazara göre, tüm bu konuların temelinde çok önemli bir tespit yatmaktadır; Dünya, ulus-devletlerin aşındığı, ulus-üstü oluşumların ağırlık kazandığı yeni bir döneme girmektedir. Bu bağlamda, Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemindeki siyasi ve toplumsal projeler, gerçekleştirilemeyen potansiyeller üzerinde duran Keyder, ulus-devleti kaçınılmaz bir aşama olarak görmemenin önemine işaret etmektedir.
Kitabın ilk bölümünde imparatorluğun çöküşü ele alınmakta, imparatorluğun parçalanma nedeninin 1877-1878 Osmanlı-Rus savaşından sonra, bu tarihten önceki gerekçelerle aynı olmadığı öne sürülmektedir. Bu farklılığın iki önemli boyutu vurgulanmaktadır. İlk boyut olarak, ayrılıkçı hareketler için coğrafi bir yöre bulmanın mümkün olamaması ifade edilebilir. Bundan dolayı da gayrimüslim grupların çoğunlukta olduklarını ileri sürebilecekleri belli bir bölgenin yokluğu söz konusudur. Örneğin, Ermeni nüfusun yarıdan fazlası Anadolu’nun doğu illerindeydi, geri kalanı ise Çukurova’da ve Anadolu’nun batısında yaşıyordu. İkincisine gelecek olursak; Osmanlı imparatorluğunun kırsal kesimlerinin hemen hemen tamamında yüzyıllardır süren düşük düzey üretim dengeleri yerini teknolojik değim ve büyümeye bıraktı. Bu çerçevede, bireylere yurttaşlık hakları, dinsel özgürlük ve etnik özerklik tanıyan ve hızla modernleşen bir devlet öngörmek mümkün hale gelmişti.
“Türk Milliyetçilik Tarihi ve Coğrafyası” başlıklı ikinci bölümde yazar, Türk Milliyetçiliği’nin, Alman modelinin başlattığı çizgide, 19.yüzyılın ‘geç kalmış’ milliyetçilikleri bağlamında ortaya çıktığını ifade ediyor. Birinci Dünya Savaşı yıllarında bütün imparatorluklar dağılmakta, milliyetçilik dünya çapında meşruiyet kazanmakta ve böylece Türk Milliyetçiliği de tam anlamıyla şekillenmeye başlamaktaydı. Türk milliyetçiliği, aynı zamanda, Osmanlı İmparatorluğu’ndaki rakip milliyetçi akımlardan beslenmiş, onlara tepki olarak geliştirilmiş ve onların getirdiği sınırlamalara maruz kalmıştı. Yazar olayların farklı bir boyutunun önemini de okuyucuya iletmek istemiştir. Örneğin, ‘Türk’ tanımının kendisi aslında, imparatorluğa ve imparatorluk nüfusuna dışarıdan empoze edilmiştir. İmparatorlukta, sadece, ‘cahil ve kaba’ Anadolu köylülerine “Türk” (Etrak-ı bi-idrak) denilmekteydi. Avrupa’da ise öteden beri imparatorluktan, ‘Türkiye’ ve imparatorlukta yaşayanlardan da (özellikle küçümseyici bir dil kullanılmak istendiğinde) ‘Türkler’ diye bahsedilmekteydi. Avrupalıların gözünde, Osmanlı İmparatorluğu, diğer halkları, özellikle Hristiyanlar’ı boyunduruğu altında tuttuğu despotik bir devletti.
1912-1913 Balkan Savaşları, milliyetçi retoriğin popülerleşmesi açısından bir dönüm noktasıydı. Selanik’in Yunanistan’ın eline geçmesi, Edirne’nin işgali ve Bulgar ordusunun Çatalca’ya kadar ilerlemesi, çeyrek milyon Müslüman’ın Bulgaristan ordusundan kaçarak İstanbul’a sığınması, imparatorluğun bekasına yönelik tehdidin çok somut bir biçimde hissedilmesine yol açmıştı. Daha sonra, Birinci Dünya Savaşı döneminde milliyetçi söylem devlet elitinin diğer kesimleri arasında da yaygınlık kazanmıştır.
Yazar, “Türk Milliyetçilik Coğrafyası” konusu ile ilgili olarak da değerlendirmelerde bulunmuştur. Burada bizim gerçek coğrafyamızın başka bir yerde olduğu iddiasını ortaya atan resmi söyleme uygun olarak, bozkırın ortasında, “yokluk”ta bir coğrafyanın inşa edildiğinin altı çiziliyor. Rum, Bizans veya Osmanlı kozmopolitliğinin damgasını taşıyan, yozlaşmış İstanbul yerine yepyeni bir şehir ülkenin merkezi ilan edilmiş, böylece taze bir başlangıç yapılmak istenmiştir. “Cumhuriyet eliti”, Ankara merkezli, Anadolu bozkırını temel alan bir milliyetçilik oluşturmayı tercih etmiştir.
“Globalleşme ve Devlet” başlığının ele alındığı son bölümde ise yazar, globalleşmenin ne olduğuna dair tartışmaların ‘ekonomi politik’ ekseni etrafında yapıldığını ifade ediyor. Yani sorulan sorular dünya ekonomisinin ne kadar bütünleştiğini anlamaya yöneliktir. Bazı yorumculara göre, ulusal devletten çokça medet umanlar, globalleşmeyi küçümseme eğiliminde bulunmaktadırlar. Globalleşmenin kültürel düzeydeki esas farklılığı, ulus-devletin türdeşleştirme, tek bir ulusal kültür ve tek bir ulusal kimlik inşa etme çabalarına devam etmesinin imkansızlığı olarak anlatılmaktadır.
Kitap genel olarak, Türk Milliyetçiliği, Ulus Devlet ve Globalizm gibi kavramları açıklamaktadır. Globalleşme sürecini yekpare bir “Batı” üzerinden düşünmenin yanlış olduğu okuyucuya aktarılmak istenmektedir. Tersine, şu anda dünyanın geleceğini belirleyecek en önemli medeniyetler çatışması, ABD ile Avrupa’nın temsil ettiği modeller arasında yaşanmaktadır. Türkiye’nin önündeki yol ayrımı, basit bir jeopolitik seçimin çok ötesinde, yönetim biçimi, sosyo-ekonomik düzen ve devlet-toplum ilişkisi açısından yaşamsal bir karar verilmesi anlamına gelmektedir.
Çağlar Keyder bu eserinde, ulus-devletin ortaya çıkış tarihiyle birlikte şu an kullanımının zor olduğunu okuyucuya gerekçeleriyle birlikte aktarmaktadır. Zira devletlerin çok uluslu olması ve farklı etnik grupları içermesi yazarın tezinin doğruluğunu da desteklemektedir. Kitap, Globalleşmeyle birlikte Türkiye’nin dünya sahnesindeki rolü, ABD ve AB arasında Türkiye’nin nasıl bir durumda olduğunu okuyucuyla buluşturması açısından önemlidir. Bu yönleriyle de, ulus devlet meseleleriyle ilgili araştırmalara kaynaklık edecek nitelik taşımaktadır.
Nagihan KILINÇ
UİÇ Derneği Stajyeri
Kitabın Adı: Memalik-i Osmaniye’den Avrupa Birliği’ne
Yazarı: Çağlar Keyder
İletişim Yayınları, İstanbul, 2007