Kürt kökenli Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının toplumsal, tarihsel ve siyasal sorumluluğunu taşıdığını belirterek siyaset arenasına çıkan, ancak Kandil ve İmralı ile bağlantısını da hiçbir şekilde kesmeyerek hitap ettiği halkın siyasal iradesini birkaç kişinin ve eli silahlı bir terör örgütünün kontrolüne vermeye çalışan BDP’nin siyasal ve toplumsal etkinliği bugünlerde bir sorgulama sürecinden geçmektedir. Seçimlerin ardından artan PKK terörü ve bu terörün, etnik kökeni ne olursa olsun, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarında yarattığı toplumsal travma, Haziran 2011 seçimlerinin de ortaya koyduğu üzere Kürt kökenli seçmenlerin önemli bir çoğunluğunu temsil etmemesine karşın sorunun çözümü aşamasında bir taraf olması arzulanan BDP’nin varlığına ve etkinliğine ilişkin birtakım tartışmaların yaşanmasını beraberinde getirmektedir.
Bu tartışmalardan en önemlisi BDP’nin siyasal programına ilişkin olarak ortaya çıkmaktadır. Demokratik Özerklik adı verilen ancak siyasal/toplumsal/yönetimsel içeriğine ilişkin olarak hiç kimsenin net bir açıklama yapamadığı bir programa sahip olan BDP, her şeyden önce bu programın etnik ayrılıkçı temeller üzerine inşa edilmediğini ve Türkiye’nin siyasal bütünlüğünü yok etmek istemediğini ortaya koyan birtakım açıklamalar yapmak ve teminatlar vermek zorundadır. Nitekim Demokratik Özerklik adı altında ilan edilen programa ilişkin olarak birçok BDP’linin kafasında çok farklı düşünceler ve uygulamalar bulunmaktadır. BDP, eğer Kürt Sorunu’nun çözümünde bir taraf olarak yer almak istiyorsa, her şeyden önce bünyesindeki farklılıklardan sıyrılabilmeli, makul ve tutarlı bir çözüm önerisi ile ortaya çıkabilmelidir. Nitekim BDP’nin ilan ettiği programa ilişkin olarak Kandil Cephesi’nden ve İmralı’dan çok daha farklı açıklamalar gelmekte ve bu açıklamalar ve istekler, mevcut haliyle kabul edilmesi zaten çok zor olan siyasal isteklerin ne olduğuna ilişkin tam bir belirsizliğin ortaya çıkmasına neden olmaktadır. BDP’nin bu noktada içselleştirmesi gereken en önemli nokta, devletin ve toplumun siyasal tutarsızlık içerisinde salınan bir hareketi ciddiye almayacağı gerçeğidir.
BDP’nin siyasal statüsünü ilgilendiren bir diğer önemli nokta ise, bu partinin Türkiye’ye ilişkin coğrafi ve siyasal kapsayıcılığı ile ilgilidir. Etnik temelde örgütlenmiş bir parti olması nedeniyle, Kürt kökenli Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının bir bölümü dışında hiçbir etkinliği olmayan bir partinin Türkiye’nin tamamına ilişkin, yerelleşme vurgusunu ön plana koyan Demokratik Özerklik Modeli’ni önermesi ilginç bir durumdur. BDP, ortaya koyduğu projenin kapsamını genişleterek Türkiye’nin tamamına ilişkin bir yönetimsel reform istiyor olsa da, bu istek BDP’ye oy vermeyen vatandaşlar ekseninde hiçbir olumlu karşılık almamaktadır. Kürtlerin bir bölümü dışında kalan Türk toplumunun, Türkiye’de, BDP’nin ortaya koyduğu şekilde bir yönetimsel değişim arzusu ve talebi bulunmamaktadır. Bu durum, aksini iddia etmesine karşın, BDP’nin Türkiye’nin tamamına hitap eden bir parti olmadığını da göstermektedir.
BDP, Kürt Sorunu’nun çözümü noktasında baskı ve gerginliği yadsıyan bir anlayışı yansıttığını kaydetmesine karşın izlediği politikalar tam tersini ifade etmektedir. Kürt Sorunu’nun çözümü noktasında gerginliğe mahal vermeden çözüme ulaşmak isteyecek bir partinin cezaevinde tutuklu bulunan isimleri gerginliğin artacağını bile bile milletvekili adayı olarak göstermesi bu durumun bir göstergesidir. Hukuku gerginliğin artmasını sağlayacak bir araç olarak kullanmak siyasi açıdan sorumlu olan bir partinin yapacağı bir iş değildir. Bu sorun toplumsal ayrım çizgileri üzerinde ilerleyen etnik milliyetçi bir isteme ilişkin olarak ortaya çıkıyorsa gerginliğin ve toplumsal huzursuzluğun daha da artacağı ortadadır. Yine BDP’li milletvekillerinin ve yöneticilerin katıldığı gösteriler ve yürüyüşler esnasında ortaya çıkan gerginlikler ve bu milletvekili ve yöneticilerin bazılarının, gerginliği ortadan kaldırmaktansa ateşin altına odun atacak türden eylemlere girişmesi, BDP karşıtları ile BDP yanlılarının birbirlerine girmelerine neden olmakta ve güvenlik güçlerinin müdahalesini gerektirecek türden sonuçlar doğurmaktadır. Medyaya da yansıyan bu görüntüler, toplum hafızasında önemli bir yer kaplamakta ve toplumsal ayrışmanın artmasına da neden olmaktadır.
BDP’ye ilişkin en önemli sorunlardan biri de, bir siyasal parti olarak bu hareketin PKK, KCK ve DTK gibi diğer örgütlerin gölgesinde kalması ve bağımsız karar alamamasıdır. PKK, Kürt Sorunu konusunda, silahla da olsa farkındalık yarattığı ve her şeyin başlangıcında yer alan aktör olduğu için BDP’nin kendi kontrolünde olması gerektiğini düşünmektedir. KCK ve DTK ise, BDP’nin ortaya koyduğu Demokratik Özerklik Modeli’nin içerisinde yer alan bölge meclislerinin birer görünümü olarak ortaya çıkmışlardır. Ne var ki, mevcut konjonktürde DTK ve KCK’nın siyasal etkinliğinin ve statüsünün BDP’nin önüne geçtiğini görüyoruz. Yani, BDP, PKK’nın yanı sıra kendi yarattığı iki ayrı yapının kontrolüne girmiş durumdadır. Her ne kadar bu yapılar BDP ile aynı düşüncede birleşiyor gibi görünseler de, kendi siyasal benliklerine sahip oldukları ve BDP listesinden milletvekili seçilememiş birtakım isimlerin siyasal manevra aracı haline geldikleri için kontrol edilmeleri oldukça zordur. Diyarbakır Büyükşehir Belediye Başkanı BDP’li Osman Baydemir’in KCK’lı bir işçi tarafından sorgulanması, BDP’nin kendi cenahı içerisindeki etkisizliğinin önemli bir göstergesidir. Kürt Sorunu’nun çözümü noktasında meşru bir aktör olarak önemli bir rol oynaması beklenen ve istenen BDP’nin içerisinde bulunduğu bu vesayet sistemi, sürecin sağlıklı yürütülemeyeceğinin en önemli göstergelerinden biridir.
BDP’nin Kürt Sorunu’nun çözümüne ilişkin olarak yaptığı en önemli hatalardan biri de, Türkiye’de anayasa değişikliğine ilişkin bir irade oluşmuş olmasına karşın, bu konuda yapılacak olan çalışmaları beklemeyip kendi programı çerçevesinde gizli bir gündem oluşturması ve yerel düzeyde paralel örgütlenmeler oluşturarak hem kendisini zor duruma sokması hem de siyasal faaliyetleri ile ilgili şüphelerin doğmasına yol açmasıdır. BDP, bu tarz yapılanmalar ile anayasa değişikliği noktasında kendi tezlerini bir oldu-bitti aracılığıyla kabul ettirmek istemektedir. Ne var ki, bu tarz girişimler hem hükümet hem de toplum nezdinde olumlu bir karşılık bulmamakta ve gerginliğin daha da yükselmesine neden olmaktadır.
Yakın bir gelecekte toplumsal ve siyasal uzlaşma ile yeni bir anayasa yapacak olan Türkiye, bu anayasa bağlamında Kürt Sorunu’nu yeniden ele alacaktır. Kuşkusuz bu noktada BDP’ye de önemli görevler düşecektir ve düşmelidir. Ne var ki, dağınıklık, kararsızlık ve tutarsızlık içerisinde debelenen ve asgari müşterek kavramından haberdar olmadığı anlaşılan BDP’nin, bu şartlar altında sürece ilişkin hiçbir katkısının olmayacağı ya da olamayacağı da açıktır.
Göktürk TÜYSÜZOĞLU
Giresun Üniversitesi
İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi
Uluslararası İlişkiler Bölümü Araştırma Görevlisi