Mavi Marmara gemisi, Gazze’ye gidecek yardım konvoyunda “teknik sebeplerden dolayı” yer almayacak gibi görünüyor. Geçen yıl İsrail donanmasının kanlı baskınına maruz kalan Mavi Marmara gemisi ikinci Gazze yolculuğuna hazırlanırken İstanbul’daki Haliç Tersanesi’nde tepeden tırnağa yenilenmişti. Ama anlaşılan o ki farklı nedenler sefer çıkmasına engel oldu.
İnsani Yardım Vakfı’nın (İHH) filo ile birlikte 2. kez yola çıkarmayı planladığı Mavi Marmara’nın Gazze’ye değil Mısır’a gönderilmesi gündeme geldi. İsrail’in geçen yıl 31 Mayıs’ta 9 Türk’ü öldürdüğü Mavi Marmara’yı yeniden Gazze’ye gönderme planı Dışişleri Bakanlığı’nı zor durumda bırakmıştı. Başta ABD olmak üzere birçok Batılı ülke Türkiye’den filonun çıkışının engellenmesini talep etti. İHH yetkilileri, kamuoyunda bölünme yaşandığını, Türkiye’nin sıkıntıya sokulacağı ve insanların bile bile ölüme gönderileceği yönünde itirazlar geldiğini, insani yardım örgütü olarak halkın tepkisini dikkate almak durumunda olduklarını söyledi. Uluslararası sulara açılma konusunda teknik sorunların yaşandığını ve Mavi Marmara’yı göndermeme eğiliminin ağır bastığını aktaran yetkililer, hükümetin baskı yaptığına ilişkin haberleri de reddetti. Yani bir üç maymun hikâyesi daha ortaya çıktı.
Ankara bir taraftan “Sivil toplum girişimidir, biz engellemeyiz” dese de diğer taraftan, el altından filonun Gazze’ye gitmesini engellemeye çalıştı. 12 Haziran seçimleri nedeniyle Mavi Marmara’nın da aralarında bulunduğu farklı ülkelerden 22 gemiden oluşan filonun çıkışı 27 Haziran’a ertelenirken, ABD ve Batılıların Türkiye üzerindeki baskısı da sürdü. İHH yetkililerine “Bölgede kritik günler yaşanıyor. Mısır ve Libya’dan sonra Suriye karıştı. Böyle bir dönemde filonun Gazze’de ısrar etmesi, İsrail ile gerilim yaşanması, bölgedeki tansiyonu daha da arttırır” mesajı verildi.
Diplomasinin arka planları giderek taraf halklardan adeta gizlenen, liderler arası bir satranca dönüşüyor. Halkın idraki mi sorun olan? Yoksa liderlerin iktidar savaşı mı yenleri sessizce kana boyamakta olan?
Hariciyemizde onca denklem var! Denklemin bir yanında, aslında yine politik ve ekonomik gelecek kaygılarını “medeniyetler çatışması” teziyle eski misyoner destekli sömürgeciliğe yeni küresellik kisvesi ve apoleti ekleyen ABD var. AB ise, hem ABD’ye rağmen hem de onunla işleyen bir ittifakı temsil ediyor. Van münütz sendromunun Show’dan öte bir anlamı olmadığı iyice belli oldu. İsrail dakikaları değil, saniyeleri sayıyor…
Öte yandan Çin, sessiz ve derinden Çin Seddini Afrika’ya kadar taşıma hedefini yeni küresel paylaşımın kendine düşen kısmı olarak görüyor. Türkiye’nin AB’mi, ABD’mi, yoksa Çin ve Rusya ekseninde mi yeniden yapılanması olacaktır konusu geleceğimizi belirleyen bir aciliyet ifade ediyor.
Sonra Hindistan ve diğer uzak Asya ülkeleri devreye girecekler, hem ticaret hem öykünme hem de sömürgecilik döneminden kalan hatıralar, siyasî ve iktisadî açıdan yeni cephelere dönüşecektir. Uzun zamandır, daha önce Japonya’nın yaptığı gibi, Çin ve Hindistan ABD’ye öğrenci göndermektedirler. Bunların büyük bir kısmı da Türklerin aksine, bir yandan Amerika’nın sunduğu imkânları severek, ama onları kendi ülkelerinin geleceği için kazanca dönüştürmek isteyen mantıkla davranmakta, alfabe ve kültür farklarına rağmen, uzun saatler laboratuarlarda çalışmak direncini –mesela Amerikalıların tersine– azim ve gayretle sürdürmektedirler. Yani Bin Ladin’in teröre dönüştürdüğü bu etkileşim, Tarık Ali’nin The Empire Strikes Back temasına dönüşecektir.
Ya Türkiye’nin kendi eksenini kurma meselesi? Özal ve Erbakan dönemlerinde ortaya atılan, Karadeniz Ekonomik İşbirliği (1992) ve Batılı G7 ülkelerine alternatif olarak ortaya atılan D8 (1997) projeleri tozlu raflardaki yerini çoktan almıştır. “Adriyatik’ten Çin Denizine” gidenlerin ise, gördükleri Türkiye’nin gafleti olmuştur. “Van münütz” diklenişinin aksi ise, zaten kendi rejimlerinin de ezdiği Ortadoğu halklarından geldi. Ancak bölge liderleri nezdinde bunun siyasal okumaları farklı oluştu.
Öte yandan Ortadoğu’ya bakacak olursak, mesela “nükleer tehdit” diye algılatılan İran için kuralların İsrail için aynı olmadığı açıktır. Çünkü İran, Şii İslam’ın Tacikistan, Afganistan gibi ülkelerin Şiiliğin merkezi olarak bildiği ve dönem dönem (İsrail-Amerika’nın marjinalleştirme çabalarına rağmen) İslam âlemini yanında çekmeye çalışarak ve bunu da Müslümanların şuuraltına işleyen 1950’lerdeki sorunları sık sık kaşıyarak yapmaktadır. Bu nedenle, İran hem İsrail’in hem Amerika’nın aslında özellikle kurguladığı diplomasi kanallarını tıkamalarının hem kurbanı hem de bundan beslenen baş aktörü olageldi. Bu rolün bir kısmını şimdilerde Türkiye aldı. İran, Ortadoğu’da Mısır-Ürdün-Türkiye ve İsrail’le oluşturulan Amerikan çıkarlarının müttefikleri pozisyonundan, Şah döneminden sonra gönüllü olarak bir anlamda zorunlu çıkınca, akabinde “şer” olarak siyasal arena ve literatürde yerini aldı.
Bakalım Türkiye “monşerler”iyle uğraşırken, Batı nazarında “şer” olmaktan uzak kalabilecek mi? Bir bakacak olursak, bölgemizdeki sinir uçlarını cımbızlama siyaseti devam ediyor, ancak tam da başarılı olmadı. Üstelik içimizde onca sinir uçlarından teller yapıldı. Irak içindeki Şiî unsurların, Amerika’nın orijinal planındaki gibi, kargaşa içinde kendini kaybetmemesi, hatta özellikle Şiîlerce Kutsal olan Kerbela ve Şiîliğin Meşhed gibi önemli mekânlarına yapılan tahrik saldırılarına rağmen belirleyici bir kargaşaya neden olmaması bölgedeki yanlış hesapların Bağdat’tan dönmesi sonucudur.
Buna karşı koz olarak da Amerika, hem Türkiye kozunu hem de İran içindeki Azeri Türkleri konusunu uzun zamandır kaşımaktadır. 27 milyon civarındaki bir İran Azerisi nüfus Azeri diasporası kanalıyla, zamanı gelince kullanılmak üzere hazırlanmaktadır. Bunun örnekleri zaten hem Irak’ta hem de Karzai’li Afganistan’da yaşandı. Humeyni’nin Batı’da Fransa’da, Amerikan emelleri ve menfaatlerinin en iyi bekçisi olan Şah’ı devirmesi, eğer çok hesaplı bir plan değilse, tam anlamıyla aslında Amerika’nın anti-komünist Müslüman kuşağı oluştururken, aslında Avrupa ile arasındaki çıkar savaşında yenilgiyle sonuçlanmasıdır. Yani Avrupa’nın Amerika’ya attığı bir goldü Humeyni. Diğer türlüsü ise, Amerika’nın “Yeşil kuşak” aşamasını oluşturmada hesap hataları sonucunda Humeyni’nin “Kara kuşak” aşamasını kontrol edememesidir. What Went Wrong ve daha önceki The Peace to End all Peace gibi kitaplar bu süreci anlatır mahiyettedir.
Dahası, 1979’daki “İslamcı” darbenin artçıları da aslında hem Türkiye hem dünyada acabalara yol açtı. Batı’nın karşısında, sömürü karşısında, 200 yıllık ezilmişlik hissiyle, ama İslamî olmaktan çok İslamcı dinamikleri harekete geçiren ve ironik olarak da Komünizm’e karşı oluşturulan dinî dinamiklerin yayılması, ayetlerden çok Marksist sloganlarla yayılan bir direniş ve intikam hissine yol açtı.
Nefret unsurlarının epey bir kısmı da aslında Batı’nın kullandığı mekanizmaların kendisi değil, o mekanizmaların Müslümanların ellerinde olmaması idi. Buna bir de Osmanlı sonrasında kan gölüne dönen ve İngiltere ve Fransa tarafından cetvelle şeyh ölçüleri bazında sınırları çizilen hudutları eklemek lazım. 1900’lerin başında Sultan Abdülhamit dönemine kadar uzanan enerji kaynaklarının paylaşılma hırsının kurbanı olan bölge 1950lerde başlayan millileştirme çabaları sonucunda Batılıların çıkar kayıpları olunca, doğrudan yaptıkları sömürünün mahiyetini değiştirdiler. Artık bölgeden çıkar gibi yapan Batılı ülkelerin aslında, çıkarken yerlerine kendi çıkarlarının bekçisi olarak bıraktıkları, mahalli matruşkalarıyla devam ettirdiler. Günümüzde ki Kuzey Irak meselesi ne kadar da manidardır!
Bu çabaların yetmediği noktada ise, CIA destekli askeri darbeler devreye girdi. Özellikle 1953’ten sonra bölgemizde ve hatta Uzakdoğu’daki darbelerin arkasında bu strateji vardır. Milletle uğraşmak yerine bir komutanla ya da millet destekli gibi görülen seçilmiş hanedanlarla ve diktatörlerle iş kotarmaktı bunun adı.
Bunların bir kısmı askerdi, bir kısmı da sivil görünümlü, ama diktatörlükle, ordularının güvencesi ile devam eden, sivillerle devam etti. Kullanımları oranında destek gören, miyadları dolunca çoğu zaman yine aynı kaynakların ortaya çıkardığı yere siyasal kuklalarla ortadan kalktılar. Arkasında gücünü kaybedenler ise, milli konularda tavizlerini daha da artırdılar.
Türkiye daha önce Osmanlı Devletini çökerten güçlerle dans ederken, kişisel liderlik davalarından uzak, sadece ve sadece millî çıkarları gözeterek ve diplomasisini de asi delikanlı ya da itaatkâr köle konumlarından, isyan ya da itaatleri sonucunda Türkiye’ye olumlu olarak ne yansıyorsa ona göre davranmalıdır.
Geçen yıl Mavi Marmara’nın Gazze’ye yardım amacıyla gidişinde yaşananlar ve akabindeki diplomatik gelgitlerin bu yıl seçim sürecinde “yine gidiyoruz” tavrından sonra vaz geçme havalarına girmesi, Yeni Osmanlı olma iddiasındaki Türk diplomasisini ciddiyetten uzaklaştırmakta ve “van münütz” etkisini “ Hail, İsrail, hail!” dönüştürmektedir. Zaten “Arap baharı” ya da “Arap demokrasi”lerinin çıkışı diye yutturulan süreçte Türkiye Ortadoğu’nun makûs talihini kabullenen üçüncü dünya ülkelerinden daha farklı bir tarzda yürütmek zorundadır. Bu da siyasi parti değil, devlet gemisini öncelik konusu yapmakla olacaktır.
Metin Boşnak
Saraybosna Üniversitesi Öğretim Üyesi
Kaynak: GazetePort.com