Japonya’da Şinzo Abe’nin ikinci kez iktidara gelmesi ile ülkede genişletici maliye politikaları rafa kaldırılmış; yerine genişletici para politikası uygulanmaya başlanmıştır. Çin ise bugüne kadar, yavaşlayan büyüme hızına yeniden ivme vermek için genişletici maliye politikasını tek enstrüman olarak kullanmıştır. Diğer yandan Tayland, Endonezya, Güney Kore, Japonya, Çin ve Singapur gibi ülkeler benzer ürünler üretmekte olup; bu durum ismi zikredilen ülkeleri ekonomik olarak rakip kılmaktadır.
Japonya’nın yeni Abe[1] iktidarıyla birlikte düşen Yen sayesinde çevre ve rakip ekonomilere karşılık piyasalarda yeniden rekabet sağlaması, Japonya’nın büyümesini de beraberinde getirmiştir. Diğer yandan art arda Çin Merkez Bankası tarafından alınan Yuan’ın devalüe edilmesi kararı da, Japonya’nın genişletici para politikasına karşı bir hamle olarak okunmaktadır. Öyle ki; Çin’in ulusal parası üzerinde yaptığı devalüasyon[2], küresel emtia fiyatlarında da gerilemeyi beraberinde getirmiştir. Çin ulusal parası yuanın “makul bir seviyede ve dengede” tutulması için yapılan söz konusu devalüasyon, 20 yıl aradan sonra ilk defa yapılmış olup; bölgedeki diğer ülkeleri de benzer bir aksiyonu almaya zorlamaktadır. Zira ucuzlayan Çin malları ile rekabet edebilmeyi amaçlayan bölge ülkesi Vietnam da ulusal para birimi dong üzerinde devalüasyona gitmiştir. Rekabetçi devalüasyonların tetiklenme riskini artıran tüm bu gelişmeler ise küresel emtia fiyatlarındaki düşüş ile beraber küresel bir deflasyon[3] tehdidinin baş gösterebileceği yönündeki endişelerini hareketlendirmektedir[4].
Bazı bilim insanları ise Uzak Doğu bölgesinde gerçekleşen tüm bu vakaları “yeni yüzyılın kur savaşları” olarak yorumlamaktadır. ABD tarafında ise faizlerin artırılması durumu sürekli olarak gündeme gelmekte, Avrupa-Atlantik bölgesinde ise krizin eşiğinde olan bölgelerin canlandırılması için “faiz savaşları” sürmektedir. Nihai olarak tüm bu gelişmeler, risklerin arttığı ve getirinin sabit kaldığı gelişmekte olan piyasalardan, risklerin az ve getirilerin yükselmeye başladığı gelişmiş ülkelere doğru yatırımcıların yer değiştirmesine neden olmaktadır[5].
Türkiye ise kur ve faiz savaşları ile birlikte iç politikadaki belirsizlikler, yakın coğrafyasındaki artan jeopolitik gerilimler nedeniyle bu mücadelenin tam ortasında yer almaktadır. Öyle ki; ülkenin risk primini ifade eden CDS değerleri, son dönemde ciddi oranda yükselmiştir. İlave olarak, özel sektör borçlanmasını da ifade eden[6], bu anlamda enflasyon değerlerini dolaylı yoldan etkileyen USD/TL kuru da önemli oranda artmıştır. Buna karşılık yıllardır yapılması gerektiği söylenen yapısal reformlar hala pasif durumdadır. Ayrıca ABD faiz artırımı ihtimali[7] ile Çin gibi ülkelerin yavaşlama olasılıkları[8] kapıdadır. Tüm bunlara karşılık, teoride bağımsız olması gereken Türkiye Merkez Bankası, üzerindeki baskılar ve hükümet kurulumundaki başarısızlıklar nedeniyle doğru zamanda doğru aksiyonu almak için geç kalmaktadır.
Diğer yandan Türkiye’nin AKP iktidarı ile birlikte lokomotif sektör olarak tercih ettiği, Körfez kökenli zengin Araplar ile düşük faizli ve uzun vadeli krediler yoluyla teşvik edilen inşaata dayalı ekonomik büyüme modelinin de sonuna gelinmiştir. Birçok alt sanayi kolunu da harekete geçiren sektör, büyümede düşük bir yatırımla kısa vadeli hızlı bir büyüme sergilemek için idealdir. Zira sektör, basit emek ile devinim gerçekleştirdiği için de yatırımcılar için oldukça ekonomiktir. Sektörün en büyük dezavantajı ise sadece başlangıçta üretim/imalat yapılıyor olması ve küresel/bölgesel konjonktürün iyimser ve likiditenin bol olduğu dönemlerde işlemesidir. Bugün de olduğu gibi, piyasalardaki likiditenin azalması ve ülke para biriminin değer kaybetmesi durumunda ise her şey tersine dönmekte ve inşaata dayalı büyüme stratejisi izleyen ülke için bu ekonomi politikası bir eziyete dönüşmektedir[9]. Bu anlamda inşaata dayalı büyüme modeli izleyen Türkiye, önemli bir girdabın içerisinde olup; bu kısır döngüyü açmak için üretime dayalı büyüme stratejisi izlemelidir.
Düşük seyreden petrol fiyatları ve yüksek seyreden jeopolitik riskler nedeniyle yatırımcılar, özellikle gelişmekte olan petrol üreticisi ülke piyasalarından çıkmaya başlamıştır. Bu durum, ilgili bölgeler ile ciddi ekonomik ve ticari bağlantıları olan Türkiye için de ciddi bir tehdit unsurudur. Diğer yandan Çin ekonomisindeki yavaşlama tüm dünyayı tedirgin etmektedir. Avrupa-Atlantik yakasında ise ekonomik faaliyetlerini canlandırmak ve yatırım fonları için kendi bölgelerini birer cazibe merkezi haline getirmek isteyen bölgeler arasındaki faiz savaşları tüm hızıyla devam etmektedir. Altyapısı hazır olmayan ve biraz da kendiliğinden gelişen bu tür bir küreselleşme hamlesinin ise nihai barışı getirip getirmeyeceği ciddi bir muammadır.
DENİZ TÖREN
YILDIZ TEKNİK ÜNİVERSİTESİ
SİYASET BİLİMİ VE ULUSLARARASI İLİŞKİLER YÜKSEK LİSANS ÖĞRENCİSİ
[1]Yüksek tahsilini Amerika’da siyaset bilimi üzerine tamamlayan Abe, siyasetçi bir ailenin üyesidir. İlk başbakanlığına ise 2006 yılında seçilmiştir.
[2]Devalüasyon; sabit kur rejiminde, yetkili makamlarca alınan bir kararla, ülke parasının yabancı paralar karşısındaki değerinin düşürülmesi işlemidir. Japonya gibi dalgalı kur rejimine sahip ülkelerde ise piyasa aktörlerinin ticari işlemleri sonucunda gerçekleşen ulusal para birimindeki düşüklük, “dış değer kaybı” olarak nitelendirilmektedir.
[3]Deflâsyon; belirli bir zaman aralığında, bir ekonomideki fiyatlar genel düzeyinde gözlemlenen sürekli azalışı ifade etmektedir.
[5]2015 Ocak-Haziran dönemi fon akışları incelendiğinde, gelişmekte olan ülkeler arasında en fazla fon çıkışı yaşayan ülkenin Türkiye olması dikkate değerdir. Örnek bir haber için: http://www.bloomberght.com/haberler/haber/1821818-yabancilar-gecen-hafta-hisse-ve-dibslerde-net-saticiydi
[6]Türkiye’de üretilen birçok malın üretilmesi için gerekli olan hammaddenin bir şekilde yurtdışından getirilmesi gerektiği için kurlardaki artış, dolaylı olarak üretilen malların; üretilen mallar ise ülke genel fiyatlar düzeyinin artmasına sebebiyet vermektedir.
[7]ABD’nin 2015 yılı ikinci dönem büyüme verileri her ne kadar beklentinin üzerinde gelse de; enflasyon oranının istenilen düzeyde olmaması, petrol başta olmak üzere emtia fiyatlarındaki düşüş ve gelişmekte olan ülke ekonomilerindeki sıkıntılar nedeniyle FED tarafından başlatılacak olan faiz artışının 2016 yılına kalacağı düşünülmektedir.
[8]Yıllık ortalama % 7,5 büyüyen Çin, 2014 yılında % 7,4 oranında büyüme kaydetmiştir. Hareketliliği azalan Çin emlak piyasası da bu düşünceyi destekler niteliktedir. Uzmanlar 2015 yılında da bu düşüşün süreceğini tahmin etmektedir. Bilgi detayı için: http://www.bbc.com/turkce/ekonomi/2015/04/150415_cin_ekonomik_buyume
[9]Yakın dönem önce konut krizi yaşayan Uzakdoğu ülkeleri, ABD, İspanya ve İngiltere bunun en bariz örneklerini sunmaktadır.