Küresel Demokratik Gerileme ve İmamoğlu’nun Tutuklanması

İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun tutuklanması ve üniversite diplomasının iptali, yalnızca iç siyasete dair manevralar değildir. Bu olaylar, daha geniş bir uluslararası rahatsızlığın endişe verici bir belirtisidir: Demokratik normların istikrarlı şekilde aşınması ve hem gelişmekte olan hem de yerleşik siyasi sistemlerde otoriter eğilimlerin yükselişi. Popüler bir muhalefet figürünün sistematik biçimde siyasi yaşamdan dışlandığı Türkiye örneği, demokratik değerleri baltalamak için demokratik usullerin giderek daha fazla nasıl araçsallaştırıldığını simgelemektedir.

Hukukun üstünlüğü ve yargı bağımsızlığının sürekli zayıflatıldığı Türkiye’de, İmamoğlu vakası, yasal araçların siyasi dışlama için nasıl silaha dönüştürülebileceğini göstermektedir. İmamoğlu’nun tutuklanmasının hemen ardından yayımlanan görüş yazısında Dr. Semuhi Sinanoğlu, bu eylemlerin ardındaki stratejik niyeti haklı olarak vurguluyor: mevcut rejime karşı güvenilir bir rakibi etkisizleştirmek, muhalefetin kontrolündeki belediyeleri bastırmak ve gelecekteki seçimlerin sonucunu önceden belirlemek. Sinanoğlu’nun analizi, bunun sadece iç baskı değil, kritik bir seçim öncesinde gücü pekiştirmeye yönelik hesaplı bir hamle olduğunu güçlü biçimde ortaya koyuyor.

Ancak Sinanoğlu’nun—ikna edici biçimde—odaklandığı Avrupa tepkisinin yokluğu ya da zayıflığı, bana göre daha geniş bir çerçevede ele alınmalıdır. Avrupa kurumlarının tutarsızlık ve çıkar odaklı davranışlar nedeniyle yumuşak güçlerini kaybettiğine dair eleştirisi haklıdır. Türkiye’yi çevreleyen jeopolitiğin işlem odaklı yapısı—özellikle NATO’daki askeri rolü ve Avrupa güvenliği üzerindeki etkisi—Türk hükümetini ciddi bir karşılık görmeden hareket etmeye cesaretlendirmiştir. Ancak Sinanoğlu’nun önerdiği—demokratik tavizler karşılığında savunma sanayi teşvikleri yoluyla Türkiye ile stratejik etkileşim kurulması—pragmatik görünse de, otoriter rejimlerin iç konsolidasyon sürecine girdiklerinde genellikle rasyonel karşılıklılık düzeyini yitirdiklerini göz ardı etmektedir.

Dahası, Avrupa Birliği’nin demokratik ilkelere yönelik seçici yaklaşımı, kendi normatif güvenilirliğini zayıflatmaktadır. Belarus ya da Rusya’daki ihlaller karşısında yüksek sesle konuşurken, stratejik olarak yararlı görülen ülkelerde yaşanan ihlallerde sessizlik—hatta zaman zaman suç ortaklığı—sergilemektedir. Örneğin Viktor Orbán yönetiminde Macaristan’da yıllardır süren demokratik gerileme, AB denetimine rağmen sınırlı kurumsal sonuç doğurmuştur. Benzer şekilde, Mısır’daki otoriterlik, göç kontrolü anlaşmaları bağlamında mali destekle ödüllendirilmiş ve tolere edilmiştir. 2017’deki Katalonya bağımsızlık referandumuna İspanya hükümetinin sert müdahalesine ilişkin, polis şiddetine dair yaygın raporlara rağmen AB, Madrid’i eleştirmekten kaçınmıştır. Son olarak, Gazze’deki insani felakete yönelik paralize olmuş ve muğlak AB tepkisi—uluslararası insancıl hukukun defalarca ihlal edilmesine rağmen—politik fırsatçılığın ilkesel eyleme nasıl üstün geldiğini bir kez daha ortaya koymaktadır. Bu tutarsızlıklar, ilke temelli değil, çıkar güdümlü bir dış politikayı yansıtmaktadır.

Bu eğilimi daha da pekiştiren bir gelişme ise, AB’nin kurumsal araçlarının demokrasi önceliğinden uzaklaşmasıdır. Ricardo Farinha’nın Mart 2025’te Carnegie Endowment’ta yayımlanan analizine göre, “AB Ortak Güvenlik ve Savunma Politikası (OGSP), giderek güvenlik önceliklerini öne çıkararak demokrasiyle ilgili taahhütleri ikinci plana itmektedir.” Bir zamanlar AB’nin demokrasi-güvenlik araç kutusunun temel bir parçası olan OGSP, artık yönetimle ilgili kaygıları sıklıkla stratejik ve savunma önceliklerine feda etmektedir. Bu yönelim, daha geniş bir yeniden ayarlamanın belirtisidir, demokrasi, AB dış etkileşimlerinin merkezinde olmaktan çıkmakta; uygun olmadığı durumlarda kolayca terk edilebilecek bir ek unsur hâline gelmektedir.

Bu ikiyüzlülükler kamuoyunun gözünden kaçmamaktadır. Tıpkı bir hastanın doktoruna ya da bir müşterinin aşçıya güvenmesi gibi, doğru reçeteye sahip olmak yeterli değildir—uygulayıcının da dürüstlükle hareket etmesi gerekir. AB, demokrasiyi savunduğunu iddia ediyorsa, standartlarını tutarlı biçimde uygulamalıdır; aksi takdirde etki yaratmaya çalıştığı mücadelelerde ahlaki otoritesini kaybetme riskiyle karşı karşıyadır.

Örneğin Romanya’da bir başkanlık seçimi, güçlü bir liderin kararıyla değil, önde gelen adayın Rusya yanlısı tutumu nedeniyle yargı yoluyla iptal edildi. İkinci turun olmaması, uluslararası dikkat çekmeden sessiz bir demokratik kırılmaya işaret etti. Benzer şekilde, ABD’de Filistin yanlısı bir makale kaleme alan bir Türk doktora öğrencisinin tutuklanması ve vizesinin iptali, liberal demokrasilerin de dış politik hassasiyetlerle çakışan durumlarda hak ihlallerine açık olduğunu göstermektedir.

Aynı zamanda, Sırbistan ve Macaristan’daki protestolar, artan otoriterlik, yolsuzluk ve demokratik çöküşe karşı yüz binlerce vatandaşın sokaklara döküldüğünü göstermektedir. Bu kitlesel hareketlilikler, halkın önemli bir kesiminin hâlâ demokratik özgürlükleri önemsediğini ortaya koyuyor. Ancak bu durum tehlikeli bir paradoksu da gözler önüne seriyor: Sivil toplum direnç gösterirken, hükümetler hesap verebilirlik mekanizmalarını ortadan kaldırma ve gücü merkezileştirme konusunda daha da cesur hâle gelmektedir.

Bu gelişmeler yalnızca kurumsal bir krize değil, aynı zamanda demokratik arzunun krizine de işaret ediyor olabilir. Sinanoğlu’nun doğrudan değinmediği boyut budur. Birçok toplumda, vatandaşlar demokrasiye dair büyüyen bir hayal kırıklığı ifade etmektedir. Parlamentolardan partilere, medyaya kadar siyasî kurumlara olan güven düşmektedir. The Conversation’da (Mart 2024) yayımlanan yazıda, son araştırmalara göre, küresel düzeyde siyaset kurumlarına duyulan kamu güveni uzun vadeli bir düşüş içerisindedir. OECD demokrasilerinde, vatandaşların yalnızca yaklaşık %30’u ulusal hükümetlerine güven duyduklarını belirtirken, siyasi partilere ve parlamentolara olan güven de benzer derecede düşüktür. Birleşik Krallık’ta hükümete güven oranı 2020’de %42 iken, 2023’te %29’a düşmüştür. ABD’de ise Amerikalıların yalnızca %20’si hükümetin “neredeyse her zaman” ya da “çoğu zaman” doğru olanı yapacağına inandığını söylemektedir. Bu veriler, geçici bir hoşnutsuzluğun ötesinde, yapısal bir meşruiyet krizini gözler önüne sermektedir.

Bazı bağlamlarda halk, güçlü liderleri cehalet nedeniyle değil; düzen, ulusal gurur ya da hızlı karar alma ihtiyacı nedeniyle desteklemektedir. Teknokrasi, popülizm ve otoriter modernizm gibi kavramların cazibesi, demokratik meşruiyetin artık liberal değerlerde değil, performans ve kimlikte temellendiğini göstermektedir—bu olgu, “demokratik otoriterlik” kavramıyla iyi bir şekilde açıklanır: Kurumsal biçimler korunur ama ideolojik olarak hegemonik, sıklıkla popülist projelere hizmet edecek şekilde yeniden yönlendirilir. Bu yalnızca bir “demokrasi gerilemesi” değildir—bu, bir dönüşümdür. Çoğulculuk, azınlık hakları ve istişari yönetişim vurgusuna dayanan liberal demokrasi; çoğunlukçu ya da illiberal modellere dönüşmektedir—bu modeller hâlâ seçimler düzenler, ancak bu seçimleri içerikten yoksun bırakır. Sonuç, usulen demokratik ama özünde otoriter bir yönetim biçimidir.

İmamoğlu örneği tek başına değerlendirilmemelidir. Bu örnek, demokratik kurumların içten içe nasıl boşaltılabileceğine dair bir uyarı işaretidir. Bugün demokrasiyi savunmak, sadece otoriter uygulamaları kınamak ya da teşvik sistemleri oluşturmakla sınırlı kalmamalıdır. Demokrasiye anlam katan ilkeler—adalet, hesap verebilirlik ve katılım—doğrultusunda yeniden kararlı bir bağlılık gerektirir. Aynı zamanda, 21. yüzyılda insanların ne tür bir yönetişim istediği konusunda dürüst bir tartışma başlatılmalıdır.

Ve belki de en önemlisi, kendilerini liberal demokrasinin savunucusu olarak tanımlayan aktörlerin—AB, ABD ve diğer özgürlük şampiyonlarının—örnek olması gerekmektedir. Verdikleri tepkiler seçici, sessiz ya da pazarlıkçı olduğunda, otoriter rejimlerin cezasız şekilde baskıyı artırmaları için elverişli bir ortam yaratılır. İmamoğlu örneği—ve daha niceleri—demokrasi savunucusu olarak konumlanan küresel aktörlerin ilkeli yöneticilerden çok isteksiz hissedarlara dönüştüğü bir dünyada neler yaşanabileceğini açıkça ortaya koymaktadır. Bu boşlukta, iktidar sahipleri cesurca hareket edebilir—çünkü demokrasiyi zayıflatmanın artık güvenilir bir bedeli kalmamıştır.

Bu yazım, İmamoğlu’nun tutuklanmasını ya da tanık olduğumuz daha geniş çaplı anti-demokratik gelişmeleri normalleştirme çabası olarak anlaşılmamalıdır. Aksine, bu olayları küresel çapta yaşanan demokratik gerileme bağlamına yerleştirme ve yalnızca iç aktörlerin değil, hukukun üstünlüğü, insan hakları ve demokratik yönetişim ilkelerine bağlı olduklarını iddia eden uluslararası aktörlerin de başarısızlıklarını adlandırma çabasıdır. Bu küresel aktörlerden tutarlı ve ilkesel bir duruş gelmediği sürece, otoriterlik serpilmek için alan bulmaya devam edecektir.

CLICK HERE FOR THE ENGLISH VERSION

 

Sosyal Medyada Paylaş

Burak Yalım
Burak Yalım
Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümünde lisans ve "Yugoslavya'nın Dağılmasının Uluslararası Politikaya Etkileri" başlıklı teziyle yüksek lisans eğitimini tamamladı. Uluslararası Saraybosna Üniversitesi'nde (IUS) başladığı doktora çalışmalarını Kocaeli Üniversitesi Göç Çalışmaları Programında sürdürmektedir.

LEAVE A REPLY

Please enter your comment!
Please enter your name here

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.

Tarih:

Beğenebileceğinizi Düşündük
Yazılar

Arnavutluk Ortodoks Kilisesi Yeni Liderini Seçti

Bu çeviri, Andreja Bogdanovski tarafından kaleme alınan ve 24...

İstanbul’un Belediye Başkanına Sahip Çıkmak, Avrupa Güvenliğini Güçlendirecektir

Bu çeviri, Dr. Semuhi Sinanoğlu tarafından kaleme alınan ve...

Elon Musk ve Birinci İlkeleri

Dünyanın en zengin adamı, fiziğin kurallarını siyasete uygulamak istiyor....

Türkiye Cumhuriyeti’nin 100. Yılına Bir Bakış: “Türkiye at 100”

Cumhuriyet’in birinci yüzyılını geride bırakan Türkiye, sadece siyasal dönüşümleriyle...