Çeviri: Küresel Zeitenwende

Bu yazı Almanya Şansölyesi Olaf Scholz’un ‘Foreign Affairs’ için kaleme aldığı “The Global Zeitenwende: How to Avoid a New Cold War in a Multipolar Era” başlıklı görüş yazısından çevrilmiştir. Yazının aslına aşağıdaki bağlantıdan ulaşabilirsiniz: 

The Global Zeitenwende

Çok Kutuplu Bir Çağda Yeni Bir Soğuk Savaştan Nasıl Kaçınılır?

Dünya çığır açan bir yapısal değişim ile karşı karşıya: Zeitenwende. Rusya’nın Ukrayna’ya yönelik saldırganlığı bir dönemi kapattı. Güçlü ekonomisi ve iddialı politikalarıyla Çin de dahil olmak üzere yeni güçler ortaya çıktı veya yeniden yükseldi. Bu yeni çok kutuplu dünyada, farklı ülkeler ve hükümet modelleri güç ve etki için rekabet ediyor.

Almanya ise, BM Antlaşması ilkelerine dayanan uluslararası bir düzeni savunmak ve geliştirmek için elinden gelen her şeyi yapıyor. Demokrasisi, güvenliği ve refahı, ortak kurallara bağlama gücüne bağlı. Bu nedenle Almanlar, müttefiklerimizin bizden beklediği Avrupa güvenliğinin garantörü, Avrupa Birliği içinde bir köprü kurucu ve küresel sorunlara çok taraflı çözümlerin savunucusu olmaya kararlı. Almanya’nın zamanımızın jeopolitik çatlaklarında başarılı bir şekilde ilerleyebilmesinin tek yolu bu.

Zeitenwende, Ukrayna‘daki savaşın ve Avrupa güvenliği meselesinin ötesine geçiyor. Temel soru şu: Avrupalılar ve Avrupa Birliği olarak bizler, giderek çok kutuplu hale gelen bir dünyada nasıl bağımsız aktörler olarak kalabiliriz? Olaf Scholz

Almanya ve Avrupa, dünyanın bir kez daha rakip bloklara bölünmeye mahkûm olduğu şeklindeki kaderci görüşe yenik düşmeden, kurallara dayalı uluslararası düzeni savunmaya yardımcı olabilir. Ülkemin tarihi; faşist, otoriter ve emperyalist güçlere karşı savaşmak için ona özel bir sorumluluk yüklüyor. Aynı zamanda ideolojik ve jeopolitik bir çekişme sırasında ikiye bölünmüş olma deneyimimiz, bize yeni bir soğuk savaşın risklerini titiz bir şekilde değerlendirme imkânı veriyor. Olaf Scholz

BİR ÇAĞIN SONU

Dünyanın çoğunluğu için, Demir Perde’nin düşmesinden şimdiye dek geçen otuz yıl, göreli bir barış ve refah dönemi oldu. Teknolojik gelişmeler, benzeri görülmemiş bir bağlantı ve iş birliği düzeyi yarattı. Büyüyen uluslararası ticaret, tüm dünyaya yayılan değer ve üretim zincirleri, sınır ötesi benzersiz insan ve bilgi alışverişi bir milyardan fazla insanı yoksulluktan kurtardı. En önemlisi, dünyanın her yanından cesur vatandaşlar diktatörlükleri ve tek parti iktidarını silip süpürdü. Onların özgürlük, şeref ve demokrasi özlemleri tarihin akışını değiştirdi. İki yıkıcı dünya savaşı ve -çoğunluğu ülkemden kaynaklanan- büyük acıları, kırk yılı aşkın bir süre boyunca, olası bir nükleer imhanın gölgesindeki gerilim ve çatışmalar izledi. Ancak 1990’lara gelindiğinde, geçmişin yaralarını sarabilen bir dünya düzeni nihayet hâkim olmuş gibi görünüyordu.

Özellikle Almanlar kendilerini şanslı sayabilirlerdi. Kasım 1989’da Berlin Duvarı, Doğu Almanya’nın cesur vatandaşları tarafından yıkıldı. Sadece 11 ay sonra, ileri görüşlü politikacılar ve hem Batı hem de Doğu’daki ortaklarının desteği sayesinde ülke yeniden birleşti. Nihayet, eski Almanya Şansölyesi Willy Brandt’ın duvar yıkıldıktan kısa bir süre sonra söylediği gibi, “birbirine ait olan birlikte büyüyebilir”di.

Bu sözler yalnızca Almanya için değil, bir bütün olarak Avrupa için de geçerliydi. Varşova Paktı’nın eski üyeleri, Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü’nde (NATO) müttefik ve AB üyesi olmayı seçtiler. Dönemin ABD başkanı George H. W. Bush’un ifadesiyle “Bütün ve özgür Avrupa” artık boş bir umut gibi görünmüyordu. Bu yeni dönemde Rusya’nın, düşman olan Sovyetler Birliği’nin aksine, Batı’nın ortağı olması mümkün görünüyordu. Sonuç olarak, çoğu Avrupa ülkesi ordularını küçülttü ve savunma bütçelerini kıstı. Almanya için de mantık basitti: Tüm komşularımız dost veya ortak gibi görünürken neden yaklaşık 500.000 kişilik büyük bir savunma gücü bulunduralım ki? Olaf Scholz

“Dünya tekrardan rakip bloklara bölünmeye mahkum değil.”

Güvenlik ve savunma politikamızın odak noktası hızla diğer acil tehditlere kaydı. Balkan savaşları ile 2001’deki 11 Eylül saldırılarının ardından Afganistan ve Irak’taki savaşlar da dahil olmak üzere, bölgesel ve küresel kriz yönetiminin önemi arttı. NATO içerisindeki dayanışma ise bozulmadan kaldı: 11 Eylül saldırıları, Kuzey Atlantik Antlaşması’nın müşterek savunma maddesi olan 5. Madde’yi başlatma kararının alınmasına yol açtı ve NATO güçleri yirmi yıl boyunca Afganistan’da terörizmle omuz omuza savaştı.

Almanya’nın iş çevreleri ise tarihin yeni akışından kendi sonuçlarını çıkardılar. Demir Perde’nin düşmesi ve her zamankinden daha entegre halde olan bir küresel ekonomi, özellikle eski Doğu bloku ülkelerinde ve ayrıca başta Çin olmak üzere gelişmekte olan ekonomilere sahip diğer ülkelerde yeni fırsatlar ve pazarlar açtı. Geniş enerji ve diğer hammadde kaynaklarına sahip olan Rusya, Soğuk Savaş sırasında güvenilir bir tedarikçi olduğunu kanıtlamıştı ve en azından ilk başta, barış zamanında, bu gelecek vaat eden ortaklığı genişletmek mantıklı görünüyordu.

Ancak Sovyetler Birliği’nin ve Varşova Paktı’nın dağılmasını deneyimleyen Rus liderliği, bunlardan Berlin ve diğer Avrupa başkentlerindeki liderlerinkinden keskin bir şekilde ayrılan farklı sonuçlar çıkardı. Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, komünist yönetimin barışçıl bir şekilde devrilmesini, daha fazla özgürlük ve demokrasi için bir fırsat olarak görmek yerine “yirminci yüzyılın en büyük jeopolitik felaketi” olarak nitelendirdi. 1990’larda Sovyet sonrası alanın bazı bölgelerinde yaşanan ekonomik ve siyasi kargaşa, bugüne kadar pek çok Rus vatandaşının Sovyetler Birliği’nin bitişiyle ilişkilendirdiği kayıp ve ıstırap duygusunu şiddetlendirdi.

Otoriter ve emperyalist hırslar işte bu ortamda yeniden ortaya çıkmaya başladı. 2007’de Putin, Münih Güvenlik Konferansı’nda agresif bir konuşma yaptı ve kurallara dayalı uluslararası düzeni Amerikan egemenliğinin bir aracı olduğunu söyleyerek alaya aldı. Ertesi yıl Rusya, Gürcistan’a savaş açtı. 2014 yılında Rusya, Kırım’ı işgal ederek topraklarına kattı ve kuvvetlerini Ukrayna’nın doğusundaki Donbas bölgesinin bazı kısımlarına göndererek uluslararası hukuku ve Moskova’nın kendi antlaşma taahhütlerini doğrudan ihlal etti. Sonraki yıllarda Kremlin silah kontrolü anlaşmalarını yok saydı ve askeri kapasitesini genişletti, Rus muhalifleri zehirledi ve öldürdü, sivil topluma baskı yaptı ve Suriye’de Esad rejimini desteklemek için acımasız bir askeri müdahale gerçekleştirdi. Putin’in Rusyası adım adım kendisini Avrupa’dan ve işbirlikçi, barışçıl bir düzenden uzaklaştıran bir yol seçti. Olaf Scholz

İMPARATORLUK GERİ DÖNÜYOR

Kırım’ın yasadışı ilhakını ve doğu Ukrayna’da çatışmaların patlak vermesini takip eden sekiz yıl boyunca, G-7’deki Avrupalı ve uluslararası ortakları ile Almanya, Ukrayna’nın egemenliğini ve siyasi bağımsızlığını korumaya, Rusya tarafından gerginliğin daha fazla tırmandırılmasını önlemeye, Avrupa’da barışı yeniden tesis etmeye ve korumaya odaklandı. Seçilen yaklaşım, Rusya’ya yönelik kısıtlayıcı önlemleri diyalogla birleştiren siyasi ve ekonomik baskının bir bileşimiydi. Almanya, Fransa ile birlikte Minsk Anlaşması ve buna tekabül eden Minsk sürecinin yolunu açan, Rusya ile Ukrayna’ya ateşkes taahhüt etmekle birlikte bir dizi başka adım atma çağrısında bulundukları Normandiya Formatı olarak adlandırılan görüşmeleri devreye soktu. Aksiliklere ve Moskova ile Kiev arasındaki güven eksikliğine rağmen, Almanya ve Fransa süreci devam ettirdi. Ancak revizyonist bir Rusya, diplomasinin başarılı olmasını imkânsız hale getirdi.

Rusya’nın Şubat 2022’de Ukrayna’ya yönelik acımasız saldırısı, aslen yeni bir gerçekliğin önünü açtı: Emperyalizm Avrupa’ya geri dönmüştü. Rusya, yirminci yüzyılın en korkunç askeri yöntemlerinden bazılarını kullanıyor ve Ukrayna’da tarifsiz acılara neden oluyor. On binlerce Ukraynalı asker ve sivil hayatını kaybetti; çok daha fazlası yaralandı veya travmatize oldu. Milyonlarca Ukrayna vatandaşı, Polonya ve diğer Avrupa ülkelerine sığınmak için evlerini terk etmek zorunda kaldı; bunların bir milyonu ise Almanya’ya geldi. Rus topları, füzeleri ve bombaları Ukrayna’daki evleri, okulları ve hastaneleri enkaza çevirdi. Mariupol, Irpin, Kherson, Izyum: Bu dört yer sonsuza dek dünyaya Rusya’nın suçlarını tüm dünyaya hatırlatmaya hizmet edecek ve bu olayın failleri adalete teslim edilmelidir.

Ancak Rusya’nın savaşının etkisi Ukrayna’nın ötesine geçiyor. Putin saldırı emrini verdiğinde inşa edilmesi on yıllar almış Avrupa ve uluslararası barış mimarisini paramparça etti. Putin’in liderliği altında Rusya, Birleşmiş Milletler Antlaşması’nda yer alan en temel uluslararası hukuk ilkelerine bile meydan okudu: Bir uluslararası politika aracı olarak güç kullanımından vazgeçilmesi ve tüm ülkelerin bağımsızlığına, egemenliğine, toprak bütünlüğüne saygı gösterilmesi taahhüdü. Emperyal bir güç olarak hareket eden Rusya, şimdi sınırları zorla yeniden çizmeye ve dünyayı bir kez daha bloklara ve etki alanlarına bölmeye çalışıyor.

DAHA GÜÇLÜ BİR AVRUPA

Dünya Putin’in istediğini yapmasına izin vermemeli; Rusya’nın intikamcı emperyalizmi durdurulmalıdır. Şu anda Almanya için kritik rol, ordumuza yatırım yaparak Avrupa’nın ana güvenlik sağlayıcılarından biri haline gelmek, Avrupa savunma sanayisini güçlendirmek, NATO’nun doğu kanadındaki askeri varlığımızı güçlendirmek, Ukrayna’nın silahlı kuvvetlerini eğitmek ve donatmaktır.

Almanya’nın yeni rolü, yeni bir stratejik kültür gerektirecek ve hükümetimin bundan birkaç ay sonra benimseyeceği ulusal güvenlik stratejisi bu gerçeği yansıtacak. Son otuz yılda, Almanya’nın güvenliği ve ülkenin silahlı kuvvetlerinin teçhizatı ile ilgili kararlar, barış içindeki bir Avrupa temelinde alındı. Şimdiyse asıl soru, bizim ve müttefiklerimizin Avrupa’da, çoğu Rusya’dan gelen, hangi tehditlerle yüzleşmemiz gerektiği olacaktır. Bunlar, müttefik topraklara yönelik potansiyel saldırıları, siber savaşı ve hatta Putin’in tehdit edişini çok da gizli tutmaya çalışmadığı uzak bir nükleer saldırı olasılığını içeriyor. Olaf Scholz

Transatlantik ortaklığı, bu zorluklarla yüzleşmek için hayati önemdedir ve hayati önemde olmaya devam edecektir. ABD Başkanı Joe Biden ve yönetimi, dünya genelinde güçlü ortaklıklar ve ittifaklar kurup bunlara yatırım yaptıkları için övgüyü hak ediyor. Ancak dengeli ve dayanıklı bir Transatlantik ortaklık, Almanya ve Avrupa’nın da aktif roller oynamasını gerektiriyor. Rusya’nın Ukrayna’ya saldırısının ardından hükümetimin aldığı ilk kararlardan biri, silahlı kuvvetlerimiz olan Bundeswehr’i daha iyi donatmak için yaklaşık 100 milyar dolarlık özel bir fon tahsis etmek oldu. Hatta bu fonu kurmak için anayasamızı dahi değiştirdik. Bu karar, Bundeswehr’in 1955’te kurulmasından bu yana Alman güvenlik politikasındaki en keskin değişikliği işaret ediyor. Askerlerimiz, ülkemizi ve müttefiklerimizi savunmak için ihtiyaç duydukları siyasi desteği, malzemeleri ve gücü alacaklardır. Amaç, bizim ve müttefiklerimizin güvenebileceği bir Bundeswehr. Bunu başarmak için Almanya, gayri safi yurtiçi hasılamızın yüzde ikisini savunmamıza yatıracak.

Baumholder, Almanya’daki NATO Müdahale Gücü’nün Alman üyeleri, Kasım 2022
Wolfgang Rattay / Reuters

Bu değişiklikler, Alman toplumundaki yeni bir zihniyeti yansıtıyor. Bugün Almanların büyük bir çoğunluğu, ülkelerinin düşmanlarını caydırmaya ve kendisi ile müttefiklerini savunmaya hazır, yetenekli bir orduya ihtiyacı olduğu konusunda hemfikir. Almanlar, ülkelerini Rus saldırganlığına karşı savunan Ukraynalıların yanında yer alıyor. 2014’ten 2020’ye kadar Almanya, Ukrayna’nın en büyük özel yatırım ve devlet yardımı kaynağıydı. Ve Rusya’nın işgali başladığından beri Almanya, Ukrayna’ya mali ve insani desteğini artırdı, ayrıca G-7’nin başkanlığını yürütürken uluslararası müdahalenin koordinasyonuna yardımcı oldu.

Aynı zamanda Zeitenwende, silah ihracatı konusunda Alman politikasının onlarca yıllık, köklü bir ilkesini hükümetimin yeniden gözden geçirmesine yol açtı. Bugün, Almanya’nın yakın tarihinde ilk kez, iki ülke arasındaki bir savaşa silah ulaştırıyoruz. Ukrayna Devlet Başkanı Volodimir Zelenski ile yaptığım görüşmelerde bir şeyi çok net ifade ettim: Almanya, gerektiği sürece Ukrayna’yı destekleme çabalarını sürdürecektir. Bugün Ukrayna’nın en çok ihtiyacı olan şey top ve hava savunma sistemleridir, Almanya’nın müttefiklerimiz ve ortaklarımızla yakın koordinasyon içinde sağladığı şey de tam olarak budur. Almanya’nın Ukrayna’ya verdiği destek aynı zamanda tanksavar silahları, zırhlı asker taşıyıcıları, uçaksavar silahları ve füzeleri ile topçu tespit radarı sistemlerini de içeriyor. Yeni bir AB misyonu, 5.000 kadarı -tüm bir tugay- Almanya’da olmak üzere, 15.000’e kadar Ukrayna askerine eğitim sunacak. Bu arada Çek Cumhuriyeti, Yunanistan, Slovakya ve Slovenya, Ukrayna’ya yaklaşık 100 tane Sovyet dönemi ana muharebe tankı teslim etti veya teslim etmeyi taahhüt etti; Almanya da buna karşılık bu ülkelere yenilenmiş Alman tankları temin edecek. Böylelikle Ukrayna, Ukrayna kuvvetlerinin iyi bildiği ve kullanma deneyimine sahip olduğu ve Ukrayna’nın mevcut lojistik ve bakım planlarına kolayca entegre edilebilecek tankları teslim alıyor.

NATO’nun eylemleri Rusya ile doğrudan bir çatışmaya yol açmamalı, ancak ittifak Rusya’yı makul bir biçimde saldırganlığından caydırmalıdır. Bu amaçla Almanya, Litvanya’daki Alman liderliğindeki NATO muharebe grubunu güçlendirdi ve bu ülkenin güvenliğini sağlamak için bir tugay atayarak NATO’nun doğu kanadındaki varlığını önemli ölçüde artırdı. Almanya ayrıca NATO’nun Slovakya’daki muharebe grubuna asker katkısında bulunuyor ve Alman hava kuvvetleri Estonya ile Polonya’daki hava sahasının izlenmesi ve emniyete alınmasına yardımcı oluyor. Aynı zamanda Alman donanması NATO’nun Baltık Denizi’ndeki caydırıcılık ve savunma faaliyetlerine de katıldı. Almanya ayrıca NATO’nun herhangi bir beklenmedik duruma hızlı bir şekilde yanıt verme yeteneğini geliştirmek için tasarlanan Yeni Kuvvet Modeli’ne, bir zırhlı tümen ile önemli hava ve deniz varlıkları (tümü yüksek hazırlık durumunda) sağlayacak. Ve Almanya, çift kabiliyetli F-35 savaş uçakları satın almak da dahil olmak üzere, NATO’nun nükleer paylaşım düzenlemelerine olan bağlılığını sürdürmeye devam edecek.

Moskova’ya mesajımız çok net: NATO topraklarının her bir karışını olası bir saldırıya karşı savunmaya kararlıyız. NATO’nun herhangi bir müttefike yapılan saldırının tüm ittifaka yapılmış sayılacağına dair verdiği ciddi sözü tutacağız. Ayrıca Rusya’ya nükleer silahlarla ilgili son söyleminin pervasız ve sorumsuz olduğunu açıkça ifade ettik. Kasım ayında Pekin’i ziyaret ettiğimde, Çin Devlet Başkanı Xi Jinping ile nükleer silah kullanma tehdidinin kabul edilemez olduğu ve bu tür korkunç silahların kullanılmasının insanlığın haklı olarak çizdiği bir kırmızı çizgiyi aşacağı konusunda hemfikirdik. Putin, bu sözleri not etmelidir.

“Moskova’ya mesajımız çok net: NATO topraklarının her bir karışını savunmaya kararlıyız.”

Ukrayna’nın işgalinin hasımları arasındaki ilişkileri gereceğine dair iddiası, Putin’in çok sayıdaki yanlış hesaplamalarından biri. Gerçekte ise bunun tam tersi oldu: AB ve Transatlantik ittifakı her zamankinden çok daha güçlü. Bu, hiçbir noktada, Rusya’nın karşı karşıya olduğu benzeri görülmemiş ekonomik yaptırımlardan daha belirgin değil. Etkisi her geçen hafta artan bu yaptırımların, çok daha uzun bir süre yürürlükte kalması gerekeceği daha savaşın başından belliydi. Putin, Rusya’nın bir barış anlaşmasının şartlarını dikte etmeye çalışması durumunda tek bir yaptırımın bile kaldırılmayacağını anlamalı.

G-7 ülkelerinin tüm liderleri, Zelenski’nin Ukrayna’nın toprak bütünlüğü ile egemenliğine saygı duyan ve Ukrayna’nın gelecekte kendini savunma yeteneğini koruyan adil bir barışa hazır olmasını takdir ettiler. Almanya, ortaklarımızla koordinasyon halinde, savaş sonrası olası bir barış anlaşmasının parçası olarak Ukrayna’nın güvenliğini sürdürmek için düzenlemelere varmaya hazırdır. Ancak, Ukrayna topraklarının sahte referandumlarla kötü bir şekilde gizlenen yasadışı ilhakını kabul etmeyeceğiz. Bu savaşı bitirmek için, Rusya askerlerini geri çekmelidir.

İKLİM İÇİN İYİ, RUSYA İÇİN KÖTÜ

Rusya’nın savaşı, yalnızca AB, NATO ve G-7’yi saldırganlığına karşı birleştirmekle kalmadı; aynı zamanda ekonomi ve enerji politikasında uzun vadede Rusya’ya zarar verecek olan ve halihazırda sürmekte olan temiz enerjiye geçiş sürecini hızlandıracak değişiklikleri hızlandırdı. Aralık 2021’de Almanya şansölyesi olarak göreve başladıktan hemen sonra, danışmanlarıma Rusya’nın Avrupa’ya gaz sevkiyatını durdurmaya karar vermesi durumunda bir planımız olup olmadığını sordum. Rusya’nın gaz sevkiyatına tehlikeli bir şekilde bağımlı hale gelmemize rağmen cevap hayırdı.

Hemen en kötü senaryoya hazırlanmaya başladık. Rusya’nın Ukrayna’yı topyekûn işgalinden önceki günlerde Almanya, Rusya’nın Avrupa’ya gaz arzını önemli ölçüde artıracak olan Kuzey Akım 2 boru hattının onayını askıya aldı. Şubat 2022’de, Avrupa dışındaki küresel pazardan sıvılaştırılmış doğal gaz ithal etme planları masaya yatırılmıştı ve önümüzdeki aylarda, ilk yüzer LNG terminalleri Almanya kıyılarında hizmete girecek.

Putin, Almanya’ya ve Avrupa’nın geri kalanına olan arzı keserek enerjiyi silah haline getirmeye karar verdiğinde, en kötü senaryo kısa sürede gerçekleşti. Ancak Almanya artık Rus kömürü ithalatını tamamen durdurdu ve AB’nin Rus petrolü ithalatı da yakında sona erecek. Dersimizi aldık: Avrupa’nın güvenliği, enerji tedarikçileri ile enerji rotalarını çeşitlendirmeye ve enerji bağımsızlığına yatırım yapmaya dayanıyor. Eylül ayında, Kuzey Akım boru hatlarının sabotajı da bunu vurguladı.

Almanya ve Avrupa’daki potansiyel enerji kıtlıklarını telafi etmek için hükümetim kömürle çalışan elektrik santrallerini geçici olarak aktifleştiriyor ve Alman nükleer santrallerinin başlangıçta planlanandan daha uzun süre çalışmasına izin veriyor. Ayrıca, özel sektöre ait gaz depolama tesislerinin kademeli olarak daha yüksek minimum dolum seviyelerini karşılamasını zorunlu kıldık. Bugün tesislerimiz tamamen dolu, oysa geçen yıl bu zamanlarda seviyeler anormal derecede düşüktü. Bu, Almanya ve Avrupa’nın kışı gaz sıkıntısı çekmeden atlatması için iyi bir temel.

Rusya’nın savaşı bize, bu iddialı hedeflere ulaşmanın kendi güvenliğimiz ve bağımsızlığımız için olduğu kadar, Avrupa’nın güvenliğini ve bağımsızlığını savunmak için de gerekli olduğunu gösterdi. Fosil enerji kaynaklarından uzaklaşmak, elektrik ve yeşil hidrojen talebini artıracak ve Almanya, rüzgâr ve güneş enerjisi gibi yenilenebilir enerjilere geçişi büyük ölçüde hızlandırarak bu sonuca hazırlanıyor. Hedeflerimiz net: 2030’a kadar Almanların kullandığı elektriğin en az yüzde 80’i yenilenebilir enerjiden üretilecek ve 2045’e kadar Almanya net sıfır sera gazı emisyonuna veya “iklim nötrlüğüne” ulaşacak.

PUTİN’İN EN KÖTÜ KÂBUSU

Putin, Avrupa’yı nüfuz bölgelerine ayırmak ve dünyayı büyük güçler ile vasal devletler bloklarına bölmek istedi. Savaşı, bunun yerine, yalnızca AB’nin ilerlemesine hizmet etti. Haziran 2022’deki Avrupa Konseyi’nde AB, Ukrayna ve Moldova’ya “aday ülke” statüsü verdi ve Gürcistan’ın geleceğinin Avrupa’da olduğunu tekrardan doğruladı. Ayrıca, benim kişisel olarak arkasında durduğum bir hedef olarak, Batı Balkanlardaki altı ülkenin tamamının AB’ye üyeliğinin bir gerçeklik haline gelmesi gerektiği konusunda da anlaştık. Bu nedenle Batı Balkanlar için bölgedeki iş birliğini derinleştirmeyi, ülkeleri ve vatandaşlarını birbirine yaklaştırmayı ve onları AB entegrasyonuna hazırlamayı amaçlayan Berlin Süreci adı verilen süreci yeniden canlandırdım.

AB’yi genişletmenin ve yeni üyeleri entegre etmenin zor olacağını kabul etmek önemlidir; milyonlarca insana boş yere umut vermekten daha kötü bir şey olamaz. Ama yol açık, hedef belli: 500 milyondan fazla özgür vatandaştan oluşacak; dünyanın en büyük iç pazarını temsil edecek; ticaret, büyüme, iklim değişikliği ve çevre koruma konularında küresel standartları belirleyecek; önde gelen araştırma enstitülerine ve yenilikçi işletmelere ev sahipliği yapacak bir AB, benzersiz bir sosyal refah ve kamu altyapısına sahip istikrarlı demokrasilerden oluşan bir aile.

AB bu amaca doğru ilerlerken hasımları, AB üyeleri arasına engel koymayı denemeye devam edecek. Putin, AB’yi hiçbir zaman siyasi bir aktör olarak kabul etmedi. Ne de olsa, hukukun üstünlüğüne dayalı özgür, egemen, demokratik devletlerin birliği olan AB, onun emperyalist ve otokratik kleptokrasisinin antitezi.

Putin ve diğerleri, dezenformasyon kampanyaları ve nüfuz ticareti yoluyla kendi açık, demokratik sistemlerimizi aleyhimize döndürmeye çalışacaklar. Avrupa vatandaşları çok çeşitli görüşlere sahiptir ve Avrupalı siyasi liderler, özellikle jeopolitik ve ekonomik zorluklar esnasında ileriye doğru giden yolda tartışır ve bazen karşı karşıya gelirler. Bunlar açık toplumlarımızın engelleri değil, özellikleridir; bunlar demokratik karar vermenin özüdür. Ancak bugünkü hedefimiz, bu bölünmüşlüğün Avrupa’yı yabancı müdahaleye karşı savunmasız hale düşürebileceği kritik alanlarda safları sıklaştırmaktır. Güçlü ve egemen AB vizyonunu paylaşan Almanya ve Fransa arasındaki her zamankinden daha derin olan iş birliği, bu misyon için çok önemlidir.

Nicolás Ortega

Daha geniş anlamda, AB eski çatışmalarının üstesinden gelmeli ve yeni çözümler bulmalıdır. Avrupa göç ve maliye politikası buna örnek teşkil eder. İnsanlar Avrupa’ya gelmeye devam edecek ve Avrupa’nın da göçmenlere ihtiyacı var; bu nedenle AB’nin pragmatik ve kendi değerleriyle uyumlu bir göç stratejisi geliştirmesi gerekiyor. Bu, düzensiz göçü azaltmak ve aynı zamanda, özellikle işgücü piyasalarımızın ihtiyaç duyduğu vasıflı işçiler için Avrupa’ya ulaşan yasal yolları güçlendirmek anlamına geliyor. Birlik, maliye politikası konusunda, yüksek enerji fiyatlarının yol açtığı mevcut zorlukların ele alınmasına da yardımcı olacak bir toparlanma ve dayanıklılık fonu oluşturdu. Ayrıca birlik, karar alma süreçlerinde ülkelerin tek başlarına belirli önlemleri veto etme yetkisini ortadan kaldırarak bencilce engelleme taktiklerini de ortadan kaldırmalıdır. AB genişledikçe ve jeopolitik bir aktör haline geldikçe, hızlı karar verme başarının anahtarı olacaktır. Bu nedenle Almanya, AB dış politikası ve vergilendirme gibi şu anda oybirliği kuralına giren alanlarda çoğunluk oyu ile karar alınması uygulamasının kademeli olarak genişletilmesini önerdi.

Ayrıca Avrupa kendi güvenliği için daha fazla sorumluluk üstlenmeye devam etmelidir ve savunma kapasitesini geliştirmek için koordineli ve entegre bir yaklaşıma ihtiyacı vardır. Örneğin, AB üye devletlerinin orduları çok fazla farklı silah sistemi kullanıyor, bu durum ise uygulamada ve ekonomik alanda verimsizlikler yaratıyor. Bu sorunları ele alabilmek için AB, iç bürokratik prosedürlerini değiştirmek için cesur siyasi kararlar gerektirecek adımlar atmalıdır; Almanya da dahil olmak üzere AB üye devletleri, ortak üretilen askeri sistemlerin ihracatına ilişkin ulusal politikalarını ve düzenlemelerini değiştirmek zorundalar.

Avrupa’nın acilen ilerleme kaydetmesi gereken alanlardan biri hava ve uzay alanlarının savunmasıdır. Bu nedenle Almanya, NATO çerçevesinin bir parçası olarak önümüzdeki yıllarda kapasitesini artırıp hava savunmasını güçlendirecek. Bu girişimi Avrupalı komşularımıza da açtım ve sonuç, geçen Ekim ayında 14 Avrupa devletinin daha katıldığı Avrupa Hava Kalkanı Girişimi oldu. Avrupa’daki ortak hava savunması, hepimizin tek başına yapmasından daha verimli ve uygun maliyetli olacak, ayrıca bu girişim, NATO içindeki Avrupa sütununu güçlendirmenin ne anlama geldiğine dair muhteşem bir örnek sunuyor.

NATO, Avrupa-Atlantik güvenliğinin nihai garantörüdür ve gücü iki başarılı demokrasinin, Finlandiya ve İsveç’in, birliğe üye olmasıyla artacaktır. Ancak NATO, birliğin Avrupalı üyeleri AB çerçevesinde savunma sistemleri arasında daha fazla uyuma yönelik bağımsız adımlar attığında daha da güçlü hale gelecektir.

ÇİN İMTİHANI VE ÖTESİ

Rusya’nın saldırganlık savaşı Zeitenwende’yi tetiklemiş olabilir, ancak tektonik kaymalar çok daha derin. Tarih, bazılarının tahmin yürüttüğü üzere Soğuk Savaş ile bitmedi. Ya da tarih kendini tekerrür etmiyor. Birçok kişi, uluslararası düzende iki kutupluluk çağının eşiğinde olduğumuzu varsayıyor. ABD’yi Çin’e karşı kışkırtacak yeni bir soğuk savaşın ortaya çıkışını görüyorlar.

Ben bu görüşe katılmıyorum. Bunun yerine, tanık olduğumuz bu şeyin küreselleşmenin istisnai bir aşamasının sonu olduğuna, COVID-19 salgını ve Rusya’nın Ukrayna’daki savaşı gibi dış şokların hızlandırdığı, ancak yalnızca bunların sonucunda gerçekleşmeyen tarihi bir değişim olduğuna inanıyorum. Bu istisnai aşamada, Kuzey Amerika ve Avrupa 30 yıllık istikrarlı büyüme, yüksek istihdam oranları ve düşük enflasyon yaşadı. Ayrıca ABD, 21. yüzyılda da koruyacağı, dünyanın belirleyici gücü olma rolünü üstlendi.

Ancak küreselleşmenin Soğuk Savaş sonrası aşamasında, dünya tarihinin daha önceki uzun dönemlerinde olduğu gibi, Çin de küresel bir oyuncu haline geldi. Çin’in yükselişi, Pekin’i dışlamayı veya iş birliğini engellemeyi gerektirmez. Ancak Çin’in büyüyen gücü de Asya ve ötesindeki hegemonya iddialarını haklı çıkarmaz. Hiçbir ülke diğerinin arka bahçesi değildir ve bu, Asya ile diğer tüm bölgeler için geçerli olduğu kadar Avrupa için de geçerlidir. Son zamanlarda Pekin’e yaptığım ziyarette, açık ve adil ticaretin yanı sıra BM Antlaşması’nda yer alan kurallara dayalı uluslararası düzene yönelik kesin desteğimi ifade ettim. Almanya, Avrupalı ortaklarıyla uyum içinde, Avrupalı ve Çinli şirketler için eşit koşullar talep etmeye devam edecek. Çin ise bu konuda çok az şey yapıyor ve gözle görülür bir şekilde dışa açık olmaktan uzağa ve izolasyona yöneldi.

Pekin’de ayrıca, Güney Çin Denizi ve Tayvan Boğazı’nda artan güvensizliğe ilişkin endişelerimi dile getirdim ve Çin’in insan hakları ile bireysel özgürlüklere yaklaşımını sorguladım. Her bir BM üyesi devletin desteklemeye yemin ettiği temel haklar ve özgürlüklere saygı duymak, devletler için asla bir “iç mesele” olamaz.

Jackerath yakınlarındaki kömürle çalışan bir enerji santralinin önündeki rüzgar tribünleri, Almanya, Mart 2022 Wolfgang Rattay / Reuters

Bu arada, Çin ile Kuzey Amerika ve Avrupa ülkeleri, küreselleşmenin yeni aşamasının değişen gerçeklerine uyum sağlarken geçmişte düşük maliyetlerle mal ve hammadde üreterek istisnai bir büyüme sağlayan Afrika, Asya, Karayipler ve Latin Amerika’daki birçok ülke, şimdi giderek daha müreffeh hale geliyor ve kendi kaynak, mal ve hizmet taleplerine sahip oluyorlar. Bu bölgelerin, küreselleşmenin sunduğu fırsatları değerlendirmeye, artan ekonomik ve demografik ağırlıklarına paralel olarak küresel ilişkilerde daha güçlü bir rol talep etmeye hakkı vardır. Bu, Avrupa ve Kuzey Amerika’daki vatandaşlar için bir tehdit oluşturmuyor. Aksine, bu bölgelerin uluslararası düzene daha fazla katılım sağlamalarını ve entegre olmalarını teşvik etmeliyiz. Çok kutuplu bir dünyada çok taraflılığı canlı tutmanın en iyi yolu budur.

Almanya ve AB, bu nedenle Afrika, Asya, Karayipler ve Latin Amerika’daki birçok ülkeyle yeni ortaklıklara yatırım yapıyor ve mevcut ortaklıklarını genişletiyor. Birçoğu bizimle temel bir özelliği paylaşıyor: Onlar da birer demokrasi. Bu ortak nokta çok önemli bir rol oynuyor. Yalnızca yeni bir küresel ikileme katkıda bulunacak şekilde demokrasileri otoriter devletlerle karşı karşıya getirmeyi amaçladığımız için değil, demokratik değerlerin ve sistemlerin paylaşılması, 21. yüzyılın yeni çok kutuplu gerçekliğinde ortak öncelikler belirlememize ve ortak hedeflere ulaşmamıza yardımcı olacağı için. Ekonomist Branko Milanovic’in birkaç yıl önce ortaya attığı bir argümanı başka kelimelerle ifade edecek olursak, hepimiz kapitalist olabilirdik (Kuzey Kore ve bir avuç diğer küçük ülke hariç). Ancak kapitalizmin liberal, demokratik bir şekilde mi yoksa otoriter sınırlar içinde mi örgütlendiği çok büyük bir fark yaratıyor.

COVID-19‘a verilen küresel yanıtları ele alalım. Salgının başında bazıları, otoriter devletlerin uzun vadede daha iyi plan yapabildikleri ve zor kararları daha çabuk alabildikleri için kriz yönetiminde daha becerikli olduklarını savundu. Ancak otoriter ülkelerin pandemi geçmişleri bu görüşü pek desteklemiyor. Ayrıca, en etkili COVID-19 aşıları ve farmasötik tedavilerin tümü özgür demokrasilerde geliştirildi. Dahası, otoriter devletlerin aksine, demokrasiler, vatandaşların görüşlerini özgürce ifade edebilmeleri ve siyasi liderlerini seçebilmeleri nedeniyle kendi kendilerini düzeltme yeteneğine sahiptir. Toplumlarımızdaki, parlamentolarımızdaki ve özgür medyadaki daimî tartışma ve sorgulama bazen yorucu gelebilir. Ancak sistemlerimizi uzun vadede daha dayanıklı kılan da budur.

“Çin’in yükselişi Pekin’in izole edilmesini ya da işbirliğinin kısıtlanmasını gerektirmez.”

Özgürlük, eşitlik, hukukun üstünlüğü ve her insanın onuru, geleneksel şekilde ‘Batı’ olarak düşünülen şeye özgü değildir. Daha ziyade, bunlar tüm dünyada vatandaşlar ile hükümetler tarafından paylaşılıyorlar ve BM Antlaşması, giriş bölümünde bunların temel insan hakları olduğunu yeniden vurguluyor. Ancak otokratik ve otoriter rejimler genellikle bu haklara ve ilkelere meydan okur ya da bunları reddeder. Almanya da dahil olmak üzere AB ülkeleri bu hakları ve ilkeleri savunmak için, geleneksel olarak tanımlanan şekliyle ‘Batı’ dışındaki demokrasilerle daha yakın iş birliği yapmalıdır. Geçmişte Asya, Afrika, Karayipler ve Latin Amerika ülkelerine eşit muamele ettiğimizi iddia ettik. Ancak çoğu zaman sözlerimiz eylemlerimizle desteklenmemiştir. Bu değişmeli. Almanya’nın G-7 dönem başkanlığı sırasında grup, G-20 dönem başkanlığını yürüten Endonezya ile yakın bir şekilde gündemini koordine etti. Ayrıca, Afrika Birliği dönem başkanlığını yürüten Senegal’i; Latin Amerika ve Karayip Devletleri Topluluğu’nun başkanlığını yürüten Arjantin’i; G-20 ortağımız Güney Afrika’yı ve gelecek yıl G-20 başkanlığını yürütecek olan Hindistan’ı da görüşmelerimize dahil ettik.

Neticede, çok kutuplu bir dünyada diyalog ve iş birliği, demokratik konfor alanının ötesine geçmelidir. Amerika Birleşik Devletleri’nin yeni Ulusal Güvenlik Stratejisi, “demokratik kurumları benimsemeyen, ancak yine de kurallara dayalı bir uluslararası sisteme bağlı olan ve sistemi destekleyen ülkeler” ile ilişki kurma ihtiyacını kesin olarak kabul ediyor. Dünya demokrasilerinin, gücü kurallara bağlayan ve Rusya’nın saldırganlık savaşı gibi revizyonist eylemlerin önünü kesen bir küresel düzeni savunmak ve sürdürmek için bu ülkelerle birlikte çalışması gerekecek. Bu çaba, pragmatizm ve bir dereceye kadar tevazu gerektirecektir.

Bugün tadını çıkardığımız demokratik özgürlüğe giden yolculuk aksilikler ve hatalarla doluydu. Ancak bazı hak ve ilkeler yüzyıllar öncesinden oluşmuş ve kabul edilmiştir. Habeas corpus, yani keyfi tutuklanmaya karşı koruma, bu tür temel haklardan biridir ve ilk olarak demokratik bir hükümet tarafından değil, İngiltere Kralı II. Charles’ın mutlakiyetçi monarşisi tarafından tanınmıştır. Aynı derecede önemli olan, hiçbir ülkenin komşusuna ait olanı zorla alamayacağı temel ilkesidir. Bu temel hak ve ilkelere saygı, iç siyasi sistemleri ne olursa olsun tüm devletlere zorunlu olmalıdır.

İnsanlık tarihinde, Soğuk Savaş sonrası dönemin başlarında dünyanın çoğunun deneyimlediği gibi görece barış ve refah dönemlerinin, kaba kuvvetle kuralların dikte edildiği tarihsel bir normdan nadir aralar veya sapmalardan ibaret olması gerekmez. Ve zamanı geri çeviremesek de saldırganlık ve emperyalizmin dalgasını hala geri çevirebiliriz. Günümüzün karmaşık, çok kutuplu dünyası bu görevi daha da zorlaştırıyor. Bunu gerçekleştirmek için Almanya ile AB, ABD, G-7 ve NATO’daki ortakları açık toplumlarımızı korumalı, demokratik değerlerimizi savunmalı ve ittifaklarımız ile ortaklıklarımızı güçlendirmelidir. Ancak dünyayı bir kez daha bloklara bölme cazibesinden de kaçınmalıyız. Bu, pragmatik bir şekilde ve ideolojik engeller olmadan yeni ortaklıklar kurmak için her türlü çabayı göstermek anlamına gelir. Günümüzün yoğun bir şekilde birbirine bağlı dünyasında barışı, refahı ve insan özgürlüğünü ileri taşıma hedefi, farklı bir zihniyet ve farklı araçlar gerektiriyor. Zeitenwende ise, eninde sonunda bu zihniyeti ve bu araçları geliştirmekle ilgilidir.

Çeviri: Tuğçe PULURLUOĞLU

Editör: Derya AZER

Olaf Scholz Olaf Scholz Olaf Scholz Olaf Scholz Olaf Scholz Olaf Scholz Olaf Scholz Olaf Scholz Olaf Scholz Olaf Scholz Olaf Scholz

Sosyal Medyada Paylaş

Tuğçe Pulurluoğlu
Tuğçe Pulurluoğlu
Lisans eğitimini Ankara Üniversitesi, Sinoloji Anabilim Dalı'nda tamamladı. Nanjing Üniversitesi'nde (NJU) Uluslararası İlişkiler programında yüksek lisans eğitimini sürdürmektedir. Asya-Pasifik ülkelerinin dış politikaları üzerine çalışmaktadır.

LEAVE A REPLY

Please enter your comment!
Please enter your name here

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.

Tarih:

Beğenebileceğinizi Düşündük
Yazılar

Kolektif Kimlik Bağlamında Sosyal Bütünleşme: Gezi Parkı Olaylarından Bir Perspektif

Fazilet Bektaş Sivil Toplum Çalışmaları o-Staj Programı Özet Bu çalışma, uluslararası alan...

Teknolojinin İpek Yolu: Otoriterleşme ve Çin’den Dünyaya Uzanan Dijital Otoriteryanizm

Nazlı Derin Yolcu Sivil Toplum Çalışmaları o-Staj Programı Özet Dünyada geçmişten günümüze...

Arap Baharı ve Demokratikleşme: Tunus ve Mısır’da Sivil Toplumun Karşılaştırmalı Rolü

Ayça Özalp  Sivil Toplum Çalışmaları o-Staj Programı Giriş Demokratikleşme ve sivil toplum...

Küresel Göç Yönetiminde Sivil Toplumun Etkisi: Sivil Toplumun Katkısı ve Sınırları

Kaancan Koçak  Sivil Toplum Çalışmaları O-Staj Programı Özet Göç insanlık tarihinin en...