19 Mart tarihinde gerçekleştirilen ve yeni bin yıl içerisindeki üçüncü koalisyon hareketi olan Libya müdahalesi ile birlikte yeni bir tarihi döneme daha girdik. Bu dönemin sonuçları daha tam olarak belli olmasa da ve bunun tahmin edilmesi için tarihin oldukça erken olduğunu söylense de nedenleri ve izlenen yol açısından çığır açıcı olduğu söylenebilir.
Her şeyden önce koalisyon trenini çeken lokomotifin alışılmışın aksine ABD değil Fransa’nın olması şaşırtıcıdır. Şüphesiz ki bunun Fransa iç ve dış politikası açısından iki farklı şekilde açıklanması mümkündür. İkinci şaşırtıcı olay ise her ne kadar koalisyon güçlerinin “görünürde” lideri olmasa da ABD’nin söz konusu güçlere Kongre’nin onayını almadan katılmasıdır. Son olarak da söz konusu müdahalenin hafif silahları susturmak ve demokrasinin kalıcı hale getirilmesini hedeflemesine rağmen tam tersine küresel ölçekte ağır silahlanmayı arttırması ve bazı ülkelerin daha baskıcı olmasına zemin hazırlamış olmasıdır.
19 Mart Cumartesi günü Libya üzerine düzenlenen ilk harekât başladığında öne çıkan ülke Fransa’ydı. Onu sırasıyla İngiltere ve Amerika izledi. Sebepleri açıktı: Amerikasız bir müdahale, insani ya da değil, düşünülemezdi. Amerika ise küresel tüm politikalarında bazı farklılıklar olsa bile temel ilkelerinde her daim anlaştığı ülke olan İngilteresiz yola çıkamazdı. Diğer ülkeler ise, Fransa hariç, sadece bu müdahalenin meşruiyetini biraz daha üst seviyelere çıkaran aktörlerdi, tabiri yerindeyse piyonlardı.
Hiç şüphe yok ki Fransa’nın müdahalede öncü olmasını iç ve dış politika bağlamında ayrı ayrı yorumlamalıyız. İç politikada Sarkozy zor dönemler yaşamaktadır. Son yapılan kanton seçimlerinde 2011 yılının ilk mağlubiyetini tatmıştır. 2012 seçimlerine giden yolda ise halk nezdinde saygınlığı giderek düşmektedir. Bunda başkan seçilmeden önce İçişleri Bakanı iken ülke içinde sağladığı üst düzey güvenlik önlemleri dışında başkanlığı döneminde herhangi bir yenilik getirmemesinin önemli bir payı vardır. Diğer önemli bir sebep ise baba Le Pen’in partisinin liderliğini kızına devretmesi olayıdır. Çünkü Marine Le Pen babasının radikal tutumunu yumuşatmayı başarmış ve Sarkozy’nin partisine yönelen birçok oyun geri dönmesini sağlamıştır. Bu ise Sarkozy’nin büyük şeyler yapmasını gerekli kılmıştır. Libya müdahalesi, işte bu zaruriyetin bir diğer adıdır. Belki iç politika ile alakalı olarak değinilmesi gereken son bir mesele ise Kaddafi’nin oğlu Seyfülislam’ın seçim kampanyasında Sarkozy’ye yönelik yaptığını söylediği maddi seçim yardımın örtbas edilmesidir. Akdeniz’deki sıcaklık nedeni ile bu konu belki geçici bir süreliğine rafa kaldırıldı. Fakat suların durulması ve cumhurbaşkanlığı seçimlerinin yaklaşması ile olay yine gündeme oturacaktır. İşte bu olayın üzerini örtmek ve Kaddafi yönetimi ile hiçbir çıkar ilişkisi olmadığını kanıtlamak isteyen Sarkozy bu müdahalenin lideri olmayı seçmiştir. Amacı bir taşla birkaç kuş vurmaktır.
Sarkozy, dış politikadaki en büyük amacı olan Akdeniz İçin Birlik (2008) projesinin Almanya tarafından engellenmesi sonucu oluşan başarısızlığını unutturmak için bu müdahaleyi tasarlanmıştır. Her ne kadar Almanya, Kuzey Afrika ile özel bir ilişkiye sahip olmasa da Fransa tarihten gelen yakın bağları sebebiyle bölgede bazı özel çıkar ve amaçlara sahiptir ve Mağrip ülkelerine karşı özel bir ilgi duymaktadır. Sarkozy, bunu gerçekleştirmenin ve gelecek seçimlerde azalan saygınlığını geri kazanmanın tek yolu olarak bu müdahaleyi görmüştür ve harekâtın öncülüğünü yapmıştır. AB’nin yekpare bir duruş sergileyemeyeceğini ve ortak bir dış politika yürütemeyeceğini anlayan Sarkozy, Akdeniz İçin Birlik planı ile AB’yi baypas edememiş olsa bile Akdeniz’de vazgeçilmez bir aktör olma hayalinden vazgeçmiş değildir.
ABD ise Afganistan ve Irak işgalleri ile yarattığı infiallerle tekrar karşı karşıya kalmamak ve müdahalenin meşruiyetini arttırmak için öncülük rolünün Fransa tarafından üstlenilmesine göz yummuştur. İnfiallerin önlenmesinin yanı sıra Fransa liderliğindeki bu harekât, işgalin İkinci Körfez Savaşı’nda olduğu gibi işgal niyeti taşımadığını gösteriyordu. Ayrıca bu müdahale, Amerika’nın başlattığı bir saldırı olarak tarihe yazılmayacaktı. Amerika’nın “tek taraflı saldırgan ülke” sicilinin kabarık olması kimi sosyal bilimcilere göre İran’a yönelik de olası bir saldırının önünde duran en büyük engeldir. Çünkü Amerika istikrar için girdiği Afganistan ve Irak’ta ne demokrasi sağlayabilmiştir ne de istikrar. Fakat müdahalenin her safhasında, perde arkasında ABD vardır. Nitekim müdahalenin ikinci gününde harekâtın yöneticisinin kendisi olduğunu Türk yetkililerine açıkça belirtmiştir. Bunun yanında ABD, 2003 yılında düzenlenen Irak harekâtı sırasında Chirac yönetimi altındayken takındığı “De Gaulle” yanlısı tutum nedeni ile arası bozulan Fransa’ya bir fırsat vermiş oldu.
Bahsedilmesi gereken diğer önemli bir konu ise çok taraflı bir tutum takınan bu yolla Amerika’nın Bush döneminde kaybettiği saygınlığı geri kazanmasını amaçlayan Obama’nın Kongre’den herhangi bir savaş kararı çıkarmadan bu harekâta katılmasıdır. Bunu Obama’nın yapması düşündürücüdür. Demokratların yanı sıra önemli sayıda Cumhuriyetçinin olduğu bir Kongre’den savaş kararı çıkamaz mıydı? Peki niçin Kongre kararı beklenmedi? Çünkü Obama’nın Arap Birliği’ne ABD’nin işgal niyeti olmadığına dair güvence vermesi gerekiyordu. Bunun en bariz göstergesi şüphesiz ki savaş kararı teklifinin hiçbir şekilde Kongre’nin önüne gelmemesidir. Ayrıca çok taraflılığın gereği olarak BM kararı da çıkarılmıştı. Yani her şey prosedürüne uygundu. Kaldı ki siviller daha fazla bekleyemezdi. Bunun yanı sıra eğer BM’den karar alınmayıp Kongre’den alınsaydı Arap âlemi tekrar bir infialin içine düşerdi. Arap Birliği’nden destek alınamazdı. Libya içerisinde ise anti-emperyalist bir yekvücutluk oluşurdu. Bu ise Kaddafi’nin işine yarardı. Ayrıca Kongre’den savaş kararı çıkarılmayarak Recep Tayyip Erdoğan’ın “savaşın sınırlı tutulması” isteği de tam olmasa da güvence altına alınmıştır. Çünkü Kongre’siz bir işgal düşünülemezdi.
Sonuç olarak Fransa’nın Akdeniz bölgesinde bir çekim merkezi olması arzusu, Orta Doğu ve Kuzey Afrika ülkelerinin basınlarına bakıldığı kadarı ile geri tepmiştir. Çünkü söz konusu ülke halklarının özgürlük ve demokrasi arayışlarına cevap vermek amacı ile çıkılan yolun gerçek amacı hala tam olarak açıklanmamıştır. Harekâtın ilk günü geride kaldığında yüze varan ölü sayısı haberleri bölgeden televizyonlara düşmüştür. Kimi AB yetkilileri Kaddafi’nin devrilmesini isterken kimileri ise sadece istifaya zorlanmasını istemektedir. Ortada bir gerçek var ki AB yine ortak bir dış duruş sergileyememektedir. Kimileri Libya içindeki Geçici Komisyonu tanıdı kimileri ise Trablus’u. Kısacası AB hala ekonomik bir dev olsa da yine de siyasi bir cüce olmaktan kurtulamamıştır.
Ayrıca Birleşmiş Milletler ve NATO gibi uluslararası örgütlerin meşruiyeti de sorgulanır hale gelmiştir. Bunun temelde iki sebebi vardır: İlki Amerika’nın BM ve NATO’dan herhangi bir karar almadan müdahaleye kalkışması, daha sonra ise üzerindeki maddi ve manevi yükü diğer ülkelerin üzerine yıkmaya çalışmasıdır. İkincisi ise Fransa’nın son Libya müdahalesini NATO’nun danışma mekanizmasına haber vermeden gerçekleştirmiş olmasıdır. Çin, Rusya ve Arap Birliği gibi önemli bölgesel aktörlerin tartışmalara katılıp veto koymadan tartışmalardan çıkması ve ardından “Biz hava saldırısı istememiştik.” demeleri ise diplomasinin ne hale geldiğini ve ülkelerin ikiyüzlü tutumlarını ortaya sermesi bakımından ayrıca önemlidir.
Deniz Tören
Hacettepe Üniversitesi
Uluslararası İlişkiler