Denizlerde binlerce yıl Hammurabive Rodos deniz yasaları geçerli olmuş, her zaman da büyük ve güçlü devletler, küçük ve güçsüz devletlerin sularında söz ve kullanım hakkı sahibi olmuşlardır.
Bir dönem Roma imparatorluğu Akdeniz’i serbest deniz “marenostrum” haline getirmiş, bu uygulamanın karşısına ise Hollanda’lı hukukçu Hugo Gratius’un, her ülkeden denizcilere açık ve tüm denizcilerin diğerlerinin haklarına saygı gösterdikleri “mareliberum” görüşü çıkmıştır.
Son üçyüz yıllık dünya tarihinde ise, Batı Avrupa ile Kuzey Amerika’nın sayılı ülkeleri denizlere hâkim olan güçlü devletler olmuşlardır.
II. Dünya Savaşı’ndan sonra, kendi deniz alanlarında ve kıta sahanlıklarındaki canlı ve cansız kaynakları koruyabilmek, diğer sömürgeci güçlü devletlerin bu kaynaklardan yararlanmalarını önlemek amacıyla çoğunlukla Latin Amerika’daki kıyı devletleri, Uluslararası Denizi Hukuku konusu gündeme getirmeye başlamışlardır.
Bu girişimlerden sonra genel kabule dayanan kuralları daha sağlam bir yapıya kavuşturmak, yeni istem ve gereksinimleri yanıtlayabilmek amacıyla, 1958’de Cenevre’de Birleşmiş Milletler I. Deniz Hukuku Konferansı toplanmıştır.
Bu konferans sonunda ortaya Karasuları ve Bitişik Bölge, Kıta Sahanlığı, Açık Denizler ile Açık Denizlerde Balıkçılık konularındaki 4 sözleşme çıkmıştır.
Adaların kıta sahanlıklarının olmadığının kabul edildiği bu konferanstan sonra Türkiye Cumhuriyeti, Doğu Akdeniz bölgesindeki münhasır ekonomik bölgesini, basit bir tanımlamayla Türkiye’nin güney sahilleri ile Mısır’ın kuzey sahilleri arasındaki denizin ortasından geçen çizginin kuzey yarısı olarak belirleme hakkına sahip olmuştur.
Sözleşme koşullarına göre bu Münhasır Ekonomik Bölgenin uluslararası nitelik kazanabilmesi için tüm komşu ülkeler ile bölgelerin belirlendiği bir anlaşmanın imzalanması da gerekmektedir.
Türkiye Cumhuriyeti Doğu Akdeniz’de Münhasır Ekonomik Bölgesini ilan etmiş ama komşuları ile karşılıklı anlaşmalar imzalama gereğini duymamıştır. Buna karşın Girit adasının doğusunda Girit adasının neredeyse iki misli büyüklüğünde bir alanda araştırma yapmak isteyen yabancı bir şirkete izin vererek hukuksal hak sahibi olduğunu ortaya koymuştur.
“I. Deniz Hukuku Konferansı sözleşmesine göre Kıbrıs, çevresinde 6 ve 12 millik kara suyu olan bir ada olarak kabul edilmiştir.
“II. Deniz Hukuku Konferansı” 1960 yılında Cenevre’de yapılmış olmasına rağmen her hangi bir ortak mutabakat sağlanmadığı için dağılmıştır.
Birleşmiş Milletler Üçüncü Deniz Hukuku Konferansı’nın (UNCLOS III) 15 yıllık çalışmasıyla ortaya çıkan Sözleşme’nin 6 Aralık 1982 tarihinde MontegoBay’de (Jamaika) 119 ülkenin temsilcilerince imzalanmasıyla, uluslararası konferanslardan en uzunu sona ermiş ve uluslararası deniz hukukunda yeni bir sayfa açılmıştır.
Bu konferansın en önemli kararlarından bir tanesi adaların da kıta sahanlığı olduğunun kabul edilmiş olmasıdır. ABD, Türkiye ve birkaç ülke daha bu sözleşmeyi kabul etmemiş ve imzalamamıştır.
Kıbrıs Rum Cumhuriyeti, I. Deniz Hukuku Konferansı sonucu Türkiye Cumhuriyeti’nin Doğu Akdeniz’de hak sahibi olduğunu kabul etmemekte ve III. Deniz Hukuku Konferansına göre kendisinin Doğu Akdeniz sularında Münhasır Ekonomik Bölge hakkı olduğunu iddia etmektedir. Bu nedenle de petrol arama bölgeleri ilan etmiş ve ABD kökenli Noble şirketine de arama ve petrol ile doğal gaz çıkarma hakkı vermiştir. Bunu pekiştirmek ve Türkiye karşısında kendisine müttefikler bulmak amacı ile de doğuda İsrail, batıda da Yunanistan ile karşılıklı işbirliği ve Münhasır Ekonomik Bölge anlaşmaları imzalamıştır.
İşler tam yolunda giderken, Lübnan Dışişleri Bakanı Adnan Mansur’un BM Genel Sekreteri Ban Ki Moon’a, Güney Kıbrıs ile İsrail arasında yapılan Münhasır Ekonomik Bölge (MEB) sınırlarının belirlenmesi anlaşmasının Lübnan’ın egemenliğini ihlal ettiği, ekonomik çıkarları ve bölgedeki güvenlik açısından tehlike olduğunu vurguladığı şikâyet mektubu göndermesi, tüm Rum planlarını alt üst etti.
Lübnan’ın bu şikâyeti giderilmediği müddetçe, 12. Parselde ve İsrail’e ait Leviathan bölgesinde arama ve sondaj yapılması ile doğal gaz çıkarımı kurallara aykırı bir işlem olacak ve bölgedeki sorunları tırmandıracak.
Kıbrıs Rum Cumhuriyeti eline geçirdiği her fırsatta Türkiye ile olan ilişkilerinde kriz yaratmak yoluna gitmekte ve bölgede sorun çıkarmayı politik bir başarı olarak kabul etmektedir. Aynen terörist başı Abdullah Öcalan’a tanınmış Rum gazeteci Mavros Lazaros adına Kıbrıs Cumhuriyeti pasaportu verdiği gibi.
Prof.Dr.Ata ATUN