Küreselleşme süreci en basit ifadeyle teritoryal devlet kavramının kademeli olarak ortadan kalkması, sınırların ortadan kalkıp halkların gittikçe bütünleşmesi olarak tanımlanabilir. Küreselleşme süreci öyle ki, ülkeleri kendinden uzak diye başka bir ülkenin ekonomisi, sosyal yaşantısı, güvenlik problemleri ve benzeri olaylarına gözlerini yumar durumdan alıp bilhassa o ülkeyle ilgilenme o ülke hakkında derin analizler yapmak zorunda bırakan bir duruma getirmiştir. Liberal düşüncenin dayattığı bu sürece kimi ülkeler benimsedikleri rejimler gereği hemen adapte olabilirken, kimi ülkeler ise bu sürece şiddetle karşı çıkma eğilimi göstermektedirler. Karşı çıkan ülkeler rejim korkularından ya da iktidarlarından verecekleri tavizlerden olsa gerek, sürece sadece karşı çıkmakla kalmayıp sürecin a lehinde olabilecek eylemlere de kalkışabilmektedirler.
Küreselleşme sürecine dâhil olmak istemeyen ve şiddetle karşı çıkan ülkelerden biri olan İran, 1979’da meydana gelen devrimden sonra rejim değişikliği yaşayarak hızla dünya ile bağlarını koparmış, bugün gelinen noktada birçok doğu ve batı ülkesiyle gerilimli ilişkiler sürdüren, yaşanan bu gerilimlerin sonucu savaşa varabilecek şiddetli söylemler üzerinden politika üreten bir ülke haline gelmiştir.
Batı tarafından sorunun kaynağı olarak İran’ın nükleer programı gösterilirken, elinde 2000-3000 km menzilli füzeler bulunduran bir ülke olan İran tarafından vurulma konusunda ortaya koydukları çekincelerinde uluslararası kamuoyu nezdinde gayet haklılar. Amerika ve İsrail’in başını çektiği batı ülkelerinin istekleri; İran’ın kademeli olarak nükleer programına son vermesi ve eğer devam etmeyi istiyorsa da bu onların gözetiminde olması gerekliliğini seçenek olarak masaya çoktan koymuş durumdalar. Onlara göre bu iki seçeneğin dışında kalan hiçbir seçeneğin geçerli olmayacağı, bu seçeneklerin dünya barışı için gerekli olduğudur.
Dünya barışı için kilit önemdeki bu önerilerin ne olduğu İran için aslında pek önemli değil, asıl olan bunu kimin söylediği. Ahmedinejad yönetimi tarafından iç siyasette sıkça kullanılan; “silahlanan batı (başta Amerika) bize silahlanmayın diyor!” söylemi hiçte yabana atılabilecek bir söylem değil. Kaldı ki İran’a karşı söylem geliştiren ülkelerin dinleri de çok önemli. Bu din farklılığı rasyonel hareket eden bir ülke için pek önemli sayılmazken İran gibi İslami rejimi olan bir ülke için gayet önemli bir durum.
Konuya İran tarafından bakılacak olursa, İran’ın başta nükleer program ile ilgili tavizler vermesi daha sonrasında diğer tavizleri kovalayacak böylece bu İran’da ki İslami rejimin sonu, siyasi iktidarın kurmuş olduğu tiranlığın bitmesi demek olacak. Dahası, Ortadoğu’da liderliğe oynayan ülkelerden biri olan İran için böyle bir geçiş sürecine tabii olması demek ülkedeki birçok kurumun ve sosyal hayatın yeniden yapılanması anlamına gelecektir ki buda İran’da hem ekonomik hem kültürel olarak büyük bir değişim yaşatacağından, İran Ortadoğu’daki bu hedefinden oldukça uzaklaşacaktır.
İran hem rejimi hem bulunduğu konumu korumak için gerek istihbaratı gerek diplomatik gerekse ekonomik birçok adım atmakla birlikte savaştan hiçbir zaman çekinmediğini dile getirmekte. Aslında dünyaya yön veren küresel güçler ile savaşı ne İran ordusu ne İran ekonomisi kaldırabilir. Ancak İran tarih boyunca söylem geliştirirken karşısındakilerin durumundan oldukça iyi bildi ve hala yararlanmayı iyi biliyor. Avrupa’nın genelinde yaşanan krizler, Amerika birleşik devletlerinin yeni Orta Asya stratejisi ve yaşadığı ekonomik kriz, İsrail’in bölgedeki en büyük güç olan Türkiye ile yaşadığı siyasi gerilimler gibi olaylar İran’ın söylem geliştirirken göz önünde bulundurduğu açık. Ahmedinejad yönetimi yaşanan bu hadiseleri sadece dış siyaset yaparken değil aynı zamanda iç siyasette de iyi bir şekilde kullanarak olası muhalefeti susturmada gayet başarılı. Dahası yıllardır batının yaptırımlarına maruz kalan ancak Rusya, Çin gibi büyük güçlerden yeri geldiğinde yardım alarak İran’ın yaptırımları bir nebzede olsa absorbe edebilmesi ülkedeki rejimin devamını sağlamakla birlikte batıya, Amerika’ya ve İsrail’e karşı daha güçlü durmasını sağlamakta.
İran ile batılı güçler arasında yaşanan gerilimin çözümünü bütün uluslararası kamuoyu yakından takip ederken, savaş dâhil bütün diplomatik ve askeri çözümler masada bulundurulmakta. Batı ülkelerinin yaptırımları ve söylemleri İran kamuoyunu etkilemeye yetmemekte. İçinde bulundukları ekonomik kriz sebebiyle Amerika ve Avrupa ülkeleri askeri müdahaleye yanaşmadan sorunu halledebilmenin yollarını aramakla birlikte şu sıralar bütün kudretlerini kendi problemlerini çözmeye ayırmış bulunmaktalar. Bu noktada hem İran ile iyi ilişkileri olan hem %99 gibi büyük oranda Müslüman nüfusa sahip ve İran ile komşu Türkiye’ye büyük görevler düşmekte. Zira bölgesinde hatta küresel çapta barış için çabalayan Türkiye bu görevi çoktan üstlenip arabuluculuk çalışmalarına ara vermeden devam etmekle birlikte elde ettiği somut birkaç olayın altına imzasını atmış durumda. Yumuşak gücünü kullanarak yarattığı başta uranyum takası olmak üzere karşılıklı iyi niyet gösterisine vesile olabilecek olaylar ortamı biraz yumuşatsa da bu durum fazla sürmeden karşılıklı restleşmelerle iki tarafta tavizsiz isteklerinden vazgeçmemekte.
İran’ın meseleyi soğuk savaş mantığıyla çözümlemeye devam etmesi, Amerika ve Avrupa ülkelerinin küreselleşme olgusundan hareketle İran’ın uluslararası düzlemdeki iktidarından ve ulus devlet yapısından istisnasız tavizler istemesi durumu daha vahim hale getirmekten başka hiçbir şeye yaramadığı gayet açık. İran ile tarihten ve dinden gelen kökleşmiş düşmanlıkları olan İsrail tarafının atacağı adımlarda gayet önemli. Tarafların karşılıklı güç gösterilerinin yerine barış havası içinde çözüm yolları araması başta İran’ın komşusu ve Amerika’nın müttefiki olan Türkiye olmak üzere dünya kamuoyu ve barışı için en hayırlı gelişme olacaktır.
Murat YILDIRIM
Yıldız Teknik Üniversitesi
Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü