Siyasal, ekonomik ve felsefi bir bütünlük içeren, tarihin diyalektik materyalist yorumuna dayanan ekonomik ve toplumsal bir dünya görüşü ve bir toplumsal değişim teorisi olan Marksizm, Karl Marx’ın ve Friedrich Engels’in çalışmalarından çıkarılan, insanın özgürleşmesiyle ilgili bir düşünce sistemidir. İdeolojik alanda esas olarak, sınıflar savaşı teorisini ortaya atan ve bu savaşın zorunlu sonucu olarak proletarya diktatörlüğüne ve oradan da toplumsal eşitlik ve özgürlük dünyası ‘’komünizme’’ varılacağını öngören bir öğreti olarak tanımlanır.
Toplumsal değişme ve gelişmeyi açıklarken, var olan tüm etkenler arasında ekonomiye özel bir önem ve ağırlık veren Marksizm, her şeyden önce, var olan ve geçmişte var olmuş olan toplumlara ilişkin bir analiz ve açıklamadan, özellikle de kapitalist topluma yönelik bir eleştiriden meydana gelir. Determinist bir öğreti olarak, sömürüye dayanan ve sınıflara ayrılmış bir toplum düzenine alternatif sınıfsız bir toplum modeli önerisinde bulunur ve bu çerçeve içinde, toplumlara ilişkin bir analizden oluşup, sınıfsız bir toplum düzenine geçişin yollarını gösterir.
19. yüzyılda kendi açılarından zirveye ulaşmış olan üç düşünsel kaynak: İngiliz ekonomi-politiği, Alman felsefesi ve Fransız ütopik sosyalizmi, Marx ve Engels tarafından yoğun bir entelektüel ve siyasal eleştiriden geçirilerek eşit ve özgür bir insanlık ütopyasının yaşama geçirilmesinin teorisi ve pratiği olarak Marksizmde erimiş ve dönüştürülmüştür. Bu kaynaklardan beslenen Marx’ın amaçlarından birisi, sosyal varoluşun en erken aşamalarından çağdaş döneme kadar insanlığın gelişim tarihinin genel bir incelemesini sunmaktır. Ona göre insanlık tarihi, temel maddi ihtiyaçları tatmin etmek, doğayı anlamak ve uysallaştırmak, sınıfsal tahakküme ve sömürüye direnmek ve diğer topluluklardan kaynaklanan güvensizlik ve korkunun üstesinden gelmek için girişilen yorucu bir mücadele olagelmiştir. Toplumlar, önceleri denetim ve anlama güçlerinin ötesinde olan düşman doğa güçlerine hükmetmede zamanla başarılı oldu. Fiziki çevreleriyle ilişkilerini dönüştürdüler ve böylece maddi kıtlığın ortadan kaldırıldığı bir dünyayı tahayyül etmek mümkün oldu. Fakat Marx’ın görüşü, insanlık tarihinin, özellikle kapitalizmin yükselişinden itibaren kendini trajik bir tarzda açığa vurduğuydu. Doğa üzerinde hakimiyet emsalsiz düzeylere yükseldi; fakat bireyler, emeğin uluslararası sosyal işbölümü içinde kapana kısıldı, dizginlenemeyen piyasa güçlerinin etkisine açık hale geldi ve işçileri “makinenin dişlileri”ne dönüştüren fabrika üretiminin yeni biçimlerince sömürüldü. Marx, kapitalizmin toplumlar arasında korku ve yabancılaşmayı azaltan küresel karşılıklı-bağlılık ve içiçelik düzeyleri ürettiğini savunmuştur. Milliyetçiliğin, kozmopolit bir tasarımı destekleyen proletaryanın ileri unsurlarının siyasal tahayyülünde yerinin olmadığı sonucuna varmıştır. Fakat kapitalizm, burjuvazinin ezilen sınıfların emek-gücünü kontrol ettiği ve bundan haksız kazanç sağladığı büyük ölçüde başıboş bırakılmış bir insan sömürüsü sistemiydi. Kapitalizmin bizzat kendisi, insanlığın –proletarya olduğu kadar burjuvazi de dahil- kapitalizmin yarattığı küresel yapıların ve güçlerin insafına bırakıldığı yabancılaştırıcı halin ve ortamın asıl sebebiydi.
Yabancılaşma, kapitalizmin şartları altında emeğin sadece bir tüketim malına indirgendiği ve çalışmanın kişiliksizleştirilmiş bir faaliyet haline geldiği bir süreçtir. Bu yaklaşıma göre işçiler kendi emeklerinin ürününe, kendi emek süreçlerine, kendi iş arkadaşlarına ve sonuçta yaratıcı ve sosyal varlıklar olarak kendilerine yabancılaşırlar.
Marx’ın teorisini dayandırdığı diğer bir yaklaşım olan ‘’tarihsel materyalizm’’, insanların kendi geçim araçlarını ürettiği ve yeniden ürettiği iktisadi hayat ve koşulların önemini vurgular. Esas olarak ‘’üretim tarzı’’ndan veya iktisadi sistemden oluşan iktisadi temelin, ideolojik veya siyasi üstyapıyı şartladığını veya belirlediğini ileri sürmüş, diğer yandan da tarihsel değişimin itici gücünün diyalektik olduğuna, yani gelişimin daha yüksek bir aşamasıyla sonuçlanan rekabet eden güçler arasındaki karşılıklı etkileşim süreci olduğuna inanmıştır.
Marx’ın ölümünden sonra teorik arka planını Marksizme dayandıran çok farklı özneler, çok farklı siyasi hatları takip etmiştir. Marksistler arasındaki ilk büyük ayrım sosyalizme geçiş sürecine dair yaşanmıştır. Sosyal demokrasi bu sürecin reformlarla burjuva parlamentarizmi dahilinde olacağını öne sürerken, komünistler sosyalizme geçişin devrim sayesinde olacağını iddia etmişlerdir. Kopuş I. Dünya Savaşı başlangıcında kendi ulusal burjuva hükümetlerini destekleme kararı alan II. Enternasyonalin dağılmasıyla kesinleşmiştir. Ekim Devriminin başarısının ardından Bolşevikler III. Enternasyonalin kurulduğunu ilan etmişlerdir.
Modern dönem Marksizminin daha karmaşık ve daha ince bir biçimi de Batı Avrupa’da gelişmiştir. Sovyet Marksizminin mekanistik ve bariz biçimde bilimsel nosyonlarıyla karşıt biçimde, Batı Marksizmi, Hegelyen fikirlerden ve Marx’ın erken dönem yazılarındaki ‘’yaratıcı insan’’ üzerine vurgusundan etkilenme eğilimdeydi. Diğer bir ifadeyle beşeri varlıklar, sadece gayrişahsi maddi güçler tarafından kontrol edilen kuklalar olarak değil, tarihin yapıcıları olarak görülüyordu. Ekonomi ile siyaset arasında, hayatın maddi koşulları ile beşeri varlıkların kendi kaderlerini biçimlendirebilme kapasiteleri arasında karşılıklı bir ilişkinin varlığında ısrar eden Batı Marksistleri, katı ‘’altyapı-üstyapı’’ deli gömleğinden ayrılıp kurtulabiliyorlardı. Bu yüzden onların fikirleri bazen Neo-Marksist olarak kavramsallaştırılıyordu.
Ayşegül YILDIRIM
TUİÇ Staj Programı
Kaynakça
1) Heywood, A. (2012). Siyaset. Adres Yayınları.
2) Linklater, A. Reus-Smit, C., Donnelly, J., True, J., Paterson, M., Devetak, R., Burchill, S., Nardin T. (2013). Uluslararası İlişkiler Teorileri. Küre Yayınları.
3) Yılmaz, Ç. (2009). Marksizm Nedir? Erişim Adresi: http://cetinyilmaz.wordpress.com/2009/11/03/marksizm-nedir/